8 Ekim 2013 Salı

BURASI DA ANTALYA



BURASI DA ANTALYA

İlk Yayın Tarihi: 28.02.2010
 

1-5 Şubat 2010 tarihleri arasında Kaş’ın Belenli ve Kumluca’nın Dereköy’ünde halk kültürü araştırması yaptım. Kaş’ın Belenli Köyü idari olarak Kaş’a bağlı ama coğrafi olarak Gömbe’nin çok yakınında. 2009 yılı Eylülünde Barak kilimleri ile ünlü Yeşilbarak Köyü’nde araştırma yaparken Belenli Köyü’nde bir çarık ustası olduğunu duymuş ve ve 2010 yılı araştırma programıma almıştım. Çarık ustası Kemal Kabaklı yazları Belenli Köyü’nde, kışın çocuklarının seracılık yaptığı Kınık’ın Ova Beldesi’nde kalıyormuş. Kendisi ve oğlu Salih ile Kınık’a bağlı Yeşilköy’de bir ayakkabıcı gencin dükkânında buluştuk.
     
Kendisi 7 yaşında çobanlık yaparken geçirdiği çocuk felcinden sonra bacaklarının canını yitirmiş. Bu nedenle okuyamayınca babası onu Gömbe’de bir ayakkabıcıya çırak olarak vermiş. Orada ustasından ayakkabıcılık yapım ve onarım tekniklerini öğrenmenin yanısıra kendine özgü bir yöntemle çarık yapmaya başlamış. O zamanlar halk o kadar yoksulmuş ki bırakın ayakkabı almayı, çarık bile lüksmüş. İşte Kemal Amca’nın tabaklanmış gönden yaptığı çarıklar insanların lastik pabuçlar içinde hamlayan ayaklara nefes aldırmış. 25 yıl gerek kendi köyünde gerek seyyar olarak köyleri gezerek olağanüstü bir gayretle yaptığı çarıklar Fethiye’den Serik’e kadar bütün köylerde ünlenmiş, insanlar hayır dua ile giymişler. Kemal Amca’nın öyküsü azmin ve aşkın hiçbir engel taşımadığına en güzel örneklerden biri. Kemal Amca’nın örnek yaşam öyküsünü ve sanatını daha uzun yazmak üzere şimdilik oradan Kumluca Dereköy’e doğru yollanalım.
         
    
 Dereköy Kumluca’ya 70 km. uzaklıkta ama ilçenin 2000’li rakımlardaki Beydağlarına uzandığı zirvelerde çetin bir köy. Köye Likya Tipi Mezar Anıtları lahitlere benzerliği ile tanınan doğal karakovanlar, Serenler için gidiyorum. Kültür ve Turizm Bakanlığımızca 8-10 Mart 2010 tarihleri arasında Side’de yapılacak olan “4. Halk Kültürü Araştırma Sonuçları Sempozyumu”nda sunacağım bildiri konum Antalya’nın dünyada başka örneği olmayan bu muhteşem yapıları.
     
Kışın en soğuk günlerini yaşadığımız o günlerde köye ulaşım en büyük sorundu. Kumluca Kaymakamı Sayın Salih Işık’a giderek araç konusunda yardım istedim. Kendisi sağolsun Belediye’den bir arazi aracı verilmesini sağladı ve köy muhtarı Kadir Korkmaz’ın “Yolda buz ve heyelan var gelemezsiniz!” uyarılarına aldırmadan iki belediye görevlisi ile öğlen 12’de yola çıktık. Biri aracımızı kullanan Bircan Bey, öteki av merakından dolayı bölgeyi karış karış gezmiş Mehmet Bey. Kumluca’nın soğuk ama güneşli havasından derece derece uzaklaşırken geçtiğimiz yerleri keyifli manilerle tanıttılar bana;

-Öznur Hanım, burası Gargadın.

“Garaşar, Gargadın, Güzle, Yürü Durgadın düzle.” ya da;
“Garaşar, Gargadın, Yörü Durgadın” diye tekerlemesi de vardır.
     
Havanın ne kadar soğuduğunu Söğütcuması’na vardığımızda verdiğimiz molada anladık. Bir çay içmek için bakındığımız köy meydanında vitrininde ilkin lastik sapanlar göze çarpan, köyde gereken birçok şeyin satıldığı bakkallar dışında yaşam belirtisi yoktu. Çocukluğumda Rıza Amca’nın dükkânında sıralı cam kavanozlarda sakladığı, değerli birer taş gibi parlayan ve çocukların gözlerini kamaştıran akide şekerleri ile özdeşleşen doyumsuz bakkal keyfini yıllar sonra burada yaşadım. Hatta bakkallardan biri canlı bir etnografya galerisi gibiydi. Duvarlarındaki raflara eski löküsler, bakır kaplar, siniler, eski kilimler sıralanmıştı. Bu sırada bakkaldan lastik pabuç vb. alan bir minibüsün yolcularını gerimizde bırakarak köye doğru sürdük.
     
Yol solda bıçakları ile ünlü Kuzca Köyü’nü işaret eden levhayı geçince bitti. Yoğun kar yağmış olduğu belli yolda hiçbir iz yoktu. Bircan Bey yolun burdan sonrasına devam edemeyeceklerini söyledi, telefonla alternatif yollar soruldu, tam o yola gidecekken karşımızdan az önce Söğütcuması’nda gördüğümüz minibüs geldi. Onlara nereye gittiklerini sorduk; “Dere’ye” dediler. “Yol zorlu” dedik, “biz gideriz” dediler. Tam aradığım fırsat, bu coğrafyayı en iyi buralarda doğup yaşamış yöre insanı bilir elbette. Değilse de elle gelen düğün bayram. Belediyecilere teşekkür edip minibüse atladığımda binlerce yılın tanışıklığı ile karşılandım, karşıladım. Minibüsün içi çantalar, çuvallarla patates, portakal, somun ekmeği, gübre, yem ve lastik pabuç, çizme doluydu.
          
Demin geri döndüğümüz yeri epey geçtikten sonra yol inişe geçince kaptan Mustafa Bey durdu. Yol daha önce yağmış karın buza çekmesi nedeniyle kızak gibiydi. Köylüler; “Biz inelim de sen şu kaygan yeri geç” deyip indiklerinde düşündü, düşündü. Yol geçit vermiyordu, Antalya’da yaşadığı ve haftanın belli günleri köye insan taşıdığı için nispeten sıcak olan Antalya havasından sonra böyle bir sürprizle karşılaşacağını kestirememişti besbelli. Tek çare 2 km. uzaklıktaki köydeki evinden zincir getirmekti. Az önce alınan plastik çizmelerden birini giyen bir köylü kaptanın evine yollandı. Bu arada dışarı çıkan bizler buz üzerinde zorlukla yürüyor, insanın içine işleyen soğuktan titriyorduk.


     

     
Ben yürürken yere tutunmak üzere ayakkabılarımla donmuş karla kaplı yerleri kırarken arkada parketmiş Murat arabadaki anne ile kızın gülümseyen gözleri ile karşılaştım. Onlara doğru gidince tanışıp sohbet ettik, bana kuruyemiş ikram ettiklerinde şimdi canımın patates kızartması ve sıcak bir çay istediğini söyledim. Minibüse zincir takılıp yola çıkacak duruma gelince bu genç aile ağırlık yapmam için arabada kalmamı rica ettiler. Kaptan da bu arada yolcuları dağıtmak üzere başka bir köye gidip geleceğini, gelene kadar bana birşeyler ikram etmelerini söyledi. Bu iki genç Kuzca’daki birinin annesi babası, diğerinin kaynana ve kayınbabasının yaşadığı eve vardığımızda seferber olup bana kuzinenin üstünde kaynayan su ile sıcak çay, küçük tüpün üstünde yaptıkları patates kızartması, süt, kurufasülye, yufka ekmeği ve şimdi unuttuğum binbir nimet ile bir sofra kurdular ki bunun soğukta o kadar süre mahsur kalmış bir insan için değerini ancak yaşayan bilir.
     
Bu sırada külkedisi masalındaki gibi süre doldu ve minibüs beni almaya geldi. Vedalaşıp ayrıldıktan 1 saat sonra köye vardığımızda saat 6 idi ve hava yeni kararıyordu. Minibüs son yolcuları bırakmak üzere köyün dışındaki köprüyü geçip dönmek üzere manevra yaptığında bu kez kara saplandı. Tam bir saat de bunun için mahsur kaldık. Yanımızda akan ve köye adını derenin sesi fırtına uğultusuna karışınca insan soğuğu daha fazla hissediyor. Köylülerin hayhuyuna ve bunca aksiliğe rağmen sükunetini bozmayan, sinirlerini ameliyatla aldırdığını düşündüğüm kaptan Mustafa Bey, babası ölünce kardeşlerinin yıktığı eski bir seren sahibi Ali Rıza amca ile bu son maceradan da kurtulup 7 saatte muhtarın evine geldiğimizde donmak üzereydik. Muhtarın eşi Hatice’nin güzel ellerinden çıkmış tarhana çorbası bize can kattı. Bütün gece köyden ve serenlerden konuştuk. Ertesi gün er sabah kapısını çaldığımız başka bir seren sahibi sahibine;

“ – Buralar ne kadar soğuk, Allah yardımcınız olsun” dediğimde söylediği görülecek şeydi;
“ – Gızım şimdi bir Gonyalı bene; “nerelisin?” deye sorsa biz Antalyalıyız demek meciburiyetindeyiz ama biz aslında Erzurumluyuz.”
        
Kışın dış dünya ile iletişimi bu kadar zor bir yer olduğunu yaşamasam bilemezdim. Köyde okul olmadığı için daha minicikken evlerinden koparılıp Kumluca’daki yatılı okula gitmek zorunda kalan Hasan ve seneye gidecek olan küçük kardeşi Rümeysa için üzülerek bu uzak köyden ayrılırken yaşlılara romatizmaları için başka kaynak kişilerden derlediğim doğal romatizma reçeteleri yazdım. “Yazın köye tekrar geldiğimde hastalarımı da yoklarım” diye şakalaşarak ayrıldığımızda Dereköy artık benim de köyüm olmuştu.
     
Serenlere gelince kar ve dondurucu soğuklardan onlara gidemedim, Kumluca Belediye’sinin arşivinde bulunan fotoğrafları ile yetinmek zorunda kaldım ama bu kadar yakınlarına gitmek bile yetti bana. Şimdi iş onları 8-10 Mart’ta başta meslektaşlarım ve mümkün olsa Sayın Valimiz başta olmak üzere yetkililere anlatmak ve yaşatılması için çareler aramakta..