8 Ekim 2013 Salı

BURASI DA ANTALYA



BURASI DA ANTALYA

İlk Yayın Tarihi: 28.02.2010
 

1-5 Şubat 2010 tarihleri arasında Kaş’ın Belenli ve Kumluca’nın Dereköy’ünde halk kültürü araştırması yaptım. Kaş’ın Belenli Köyü idari olarak Kaş’a bağlı ama coğrafi olarak Gömbe’nin çok yakınında. 2009 yılı Eylülünde Barak kilimleri ile ünlü Yeşilbarak Köyü’nde araştırma yaparken Belenli Köyü’nde bir çarık ustası olduğunu duymuş ve ve 2010 yılı araştırma programıma almıştım. Çarık ustası Kemal Kabaklı yazları Belenli Köyü’nde, kışın çocuklarının seracılık yaptığı Kınık’ın Ova Beldesi’nde kalıyormuş. Kendisi ve oğlu Salih ile Kınık’a bağlı Yeşilköy’de bir ayakkabıcı gencin dükkânında buluştuk.
     
Kendisi 7 yaşında çobanlık yaparken geçirdiği çocuk felcinden sonra bacaklarının canını yitirmiş. Bu nedenle okuyamayınca babası onu Gömbe’de bir ayakkabıcıya çırak olarak vermiş. Orada ustasından ayakkabıcılık yapım ve onarım tekniklerini öğrenmenin yanısıra kendine özgü bir yöntemle çarık yapmaya başlamış. O zamanlar halk o kadar yoksulmuş ki bırakın ayakkabı almayı, çarık bile lüksmüş. İşte Kemal Amca’nın tabaklanmış gönden yaptığı çarıklar insanların lastik pabuçlar içinde hamlayan ayaklara nefes aldırmış. 25 yıl gerek kendi köyünde gerek seyyar olarak köyleri gezerek olağanüstü bir gayretle yaptığı çarıklar Fethiye’den Serik’e kadar bütün köylerde ünlenmiş, insanlar hayır dua ile giymişler. Kemal Amca’nın öyküsü azmin ve aşkın hiçbir engel taşımadığına en güzel örneklerden biri. Kemal Amca’nın örnek yaşam öyküsünü ve sanatını daha uzun yazmak üzere şimdilik oradan Kumluca Dereköy’e doğru yollanalım.
         
    
 Dereköy Kumluca’ya 70 km. uzaklıkta ama ilçenin 2000’li rakımlardaki Beydağlarına uzandığı zirvelerde çetin bir köy. Köye Likya Tipi Mezar Anıtları lahitlere benzerliği ile tanınan doğal karakovanlar, Serenler için gidiyorum. Kültür ve Turizm Bakanlığımızca 8-10 Mart 2010 tarihleri arasında Side’de yapılacak olan “4. Halk Kültürü Araştırma Sonuçları Sempozyumu”nda sunacağım bildiri konum Antalya’nın dünyada başka örneği olmayan bu muhteşem yapıları.
     
Kışın en soğuk günlerini yaşadığımız o günlerde köye ulaşım en büyük sorundu. Kumluca Kaymakamı Sayın Salih Işık’a giderek araç konusunda yardım istedim. Kendisi sağolsun Belediye’den bir arazi aracı verilmesini sağladı ve köy muhtarı Kadir Korkmaz’ın “Yolda buz ve heyelan var gelemezsiniz!” uyarılarına aldırmadan iki belediye görevlisi ile öğlen 12’de yola çıktık. Biri aracımızı kullanan Bircan Bey, öteki av merakından dolayı bölgeyi karış karış gezmiş Mehmet Bey. Kumluca’nın soğuk ama güneşli havasından derece derece uzaklaşırken geçtiğimiz yerleri keyifli manilerle tanıttılar bana;

-Öznur Hanım, burası Gargadın.

“Garaşar, Gargadın, Güzle, Yürü Durgadın düzle.” ya da;
“Garaşar, Gargadın, Yörü Durgadın” diye tekerlemesi de vardır.
     
Havanın ne kadar soğuduğunu Söğütcuması’na vardığımızda verdiğimiz molada anladık. Bir çay içmek için bakındığımız köy meydanında vitrininde ilkin lastik sapanlar göze çarpan, köyde gereken birçok şeyin satıldığı bakkallar dışında yaşam belirtisi yoktu. Çocukluğumda Rıza Amca’nın dükkânında sıralı cam kavanozlarda sakladığı, değerli birer taş gibi parlayan ve çocukların gözlerini kamaştıran akide şekerleri ile özdeşleşen doyumsuz bakkal keyfini yıllar sonra burada yaşadım. Hatta bakkallardan biri canlı bir etnografya galerisi gibiydi. Duvarlarındaki raflara eski löküsler, bakır kaplar, siniler, eski kilimler sıralanmıştı. Bu sırada bakkaldan lastik pabuç vb. alan bir minibüsün yolcularını gerimizde bırakarak köye doğru sürdük.
     
Yol solda bıçakları ile ünlü Kuzca Köyü’nü işaret eden levhayı geçince bitti. Yoğun kar yağmış olduğu belli yolda hiçbir iz yoktu. Bircan Bey yolun burdan sonrasına devam edemeyeceklerini söyledi, telefonla alternatif yollar soruldu, tam o yola gidecekken karşımızdan az önce Söğütcuması’nda gördüğümüz minibüs geldi. Onlara nereye gittiklerini sorduk; “Dere’ye” dediler. “Yol zorlu” dedik, “biz gideriz” dediler. Tam aradığım fırsat, bu coğrafyayı en iyi buralarda doğup yaşamış yöre insanı bilir elbette. Değilse de elle gelen düğün bayram. Belediyecilere teşekkür edip minibüse atladığımda binlerce yılın tanışıklığı ile karşılandım, karşıladım. Minibüsün içi çantalar, çuvallarla patates, portakal, somun ekmeği, gübre, yem ve lastik pabuç, çizme doluydu.
          
Demin geri döndüğümüz yeri epey geçtikten sonra yol inişe geçince kaptan Mustafa Bey durdu. Yol daha önce yağmış karın buza çekmesi nedeniyle kızak gibiydi. Köylüler; “Biz inelim de sen şu kaygan yeri geç” deyip indiklerinde düşündü, düşündü. Yol geçit vermiyordu, Antalya’da yaşadığı ve haftanın belli günleri köye insan taşıdığı için nispeten sıcak olan Antalya havasından sonra böyle bir sürprizle karşılaşacağını kestirememişti besbelli. Tek çare 2 km. uzaklıktaki köydeki evinden zincir getirmekti. Az önce alınan plastik çizmelerden birini giyen bir köylü kaptanın evine yollandı. Bu arada dışarı çıkan bizler buz üzerinde zorlukla yürüyor, insanın içine işleyen soğuktan titriyorduk.


     

     
Ben yürürken yere tutunmak üzere ayakkabılarımla donmuş karla kaplı yerleri kırarken arkada parketmiş Murat arabadaki anne ile kızın gülümseyen gözleri ile karşılaştım. Onlara doğru gidince tanışıp sohbet ettik, bana kuruyemiş ikram ettiklerinde şimdi canımın patates kızartması ve sıcak bir çay istediğini söyledim. Minibüse zincir takılıp yola çıkacak duruma gelince bu genç aile ağırlık yapmam için arabada kalmamı rica ettiler. Kaptan da bu arada yolcuları dağıtmak üzere başka bir köye gidip geleceğini, gelene kadar bana birşeyler ikram etmelerini söyledi. Bu iki genç Kuzca’daki birinin annesi babası, diğerinin kaynana ve kayınbabasının yaşadığı eve vardığımızda seferber olup bana kuzinenin üstünde kaynayan su ile sıcak çay, küçük tüpün üstünde yaptıkları patates kızartması, süt, kurufasülye, yufka ekmeği ve şimdi unuttuğum binbir nimet ile bir sofra kurdular ki bunun soğukta o kadar süre mahsur kalmış bir insan için değerini ancak yaşayan bilir.
     
Bu sırada külkedisi masalındaki gibi süre doldu ve minibüs beni almaya geldi. Vedalaşıp ayrıldıktan 1 saat sonra köye vardığımızda saat 6 idi ve hava yeni kararıyordu. Minibüs son yolcuları bırakmak üzere köyün dışındaki köprüyü geçip dönmek üzere manevra yaptığında bu kez kara saplandı. Tam bir saat de bunun için mahsur kaldık. Yanımızda akan ve köye adını derenin sesi fırtına uğultusuna karışınca insan soğuğu daha fazla hissediyor. Köylülerin hayhuyuna ve bunca aksiliğe rağmen sükunetini bozmayan, sinirlerini ameliyatla aldırdığını düşündüğüm kaptan Mustafa Bey, babası ölünce kardeşlerinin yıktığı eski bir seren sahibi Ali Rıza amca ile bu son maceradan da kurtulup 7 saatte muhtarın evine geldiğimizde donmak üzereydik. Muhtarın eşi Hatice’nin güzel ellerinden çıkmış tarhana çorbası bize can kattı. Bütün gece köyden ve serenlerden konuştuk. Ertesi gün er sabah kapısını çaldığımız başka bir seren sahibi sahibine;

“ – Buralar ne kadar soğuk, Allah yardımcınız olsun” dediğimde söylediği görülecek şeydi;
“ – Gızım şimdi bir Gonyalı bene; “nerelisin?” deye sorsa biz Antalyalıyız demek meciburiyetindeyiz ama biz aslında Erzurumluyuz.”
        
Kışın dış dünya ile iletişimi bu kadar zor bir yer olduğunu yaşamasam bilemezdim. Köyde okul olmadığı için daha minicikken evlerinden koparılıp Kumluca’daki yatılı okula gitmek zorunda kalan Hasan ve seneye gidecek olan küçük kardeşi Rümeysa için üzülerek bu uzak köyden ayrılırken yaşlılara romatizmaları için başka kaynak kişilerden derlediğim doğal romatizma reçeteleri yazdım. “Yazın köye tekrar geldiğimde hastalarımı da yoklarım” diye şakalaşarak ayrıldığımızda Dereköy artık benim de köyüm olmuştu.
     
Serenlere gelince kar ve dondurucu soğuklardan onlara gidemedim, Kumluca Belediye’sinin arşivinde bulunan fotoğrafları ile yetinmek zorunda kaldım ama bu kadar yakınlarına gitmek bile yetti bana. Şimdi iş onları 8-10 Mart’ta başta meslektaşlarım ve mümkün olsa Sayın Valimiz başta olmak üzere yetkililere anlatmak ve yaşatılması için çareler aramakta..
    

2 Eylül 2013 Pazartesi

GELENEKLERİ VE GÜNDELİK YAŞAMLARIYLA ANTALYA TAHTACILARI




                                                                                    


Tahtacılar Âdem'in beşiğinden Kâbe'nin eşiğine kadar bütün yaşamımızı donatan ağacı kesen, işleyen, dönüştüren, kucaklayan insan topluluğunun adıdır. Ormanların onbinlerce yıllık ıslığını çoklayan, serin ardıç ve sedir ağaçlarının altında doğan çocuklarını güneşin tertemiz ışıklarıyla paklayan, kavruk yüzlerinde ve derin çizgilerinde ağaçların sırrını sonsuza dek saklayan, orman yangınlarında yürekleri ateşler içinde pır pır çırpınan, onları rızıkları için devlet eliyle kesmek zorunda oldukları zamanlarda gözyaşlarıyla helalleşen doğaya sevdalı insanlardır. Nasıl demirciye demirci, kalaycıya kalaycı denirse ormandan ağaç kesip biçen insanlara da “Tahtacı” denmiştir.

İnanç ve yaşayışları Şamanizm kaynağından yeşeren, Aleviliğin ve İslamiyet'in bazı insancıl unsurlarını da özüne katıp içselleştirerek kendi rengine boyayan Tahtacılar evrende Yaradan’dan ve doğadan gayrı bir güce pek de itibar etmemişlerdir.

Tahtacıların etnik kökenine ve uzak geçmişe ait kesin bilgiler bulunmamakla birlikte MS. 460'lı yıllarda yaşadıkları Asya topraklarından Oğuz'ları izleyerek Kafkasya’daki Gökçegöl ve Kazakistan'a, bir diğerine göre de Horasan ve Anadolu'ya geldikleri sanılmaktadır. Çoğunlukla ormanlarda yaşadıkları ve kerestecilik işiyle uğraştıkları için 13. yy.da  "Ağaçeri" 16. yy'dan sonra Osmanlı tapu tahrir defterlerinde "Cemaat-ı Tahtacıyan" ve daha sonra da "Tahtacılar" olarak anıldıkları görülmektedir. Ağaç, orman ve doğa kültü ile Orta Asya’dan getirdikleri inançların etkileri geleneklerinde hâlâ yaşamaktadır.

Cumhuriyete kadar göçebe, daha sonra yarı göçebe bir yaşamı sürdükten sonra yerleşik hayata geçmişler, tüm bu dönemler boyunca geleneklerini, kültürlerini ve dillerini korumuşlardır.

DOĞA VE AĞAÇ

Selçuklu ve Osmanlı'nın birçok kırım ve saldırısına uğramışlardır. Binlerce yıldır gerek egemen otorite, gerekse karşıt düşüncedeki insanlar tarafından sayısız haksızlık ve kıyımlara uğramalarına rağmen hiçbir zaman aynı yöntemlerle yanıt vermemeleri Onların yetiştikleri sevgi kültürü ve engin hoşgörülerinden kaynaklanmaktadır. Özellikle Osmanlı'da Yavuz Sultan Selim zamanında yaşanan kıyımlardan sonra doğaya daha bir sarılmışlar. Çocuklarının hıllangacı (salıncak) ağaçlarda sallanırken onlar rızıkları için helalleşip kestikleri ağaçları senit ve oklava ile ekmeğe dönüştürmüş, çorbalarını onun kaşıklarıyla, hayatın kaynağından akan serin suları mis kokulu çam ağaçlarından yaptıkları "çotura"larla yudumlamışlar. Yorgun bedenlerini pamuk bulamayıp har (defne) yapraklarıyla doldurdukları minderlerini her dertlerini çeken, enerji veren tahta divanlara serip dinlendirmişler.

-      Kızlarının çeyizini koyacakları işlemeli sandıkları,
-      Toprağın şifrelerini çözen yaba ve dirgenleri,
-      Atlarının peşinde dünyayı kıskandırırcasına dönen düvenleri, at arabalarını,
-      Katır ve eşeklerine kuşandırdıkları semerleri,
-      Harman yerinden “kehribar başaklı sap çeken” kağnıları,
-      Bebelerini ninnileri kadar sarmalayan beşikleri,
-      Hakk’a yürüyenler canlarını taşıdıkları “sal ağaçları”nı (tabut) ondan yapmış,
-      Dikenli ardıçtan oydukları sazları çalıp, “ceylanlarla samah tutmuşlar”...

 “Dağa çıksam ayısı var, kurdu var, düze insem sıtması var, derdi var!” deseler de kendileri için düzdeki tehlikenin daha ölümcül olduğuna karar verip, yıllarca dağdaki yırtıcıların dilinden anlamayı yeğlemişler, hem de ne zorluklarla...

Yaşadıklarının en güzel anlatımını 1979 yılında Süha Arın’ın yönettiği Altın Portakal Ödüllü “Tahtacı Fatma” belgeselinde buluruz. Antalya Tahtacılarını ele alan belgesel bu orman emekçisi insanların ne ekonomik, ne sosyal hiçbir güvence olmadan nasıl çalıştıklarını anlatır. Belgeselde yaşam şartlarının güçlüğünden dolayı kendilerini "ne ölü, ne sağ" olarak tanımlayan Tahtacılar; "Var mı pulun, cümlealem kulun. Yok mu pulun, cehennemdir yolun!" sözünün adeta kendileri için söylendiğini ifade ederler...

Bugün sıklıkla yaşadığımız orman yangınlarında canları pahasına ateşe atıldıklarını görürsünüz. Ormanın ne anlama geldiğini hiç kimse bir sedir ağacının dibinde dünyaya gelen Tahtacılar kadar bilemez.

Böylece 1920'lere gelindiğinde, ülkemizdeki orman varlığının giderek azalması,  makineleşmenin onların varlığını boşa çıkarması ve daha da önemlisi devletin zorlamalarına daha fazla direnememeleri nedeniyle o bilindik türküyü mırıldanarak birer ikişer ormanları terk ederler.

"Şu bizim yaylalar ne güzel yayla,
 Bir dem süremedim, giderim böyle,
 Ala gözlü pirim, sen himmet eyle,
 Ben de bu yayladan Şah'a giderim!.."

ANTALYA TAHTACILARI


   Ormanda ağaç kabuğu yonan Tahtacı Genci

Günümüzde Tahtacılar her ilde birkaç aile dışında çoğunlukla yerleşik hayata geçmişlerdir. Yaygın olarak Adana, Mersin, Antalya, Aydın, Balıkesir, Isparta, Muğla, Denizli, İzmir, Gaziantep illerinde yerleşmişlerdir.

Tahtacılar Antalya’da kırk kadar mahalle, köy ve yerleşim alanında yaşamlarını sürdürmektedirler. Gelenekleri ve yaşayışları itibarıyla diğer Alevi guruplara göre daha kapalı bir topluluk oldukları bilinmektedir. Bugün büyük oranda değişime uğramakla birlikte dıştan evlenmez ve dışarıya kız vermezler.

Antalya Tahtacıları Eseli, Enseli, Göğceli, Danabaş, Aydınlı, gibi oymaklara ayrılırlar. Bu isimler ya gelinen ya da yerleşilen coğrafyadan ya da yapılan işten veya kullandıkları eşya ve simgelerden dolayı verilmiştir. (Örn. Evci Oymağı Yörüklerin keklik kafesi şeklinde, keçeden yaptıkları ve “topak ev” denen evleri yaptıkları için bu adı almışlardır.)

Dağlarda 15 ile 20 çadırdan oluşan obalarda yaşamışlar. Her obanın orman idaresi veya tüccarla bağlantısını kuran Tahtacıların; “keye” dediği bir kâhyası varmış.  Kestikleri ağaçları işleyip tüccarlara kereste olarak satarak geçiniyorlarmış. Yazın yaylada, kışın sahilde göçebe, yoksul da olsalar mutlak bir düzen içinde yaşamışlar. Kışın kestiği ağacı yonup biçer, yaz boyunca kurutup taşınabilecek kadar hafifleyince de tüccara verirlermiş. Herkes kestiği keresteyi tüccarın kâtibine teslim eder sonra katırlarla Antalya'ya gidip tüccarla hesap görürmüş. Tüccara verilen kerestelerin de Suriye, İran ve Mısır gibi Arap ülkelerine gönderildiğini duyarlarmış.
        
Obada emek ve hak esas olmak üzere çalışılır, cem ve muhabbetlerle vakit geçirilerek sakin bir yaşam sürdürülürmüş. İnsanoğlunun genlerinde var olan hırs, öfke gibi olumsuz duyguların depreşmesi ya da kız kaçırma gibi aile hayatını etkileyecek olumsuz durumlar sonucu kavga ve anlaşmazlıklar olduğu zamanlarda da bu sorunları mümkün mertebe resmi kanallara ulaştırmadan kendi aralarında çözerlermiş. Bu yerel mahkeme "Gürüf" denen küçük cem ayinlerinde görülür.

TOPLUMSAL YAŞAM, İNANÇ VE İBADET




Kültür ve geleneklerinde en temel değer "insan ve doğa sevgisi"dir. Evrenin bütününden başlayarak Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'ten Atatürk'e, Hacı Bektaş'tan Abdal Musa'ya kadar insanlığa hizmet etmiş, yol göstermiş herkese sevgi ve saygı duymuşlardır. Okumaya, öğrenmeye, bilime ve sanata aşinadırlar.

Dilleri; Öz Türkçedir. Binlerce yıldır dağlarda ve egemen kültür etkisinden uzak yaşadıkları için dilde ve sözlü kültürde Arapça - Farsça etkisinden en az etkilenen kültürlerden biridir. Bu nedenle de; "Türkçeyi en iyi koruyan ve yaşatan topluluk" olarak anılırlar.

Tahtacılar diğer Alevi topluluklarında olduğu gibi ibadetlerinde bir kıbleye dönmek yerine yüzyüze kendi deyimleriyle "cemal cemale" ibadet ederler. Çünkü onlara göre insan Yaradan’ın yeryüzündeki yansımasıdır.   
        
 
Aleviliğin temel anayasalarından biri olan “eline, beline, diline sahip ol” ilkesi gibi "yıktığın varsa kaldır, döktüğün varsa doldur, ağlattığın varsa güldür" esası uyarınca kavga eden, kırılan, sorun yaşayan kişi ve aileler bu cemde bir araya getirilerek aralarındaki sorun haklının hakkı teslim edilmek suretiyle sessizce çözülür. "Hatır kalır, yol kalmaz" sözünde bayraklaşan bu toplumsal kurallar kesindir. Kimse "falanca küsmesin, filanca üzülmesin!" diye bu anlamda gördüğü düzeni bozacak davranışı gizleyemez. Eğer bu alınan toplumsal kararı taraflardan biri kabul etmezse bu kez en büyük ceza verilir, “Düşkün” edilerek toplumdan dışlanır. Kimse toplumdan ayrı yaşayamayacağı için mecbur kabul edermiş. Dağbaşında bir Tahtacı ailenin kibrit isteyecek bir kapısının olmamasını düşünsenize! Bu düzen öyle muazzam işlermiş ki, can kaybına neden olan büyük olaylar dışında her küçük kırık yen içinde kalırmış. Bu nedenle neredeyse idam gerektiren olaylar dışında çatışmalar resmi kurumlara yansıtılmazmış.


Antalya - Elmalı - Akçaeniş Köyü'nden
          Mürebbi Hamza TANAL


Dağda orman arazisi içinde çalışacakları alana yakın bir yerde devlet arazisinde yurt tutup çadırlarını kurarlarmış. Bu yerleşim ile hem ortak yaşam, toplumsal ilişkiler ve yardımlaşma hem de can ve mal güvenliği sağlanırmış. Toplumsal yardımlaşma da son derece düzgün işlermiş. Mesela yoksul bir göçebenin işi bitmediğinde “el üşüştürülüp” imece ile tamamlanır, ya da bir başkasının tek katırı öldüğünde hemen obada para toplanıp ona karşılıksız verilerek yarası sarılırmış.
          
Bütün Aleviler gibi yıllarca ibadetlerini gizli yapmak zorunda kalmaları, bu yüzden haksız suçlamalara uğramalarına rağmen Tahtacıların uzun süre ıssız dağlarda yaşamalarının dillerini ve sözlü kültürlerini koruma ve aktarmada olduğu kadar inançlarını özgürce yaşamalarında da büyük fayda sağladığı ortadadır.

İnançları genellikle perşembe geceleri yapılan Ayin-i cemlerde yerine getirilen 12 hizmet esasına dayanır. Yanyatır Ocağına bağlı dedeler veya onların görevlendirdiği yerel dini lider mürebbiler önderliğinde kurbanlar kesip cemlerde bu 12 hizmeti yerine getirirler. Bu cemlere girmek için en temel şart her bakımdan temiz olmaktır. Cem kişinin ilkin kendinden sorulduğu, yargılanmadan özünü dara çekebileceği bir mahkeme, İnsanı Kamil’e ulaşma yolunda atılacak adımların ipuçlarının verildiği bir okuldur. Bu mahkeme insana kendini sınama, okul da en ideal benliğe ulaşma fırsatıdır. Kişi cemde edindiği öğretiler ışığında edep, erkân ve yol kurallarına göre yaşayıp “insan” olmakla aykırı olup dışlanmak arasında bir tercih yapar. Bu da öncelikle tek tek insanları sonrasında da toplumların yapısını belirler. Onlardan istenen aslında insanlığın evrensel idealinden başka bir şey değildir:

Din (gizlice dinlenen konuşma) dinleme,
Gov govlama,
Gıybet eyleme,
Elinle koymadığını elleme,
Gözünle görmediğini söyleme,
Gözünle gördüğünü eteğinle ört,
Kendine hoş gelmeyen şeyleri başkalarına reva görme,
Eline, beline, diline sahip ol...

Tahtacı inancında en önemli unsurlardan biri de “Müsahiplik” kurumudur. “Yol Kardeşliği” anlamına gelen bu kardeşlik bel kardeşliğinden bile üstün tutulmuştur. Çünkü insanın tabiatıyla kendi kardeşini seçme şansı yokken burada vardır. Bu kurumda birbirini tanıyan ve anlaşan ikrarlı iki aile, toplumun ve dedenin de onayı ile yine dedenin olduğu cemde kurban keserek müsahip olurlar. Bu kardeşliğin koşulları oldukça ağırdır. Yol kardeşi olan iki ailenin çocukları da kardeş sayılır ve evlenemezler. İki ailenin her birinin evine ne alırsa diğer eve de alması, para alıp verirken saymaması, birinin lideri ölürse diğerinin bakması gibi maddi unsurlar yanında birbirlerinin günahlarından da sorumlu olmaları inancı vardır. Bu yolla hem muazzam bir toplumsal dayanışma hem de toplumsal kontrol sağlanır. Sahip çıkmak anlamına gelen Müsahipliği alışmak, aşina olmak anlamına gelen Aşınalık, yolundan gitmek anlamında Peşinelik ve bu sanal akrabalıklar yoluyla çakıl taneleri gibi çoğalmak amacı taşıyan Çiğildaş veya Çingildaşlık kurumları izler. Bu dört aşamalı oluşum Alevilikteki; Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat gibi dört kapıda yoldaş olmakla eşleştirilmişlerdir. Cem töreni dedenin okuduğu şu dua ile sona erer;

“Oturan duran, govsuz gıybetiz evine varan, uzakan-yakınan, zahiren-batınan sağ yatan selamet kalka…”

İbadet için seçtikleri kutsal yerler göçebe zamanlarında ulu ağaçlar, genellikle “Şah” diye adlandırılan ardıçlar, yerleşik hayata geçtikten sonra da Abdal Musa, Hacı Bektaşı Veli gibi Alevi Bektaşi ulularının makamlarıdır.

Tahtacı toplumunda cemlerde veya günlük yaşamda “kararında” dem veya dolu denilen bade alma geleneği vardır. Bu geleneğin kaynağı Hz. Muhammed’in de katıldığı kırklar meclisinde ezilen bir üzüm tanesinden hepsinin mest olduğu inancına dayanır.

Kadınlar Tahtacı kültüründe çok değerlidir. “Kadınlarına dişi değil kişi olarak bakan Tahtacılar” günlük yaşamdan ibadete, düğünden cenazeye yaşamın her alanını kadınlarıyla yan yana yaşayıp işi ve aşı, sevinci ve kederi paylaşırlar. Tahtacı kadınları genellikle modern görünüşlü, ak benizli, topak burunlu, renkli gözlü, güzel kadınlardır. Bu hallerinden etkilenen Ömer Bedreddin Uşaklı bakın bunu dizelere nasıl dökmüş;


TAHTACI GÜZELLERİ

 

























 Tez denen düzenekte ağaç biçen Tahtacı kızları. 
                     Ali AKSÜT Arşivi


Güneşi baltalarının ucunda taşıyarak

Buradan daha çok uzak bir ormana gidiyor

Tahtacı güzelleri.



Kırmızı, al, yeşil, mor fistanları rüzgârın elinde bir bayrak;

Gür siyah saçlar, gümüş paralarla karışık omuzlara dökülmüş,

Çam kokusuyla dolu, taşkın göğüsler açık,

Türkülerle gidiyor, Tahtacı güzelleri.



Al, kırmızı, yeşil, mor fistanları rüzgârın elinde birer bayrak,

Semiz katırlarıyla yapraklara basarak,

Ormanlardan ormana,

Türkülerle gidiyor, Tahtacı güzelleri.

Yemyeşil ormanların baştacı güzelleri...


En bilinen özelliklerinden biri de misafirperverlikleridir. Örneğin bizim köyde biri babam ve annem tarafından 25 sene gözetilen iki köy odası vardı. Buraya gelen çerçiciler, abdallar, yolcular ve onların hayvanları doyurulup barındırılırdı.

Tahtacı Kültürünün olmazsa olmaz ögelerinin başında samah denen törensel dans ve müzik gelir. Muhabbet ve cemlerde samahın değişik türleri uygulanır. Geleneğin bunca yıldır yaşamasındaki asıl sır dini öğretinin ve törenin günümüze kalan sözlü kültür ürünlerinde yaşatılarak nesilden nesile aktarılmasıdır. Dini öğretilerin gelecek kuşaklara aktarılmasında Alevi şiiri "Nefes" ve "Deme"ler büyük önem taşımaktadır.

Yaşamın mutlak gerçeği ölümü çok büyük bir olgunlukla karşılarlar. Çünkü Tahtacılarda ruhun bir bedenden diğerine geçmesi demek olan Tenasüh ve Tanrı'dan gelerek tekrar Tanrı'ya dönmesi anlamına gelen Devriye inancı vardır.  Ölüm bir son değil, aslına yani yaradana dönülen yeni ve sonsuz bir yaşamın başlangıcıdır. Bu inanç ve uygulamalar Alevilikteki; insanla Tanrı'nın birlik içinde olması, tanrının evreni ve insanı yoktan var etmesi değil, kendisini görünür hale getirmesi demek olan Vahdet-i Vücut inancı ile de uyum içindedir. Bu nedenle ölüm yerine “Hakk’a Yürüme” ibaresi kullanılır. Bu yeni yolculuğa ondan mahrum kalmanın acısını gizleyemeden saz ve curanın tın tınları eşliğinde ağıt gaydaları ve yakımlar yakıp söyleyerek eşlik ederler. Özellikle kadınlar bunu daha içli yaparlar. Bu nedenle küs bile olsa ağıtçı kadınlar ölülere çağırılırlar. Bu ağıtçı kadın geleneğinin Altaylarda ve Kızılderililerde de var olduğu ve hâlâ yaşadığı bilinmektedir. Antik dönemde de bazı vazo resimlerinin üzerinde ve lahit ağıtçı kadınlar betimlenmektedir.

Antalya - Elmalı - Akçaeniş Köyü'nden
                  Ayşe TANAL


Tahtacıların ölümü algılayışlarındaki bir diğer özgün unsur Hakk’a yürüyen canın bu yeni yaşama tam tekmil hazır, giyinik olarak gönderilmesidir.

Tahtacılarda antik dönemlerin izlerinin görüldüğü geleneklerden biri de mezar kazarken kemik çıkarsa mezara metal bir para konarak “mezar yerinin eski sahibinden satın alınacağı” inancıdır. Bu para geleneği antik dönemde Ölüler Ülkesi Hades’e giderken geçeceği Akheron Nehri’ndeki Kayıkçı Kharon’a verilmek üzere ölenin dilinin altına konması şeklindedir.

Onların çalışkanlık, doğruluk, kadına değer verme, hayatı hakkını vererek yaşama, inancının arkasında durma, ölümü büyük bir olgunlukla karşılama gibi sahip oldukları evrensel değerlerin sonsuza dek yaşaması ve tüm insanlığı sarması dileğiyle, sağlıcakla...

Öznur TANAL
Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü
Halk Kültürü Araştırmacısı


CEVİZ AĞACINDAN TÜRKÜLER YAKMAK



İlk Yayın Tarihi
30.08.2009


     Siz hiç ceviz ağacından Muhlis Akarsu gördünüz mü? Ya Pir Sultan, Aşık Veysel?... Yanıtınız hayır ise, siz de şairin dediği gibi ceviz ağacının farkında olmayanlardansınız. Laf aramızda O'nu tanıyana kadar ben de öyleydim. Yani ceviz ağacındaki “sırrı” yirmi yıl önce fark eden biriyle, Veli Demir’le tanışana kadar. Gelin siz de "tanış olun" O'nunla. Tabii ceviz ağacından daha neler yapıldığını da öğrenmiş olursunuz. Haydi o zaman Toroslar'a, Kızlarsivrisi'nin eteklerine doğru varalım...

    

   
            Veli DEMİR - Öznur TANAL    

Antalya'nın Elmalı İlçesi'nin, Akçaeniş Köyü'nde pek kimsenin bilmediği, toprak gibi üretken, alçakgönüllü bir insan yaşar. Adeta sessizliğe bir övgüdür onun yaşamı. Bunu kanıtlarcasına sade giysisi, yılların yoksulluğu ve yaşanmışlığının izlerini taşıyan, işlediği ağaçlara sevdiğinden daha çok dokunan iki hünerli eli, genellikle işe dalıp gittiği zamanlarda uzandığı sigara dışında kusuru olmayan on sihirli parmağı, çakmak çakmak gözleriyle dünyayı her sabah yeniden yontar Veli DEMİR.
     

Gözünü açtığı gün içine doğduğu, akıl baliğ olur olmaz rengine boyandığı orman işçiliğine bir ömür vermiş Veli Amca. Bu yüzden geç başladığı öğrenim hayatını, 16 yaşına ve ancak ilkokul üçüncü sınıfa kadar sürdürebilmiş. Emektar karısıyla yıllar yılı o dağ senin bu koyak benim önceleri golastar ( bir tür el bıçkısı ), balta ve ip,  sonrasındaysa “Still” ağaç motoru ile devirdiği çamların, katranların canına karşılık kazandıkları üç kuruşla kuzularına can taşımış.

    

 
                Yayık yayan kızlar

Nice yıldan sonra bu işlerin tadı kaçıp toprağa yerleşince bir süre daha kışın ormana yazın tarlaya yollanmış. Günlerden bir gün, böyle giderse "tekerin taşa çabuk dayanacağı"na kanaat getirip bir avuç toprağını artık baba olan oğluna bırakmış ve kendini emekli etmiş. Böyle insanlar köyde ya köşesine çekilir ya da köy kahvesine ucu açık uzun bir abonelikle "ekmeğini taştan çıkarır"mış. Ama o bunu becerememiş. Sigarasının dumanıyla yalnız kendini zehirlemekle yetinip yaslanıp arkasına, kapamış gözlerini. Hani film şeridi gibi derler ya, yaşadıklarını düşünüp yaşamadıklarını düşlemiş bir bir. Sonra da yüzlerce yıldır içine doğduğu dünyanın, gündelik yaşamın tek belirleyeni olan ağaca tutunmuş. Çünkü adlarına; “Ağaçeri” veya "Tahtacı" denen bir geleneğin, dahası yaşama biçiminin bir halkası O.
     
Bir eline ceviz ağacından bir parça, diğerine de keskin bir çakı almış ve başlamış yontmaya. Önceden hiç görmediği, belki de yalnızca televizyonda izlediği ağaç oymacılığı onun için dünyanın merkezi oluvermiş o an ve sonrasında.  Her insanın kayıp kıtasını keşfettiği bir an vardır ya, Veli Demir’in kayıp kıtası da ceviz ağacı işte. Yontarak ve kazıyarak şekil verdiği ağaçlara duyarlılığı O'nun düş gücüne de yansımış.
     

Kendi tabiriyle "vakitlerini gatlamak" için bir yol bulmuş ve bu sert ağacı insan ve hayvan suretlerine çevirmeye uğraşmış. Zor olmasına zormuş şekil vermesi, hele bir de kuruyup sırlandı mı adeta taş kesilirmiş ama bir o kadar da uzun ömürlüymüş ceviz, tıpkı onca yoksulluğa rağmen benizleri çıra gibi yanan Tahtacılar gibi. Alışılmış işlerden yani senitten, oklavadan, beşikten başka şeylermiş düşlediği. Hayatın içinde yaşayanlar, yaşatanlar. Bir süre sonra hısım gibi oldukları, evlatlarıyla bir tuttukları "malları" hayvanlar, egemen idareye boyun eğmeyip kendini doruklara vuran Türkmen kocaları, yaşamın her alanında erkeğinin yanı başında duran buğday benizli bacılar, çoğu okul yüzü görmeyen, katırların üstünde dağdan dağa taşıdıkları kavruk yüzlü çocuklar, yağız delikanlılar, elma yanaklı genç kızlar. Kısacası koca bir gelenek, binlerce yıllık kültür, onun ellerinde hayat bulmuş yeniden. Sütbeyaz "mayaları", açık tenli anaları;  ceviz ağacının açık renkli yerinden, kara yağızlarını koyu tarafından yapmış. Üstelik öyle elektrikli aletlerle değil, sadece keskin bir bıçak, eğe, törpü ama illa gözlerinin feri, elleri, parmakları ve yüreğinin gücüyle. 

    
     
                         Bir yörük çadırı

Bu yolda da "elinden emekli" olacakmış ama bu kez sabır mayasıyla çoğaltılmış sevgi hamuruna hayal gücü ile şekil verip, gerçeğin ta kendisini üreterek. 20 yıl önce böyle başlamış Veli Demir’in ağaç yontma tutkusu. Ağaçlardan vücuda gelen varlıkların söz sahibi olduğu, kendini dış dünyanın velvelesinden çekip yarattığı kavruk yüzlü, çalışkan, sanatçı insan ve hayvan figürleriyle bezenmiş, oyuncuktan, masum bir dünya. 
     
Bu dünyada neler, kimler yok ki? İlk önce bir öküz ve kağnı ile başlayıp işe, koyulmuş yola. Daha sonra yenileri katılmış kervana. Atlar, develer, katırlar…
     
Ehil hayvan sahipsiz olur mu? Katırın yuları sırtına kolanlarla çocuğunu yüklenmiş bir Tahtacı kadının eline geçmiş. Üstüne senidi, oklağayı (oklava), sacayağını, bıkcıyı (bıçkı), beşiği, yatakların konduğu şeridi, baltayı, tahrayı (ince dalları kesmeye yarayan metal keski), sacı, "çotura"yı (çam ağacından oyulmuş su kabı) velhasıl "Tahtacılığa" veya "İşlemeye" giderken götürecekleri yaşama dair her şeyi yüklemişler, başlamış çekmeye. Katırın peşi sıra da kocası düşmüş, omzunda golastarla Ana Tanrıça Kültü'nü kutsar, anaerkil yaşamı yad eder gibi.

                                                           

Altına da kendi yazdığı şu şiiri eklemiş:
Tahtacı Göçü 

Hızar yoğudu ilçelerde illerde,                             
Bütün yük kollarda, dizlerde,
İşde böyle çalışdık dağlarda, köylerde,
Bunu için "Tahtacı" denmiş bizlere,

Sanat zor, insanı eder hurda, 
Dileğim o günler dönmesin yurda,                               
Nice kişileri düşürdü derde                 
Yitirdi Kul Veli gençliğini kimbilir nerde?

Tahtacı olur da türküsüz, samahsız kalır mı? Muhlis AKARSU sazını kapıp gelmiş, sanki onlara değil de kendine yakmış ağıdını;

Ölse kimin umurunda,           
Kimsesi yok garip, garip.
Aynı benim durumumda,
Kimsesi yok garip, garip.

     
Uzun ince bir yoldan Veysel uzanmış, çağlar ötesinden Pir Sultan gürlemiş, başından da dik, kararlı kaldırmış sazını.
     
Daha bir kudretle kesmeye başlamış Ağaçerleri "Tez"e çektikleri latayı.

Canlar coşagelip, semaha durmuş;


 "Yükümüzü bir katır taşır da, keyfimizi kırk katır taşıyamaz" dercesine.
 

Yayık yayan bacılar yetişmiş imdatlarına boğazı kuruyan ozanların, muhabbete pervane canların, takati kesilen göçmenlerin.
      

Bir gelin bulgur yarmaya başlamış el taşında,  arpa unundan aş etmek için.

     Onları her ne kadar oyuncağını elden bırakmayan çocuk gibi gözünden sakınıyorsa da duyup gelenlerden almak isteyen olursa ağacı bulmakta güçlük çekmediği ve yalnız tutkalına para verdiği için uğraştığı gün sayısının düşük yevmiyesi karşılığı verebiliyor Veli Amca. Onlara oyuncak ya da bebek denmesine de gönlü razı olmuyor. O'nun gözünde hepsi sanki kendi yaşadıklarını hemen yanıbaşında evam ettiren, kendi yazdığı şiir ve demeleri duyan, yürekleri aynı türkülerde titreşen birer yetişkin.

     
     Dedik ya, 15-20 yıl olmuş bu işi yapmaya başlayalı. Yakın bir zamana kadar insancıkların minyatür giysilerini eşi dikerken "gözleri almaz" olunca o işi de kendisi yapmaya başlamış, enteresine (üçetek), etekceğine (üçeteğin üstüne giyilen beli lastikli basma etek), düğmesine, çorabına ve çarığına kadar. Saçından saç, sakal yapmış onlara. Sonra da hayatı hep bu erdemli kahramanlarının masum gözlerinde izleyip, işinde gücünde hallerinin peşine takılmış.
 

     Bir yaştan sonra farzmış gibi gidilen kahve köşelerinde çürüyen zamana değil kendini yeniden vareden büyülü bir evrenin değirmenine su taşımış ve taşımakta. Üstelik köyünde bırakın kendisinden öğrenmeye çalışmayı, bu işi yaptığını bilen, öğrenmek isteyen pek az kişi varken. 
     
     Gelin bir kova su da biz dökelim değirmene de O ve O'nun gibilerin kadri yaşarken bilinsin, yaratıları elden ele, Veli DEMİR'ler gönülden gönüle çoğalsın. O'nun binlerce yıllık tarihin ve kültürün özünden damıttığı masum oyuncaklarıyla dünyayı çocuk yüreği rengine boyayalım.
                                                                                                              


ANADOLU'NUN VE SEVGİNİN DİLİ TAHTACILAR




     

     Etnik kimliği ile Türkmen, dinsel kimliği ile Alevi olan Tahtacılar bugün sahip olduğumuz bilgilere göre Ortaasya'dan gelip Anadolu'ya yerleşen Oğuz Boylarının en eskilerinden biridir. Kültürleri, yaşayışları, müzikleri, samahları, anlatıları ve geleneklerinde temel değer önce "insan ve doğa sevgisi" olmak üzere, Türkmenlik ve Türkçedir. Bu nedenle Onlar "Türkçeyi en iyi koruyan ve yaşatan topluluk" olarak anılırlar. 

     Bazı geleneklerinde antik dönemin izleri görülür ancak binlerce yıldır dağlarda ve egemen kültür etkisinden uzak yaşadıkları için dilde ve sözlü kültürde Arapça - Farsça etkisinden uzak kalmışlar, günlük dilinden duasına, samahından nefesine kadar bütün sözlü anlatılarını öz Türkçe ile yapmışlardır. Dualarına "Gülbenk" ya da "Hayırlı" denir ve günlük dille ifade edildiği için herkes tarafından anlaşılıp onaylanır, yaşanır. Örneğin sofralar kurulduktan sonra "Destur Gülbengi" denen kısa bir dua, lokmalar yendikten sonra da: 

     "Bismişah, Allah Allah. Nimet-i devlet ziyade ola. Er Hak bereketini vere. Yiyenlere nur ola. Yedirenlere delil ola. Nimet-i Celil, Bereket-i Halil. Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin. Bir nimet-i nur ola. İçtiğimiz tahur ola. Ocaklarımız mamur, gönlümüz pirnur ola. Düşmanlarımız hor ve mahkur ola. Cömert lokma sahibi ve bilcümle bendeğeni Ali resul, cümlenin yüzümüz ak, gönlümüz pak, düşmanlarımız helak ola. Dertlere deva, hastalara şifa, borçlara eda ihsan eyleye. Hz. Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli Efendimizin daim himmetleri, kerametleri, safa nazarları uzakan, yakınan, bahıran, batınan üzerimizde hazır ve nazır ola. Çağırdığımızda destigir olup imdadı rest ola. Üçler, beşler, yediler, onikiler, kırklar, üçyüzatmışaltılar, binbirler, yolundan, dergâhından ayırıp, şaşırıp, düşürmeye. Kutb-i Âlem, Zat-ı tamam, hayat-ı müdam, destigir-i oniki imam. Allah cömert lokma sahiplerinin kurbanlarını kabul eyleye, muratlarını hâsıl eyleye. Gerçek erenler, evliyalar demine Hu diyelim Hu, Mümin-e YA ALİ." diye dua edilir.

    Tahtacı ozanlarından Âşık Mehmet Civaroğlu bu Türkçe sevdasını şöyle dile getirir:

Sayın hocam bana sual sorarsan,
Arapça anlamam Türkçe sor bana.
İnançlarım için gönlüm kırarsın,
Fesattan usandım, sevgi ver bana.

Neslin Türk soyundan lisanın Arap,
Mekke Medine'de Necef'te durak,
Allah bir Muhammed Ali dersen Hak,
Bunu görmez hala dersin "kör" bana.

Kuran doğru söyler yanlış gitmedim,
Doğa yol gösterdi gezdim yitmedim.
Beş vakit kırk rekât inkâr etmedim,
Bunu göremeyen olmaz yar bana.

Âşık Mehmet serin eser havası,
Toroslar Gökbel'e uzar yaylası.
Âşık da kelamı söyler böylesi,
Sevgi kılavuzum, erkân sır bana. 

(Şiir tarafımdan düzenlenmiştir.) 

     Bu nedenle okumaya, öğrenmeye, bilime ve uygarlığa aşinadırlar. Okuma oranının yüksek olması onların dünyaya bakışları yanında duruşlarını da belirler. Hemen bütün insanların bildiği ve yinelediği ünlü sözdür: "Aleviler Türkiye'nin Batıya bakan yüzü, demokrasinin ve laikliğin sigortasıdır." 

     Sadece dilde değil yaşamın her alanında sevginin bütün hallerini yaşar, yaşatır Tahtacılar. Dedik ya insan ve doğa sevgisini kendine rehber eder, yaşamın bütününe bu pencereden bakar diye. Bu inancı evrenin bütününden başlayarak Hz. Ali ve Ehli Beyt'ten Atatürk'e, Hacı Bektaş'tan Abdal Musa'ya doğaya yararlı hizmetlerde bulunmuş, bulunan ve bulunacak olan her canlıda somutlaştırabiliriz. Bütün varlıklara gösterdikleri sevgi ve özen yaşama bakışlarının da resmidir.
 
     Onbinlerce yıldır gerek egemen otorite, gerekse karşıt düşüncedeki insanlar tarafından sayısız haksızlık ve kıyımlara uğramalarına rağmen hiçbir zaman aynı dille yanıt vermemeleri, taş atana gül atmaları onların engin hoşgörü ve umudundan başka hiçbir şeyle açıklanamaz.
    
     Onlar insanlığa kavgadan, savaştan, cana kıymadan tamamen uzaklaşıp kendilerine bunlardan yalıtılmış bir dünya kurmuşlar, yerleşik düzene geçip insan içine karıştıkları 1950'lere kadar hiçbir sorunlarını devletin mahkemelerine taşımadan kendi içlerinde, uzlaşmacı yöntemlerle çözmüşlerdir. Bu nedenle Anadolu'nun dost canlısı, barışsever, güzel bir rengidirler. 

     Yüzyıllardır egemen, yanlı kültüre itibar etmeden kendi değerleriyle bağımsız yaşamaları adeta Mustafa Kemal'in "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" sözüne kaynaklık eder gibidir. Onlar asıl savaşın insanlığa hizmet etmede yapılmasının gereğine inanırlar. 

Göremiyor isem gerçek varlığı,
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar.   
Sanat edindiysem sahtekârlığı,     
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar?

İnsanlık giderken hep ileriye, 
Bizler inadına kaldık geriye,
Gelmedikçe cehaletten beriye,
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar?

Kemaletten hidayetim olmazsa,
Marifet suyundan kabım dolmazsa,
Benden insanlığa eser kalmazsa,
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar? 

Gayet inatçıysam gayet zorbalı,   
Gündüz tespihliysem, gece kavgalı,         
Olmadıkça insanlığa faydalı,         
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar. 

DAİMİ'yim nefse galip olmazsam,
İlme fazilete talip olmazsam,
Ele, bele, dile sahip olmazsam
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar.

İnsan sevgisi ve saygısı en çok ibadet ettikleri cemlerde hayat bulur. Tahtacılar diğer Alevilerde olduğu gibi ibadetlerinde bir kıbleye dönmek yerine yüzyüze kendi deyimleriyle "cemal cemale" ibadet ederler. Çünkü insan yaradanın yeryüzündeki yansımasıdır. 

Yunus'a sormuşlar;
" - Kâbe'yi mi yıkarsın bir gönülü mü? Demiş ki;
" - Kâbe'yi yıkarım. Çünkü Kâbe Hazeroğlu İbrahim'in inşası bir taş duvar. Gönül ise Hakkın tahtı, Hak gönüle baktı. Her kim ki gönül yıktı, Hakkın tahtını yıktı."  

Hiçbir gönülün yıkılmadığı bir yaşam dileğiyle, sağlıcakla.