10 Kasım 2017 Cuma

SEVGİDEN BİR DÜNYA İÇİN




Sevgiden bir dünya kurmalı yeniden,
Kedilerin bakışlarından, kokusundan çocukların..


Annelerin üzerine kudretten bir örtü germeli,
Kanatları birbirine kenetlenmiş gibi kuşların..


Bütün "okul"ları kökten yıkmalı,
Duvarları yaşam derslerine engel olmasın diye karıncaların..


Dümdüz edilmeli sınırlar,
Uçları bir bir ateşe verilmeli bayrakların..


Alabildiğine meraklı, çıkarsız ve kararlı,
Bir mücadele ile gidilmeli üstüne karanlıkların..


Dünya sarı öküzün boynuzundan alınıp bilime verilmeli,
Yeter olmalı baskısı "kör inanç"ların..


Elinin değdiği yere ağaç dikmeli,
İadesini ister gibi toprağa düşen canların..


Doğaya kıyanların elleri bağlanmalı,
Hesabı sorulmalı masum varlıklara yüklenen ağırlıkların..




Sevgi için olmalı bunca çaba, telaş,

Canına ot tıkamalı "tehlikeli çıkar"ların..


Her yağmurla aşk yağmalı yeryüzüne,

Bentlerini yıkmalı önü kesilen sevdaların..


Herkes aynı anda cesaret üflemeli,

Üstüne kül serpilmiş umutların..

Umutlar her yerde bizi bekliyor umutla..

Gidin, varın..

Gidin, varın..

Öznur TANAL


31 Ekim 2017 / ANTALYA






19 Eylül 2017 Salı

ANTALYA TAHTACILARI'NDA BAZI HALK İNANMALARI ve HALK HEKİMLİĞİ UYGULAMALARI

ANTALYA TAHTACILARI'NDA BAZI HALK İNANMALARI ve HALK HEKİMLİĞİ UYGULAMALARI


                                                                                                            Öznur TANAL

         
Antalya Tahtacıları'nda çeşitli hastalıklar veya doğaüstü güçlerle ilgili yakınmalara karşı yapılan, genel olarak halk arasında "Tılsım, Hurafe, Sanaka" gibi adlarla anılan her türlü inanma ve bunlar için uygulanan pratiklere "Urasa veya Ürüsüm" denir.

HAMİLELİK ve DOĞUM ÖNCESİ:

-      Çocuğa kalmamak için kadınlar "Allah Emri" dedikleri cinsel ilişkiden önce rahimlerine aspirin koyarlarsa hamile kalmayacaklarına inanırlar.

-      Hiç çocuğu olmayan veya oğlan çocuğu doğurmayan kadınlar asla yerilmez.

-   Çocuğu olmayan kadınların çocuğunun olması için dilek dilemeye gidilen yatırlardaki dilek ağacına bezden iki ucu bağlı, hamak şeklinde bir salıncak kurulur. Bu salıncağa yavaşça atılan taş salıncağı sallarsa kadının çocuğunun olacağına, sallamazsa olmayacağına inanılır.

-      Çocuğu olmayan kadınlara küllü su içirilip yüksek bir yerden atlatılır.

-    Çocuğu durmayan kadına "Tıbıkalı" derler ve Kaklıktaşı Köyü'ndeki hocaya bu durumdaki kadın için muska yazdırılır. "Yılan avı" ( yılan tam yiyeceği sırada ağzından alınan yem ) yastığına dikilir. (Mersin Kızılkaya Köyü)

-      Çocuğu yaşamayan kadının çocuğunu iki ihtiyar kucağına alıp gezdirir. Bu sırada her evden yağlık, pantolon, şapka, mintan gibi hediyeler toplarlar. Sonra çocuğu annesine getirip;
"- Satılık çocuk var!" derler.
"- Kaç lira!"
"- Çok uzun ömürlü, 5 lira!" Biraz pazarlık edilir. Sonra çocuğun annesi "Arılık "denen bir miktar bozuk parayı ihtiyarlara verip çocuğu sembolik olarak satın alır. İhtiyarlar da bu parayı bir yetim çocuğa bağışlarlar.
     Bu uygulamanın benzeri annesine çok benzeyen çocuklar için yapılır. Bunda çocuk ailenin kanının karışmadığı ( hiçbir akrabalık bağı olmayan ve kurulmayan ) bir aileye satılarak sonra yine bir miktar bozuk para ( Arılık ) karşılığında geri alınır. Böylece Azrail yanıltılmış olunur.

-      Hamile kadına "Üzerli" denir.

-      Hamile kadına ayva ve nar yedirilir.

-      Hamile kadın deveye baktırılmaz. Bakarsa 9 ay taşıyacağı çocuğu 12 aya götürürmüş.

-      Tavuk eti ve yumurtayı çok yiyen hamile kadının çocuğunun "Gurdak - Gurdangaç" (yaramaz) olacağına inanılır.

-      İlk defa doğum yapacak bir kadın yatan bir köpeğin üstünden 3 kez geçirilirse doğumu kolay yapacağına inanılır ( Köpek çabuk doğurduğu için - Benzetme - Taklit Büyüsü ). Eskiden bir kadının kızı ve gelini aynı zamanda hamile (Üzerli) imiş. Kadın;
" - Ey Cenab-ı Allahım, kızım köpek gibi, gelinim tavuk gibi gunnasın (doğursun)" diye yalvarırmış.

-      Hamile kadının çocuğunun cinsiyetini anlamak için kelle ütülüp ağız tarafı yirilir (ikiye ayrılır). Bu sırada iki hamile gelinin adı anılır;
"Sağ tarafı kızım, sol tarafı gelinim ya da Sağ tarafı Ayşe, sol tarafı Elif" gibi. Eğer çene kemiğinin başı etli çıkarsa o tarafın dileği tutulan kadının kızı, etsiz olan tarafın dileği tutulan kadının da oğlu olacağına inanılır.

 -  Ayrıca kız doğuracak üzerli kadının kalçasının "görtlek (yayvan, geniş), karnı yassı, oğlan doğuracak kadının karnının sivri olacağına inanılır.


DOĞUM SONRASI:

-    Doğum yaptıran ebe ellerini yıkayıp kına yakar. Eğer bu kınayı yakmazsa rüyasında kanlı ellerini öne doğru uzattırıp günlerce darda durdururlarmış.

-     Loğusa kadınları "Garagor Uçmasın" (al basmasın) diye evin kapısında bir direğe beyaz bayrak asılır.
    
-   Yeni doğum yapan kadın yan yatırılmaz. Böylece rahminin eğileceğine, bir daha çocuğa kalmayacağına inanıldığı için yüzyukarı yatırılır.

-   Çocuğu doğurtup göbeğini kesen ebeye "Göbek Ebesi" denir ve doğum yapan kadın hamileyken hazırladığı kına, şeker, havlu, Üsdonuluk (şalvarlık), çay, sabun vb. şeyleri ebeye "Göbek Hakkı" olarak verir, hakkını helal etmesini isteyip elini öper. O da:
"- Birden bine kadar helal hoş olsun. Allah hayırlı kursak versin, analı babalı büyütsün" diye dua eder.

-   Hep aynı cinsiyette çocuk doğuran kadınlara bir dahaki doğacak çocuğunun cinsiyetini değiştirmek için alıç veya armut ağacı taşlar ve şöyle der:

" - Alıcı taşladım, oğlanı boşladım, kıza başladım." gibi

KÜTÜK ATMA: Oğlu olan adamın evine köyün gençleri bir kütük omuzlayıp silah ata ata, gülüp eğlenerek giderler. Kapıda onlara "hoş geldiniz" diyen oğlan babasına;

Yaşı uzun olsun,
Düğünü güzün olsun,
Ardıç gibi dallı olsun,
Babası gibi döllü olsun" deyip kütüğü kapıya atarlar. Oğlan babasından koyun, davar veya horoz, rakı, sigara gibi bahşişler alırlar.

AYDAŞ AŞI: Cılız olan, gelişmeyen çocuklara "Aydaş" veya "Irgın" denir. Bu durumdaki çocukların gelişmesi amacıyla üç yol çatında " Aydaş Aşı Pişirme" pratiği yapılır. Burada kurulan kazana cılız çocuk oturtulur. İçine kocaman bir kepçe konur. Kazanın altına yakılmadığı halde temsili olarak odun konur. Bu temsili aş pişirme törenin görenler de birer odun getirip kazanın altına sürerler ve bu işlem her yapılışında;
"Odun vurun iyi pişsin, karpuz gibi şişsin" ya da "Pişirelim aydaş aşını, Sağa sola dönderelim başını, Yolda koyalım hastalığını, derdini, yoldaşını" derler.  Bu durumda yarım saat kadar duran çocuk eve getirilip üstü değiştirilir. Üstünden çıkan eski elbiseler yol çatına atılıp gelinir. Aydaş aşına odun atanlara kahve pişirilir.

    Bunun dışında aydaş çocuğun gelişmesi için annesi kucağında çocuk ile bir ibrikten su dökerek başladığı yere dönmek suretiyle bütün gece köyü dolaşır. Sabah da çocuğu Göksu Irmağı'nda çimdirir.

    Aydaş çocuklar için diğer bir uygulama yine yol çatında yapılır. Yol çatına 3 taş ve bir mal kafatası konularak çocuk üstüne oturtulur. Çocuğa ya elekten ya da pardı yarılan baltanın deliğinden su dökülüp çocuk çimdirilir. Sonra oraya çocuğun bir bezi ve arılık bırakılarak ardına bakmadan eve gidilir.
         
DUŞAK KESME: Yeni yürümeye başlayıp çok düşen çocuklar için; "Ayağı duşalı" denir ve duşak kesme pratiği yapılır.  Çocuk ayağa dikilerek boğazına birkaç lokum, incir ve cevizli sucuk ( bandırma) cizileri (dizi) asılır. Ayağı da çiğ iple (pamuk ipliği gibi kolay kopacak bir ip) eğreti bir düğümle bağlanır, ayağının dibine de bir bıçak konur. Çocuğun iki yanına annesi ve babası oturur. İlerde bir çizgide sıralanan gençler işaretle birlikte çocuğa doğru koşarlar. En önce gelen bıçağı alıp duşağı keser. Böylece lokum, incir ve bandırmaları almaya hak kazanır. Bunları yarışa katılan gençler hep beraber yer ve aralarında para toplayıp çocuğa hediye alırlar.


KÖZ SÖNDÜRME: Nazar olan çocuğa kimlerin nazar değdirdiğini bulmak için bu işlem yapılır. Ateşin başına sıralananlardan biri közleri teker teker alıp su dolu bir kaba atar. Bu sırada da;
" - Ayşe'nin gözü mü değdi? Fatma'nın gözü mü değdi?" diye sorar. İnanca göre gözü değmeyenlerin adı anılırken fıs diye sessizce sönen köz gözü değenin sırası geldiğinde gürültülü bir sesle çatır çatır yarılır.
Kimin gözü değmişse O çocuğun ağzına tükürür ve nazar bozulur. Közün söndürüldüğü su ile de çocuğun yüzü, eli, ayağı yıkanıp bir yudumu da içirilir. Eğer anasını emiyorsa su anasına içirilir. Sonra bu sudan hafifçe orada bulunanların üzerine ve kalan suyun tamamı da günün battığı yöne serpilir. Su kabı ters çevirilip sabaha kadar bekletilir.

EVLENME:

-      Oğlanlar beğenmesi güçleşir diye askerden önce evlendirilir.

-   Kızların çeyizine ekmek sacı, acı (Her türlü biber ve turşuları) ve çocuktan başka her şey konur. Sac, "kara götürmek iyi olmaz" diye, acı ise ağız tadını bozmamak için çeyize konmaz. Bütün mutfak eşyaları kız tarafınca yapılır, bunun karşılığında oğlan tarafının çok altın takması ve ev yapması istenir. Düğün " Dört ata bir olur, bir yuva kurar" diye tarif edilir.

-     Düğünün başlayacağı gün ormandan 7-8 metre boyunda bir yaş direk kesilir. Bu bayrak direğidir ve boyu binadan yüksek olmalıdır. Bayrak direğinin dibine kurban kesilir, en tepesine bir bayrak, bir elma, nar ve soğan takılır.  


BAZI HASTALIKLARDA YAPILAN UYGULAMALAR:

DALAK KESME: Dalağı şişen hasta birinin dizine yatırılıp karnının üstünü kapatacak şekilde bir tahta, tahtanın üstüne de bir hayvan dalağı, eğer dalak bulunamazsa bir soğan konur. Dizine hastayı yatıran kişi tahtayı tutar. Bu sırada ilerden eli baltalı biri gelip selam verir. Tahtayı tutan kişi selamı alır ve sorar:

          " - Nerden gelirsin?"
          " - Dalak Dağından."
          " - Dalak kesebilir misin?"
          " - Keserim."
         " - Kesemezsin" baltalı adam dışarı çıkar. Tekrar gelir, aynı sahne tekrarlanır. 3. gelişte;
          " - Keserim, Anasını bile…..?" der ve baltayı önce dalağı şişen kişinin yüzüne doğru keskenip (vuracakmış gibi yapıp) sakındırır ama hedef değiştirip baltayı soğana yöneltir. Bu hareketi tekrarlayarak dalağı veya soğanı parçalara böler. Böylece korkutulan hastanın dalağının yatışacağına inanılır.
          Bu işlem bitince dalağa 40 tane çıra çivisi batırılarak bir ulu ağaca asılır. Dalak kurudukça hastanın dalağının da iyileşeceğine inanılır. İlk dalağı kesildiğinde hasta tartılır. Sonra günden güne iyileştiği, benzine kan geldiği, iyileştiği vakaların yaşandığı anlatılır.

HAVAYA KATMA:

Eskiden sıtma tutan kişileri temsili bir mezar kazıp içine ardıç dalları döşeyip içine yatırırlarmış. Üstüne bir kat daha ardıç döşeyip bir bez örter başına kadar toprakla kapatıp terletirlermiş. "Havaya katma" denirmiş. Böylece bunalıp terleyen hasta iyileşirmiş.

DİĞER UYGULAMALAR:

-      Korkan insana "gulbuca" denen bakır, tek saplı kara tavadan su içirilir.
-      Nazara karşı bir tava veya kül küreğinin içine kömür konup üstüne günlük ve üzerlik tohumları atılır. Bu işleme "Tütütme" adı verilir ve dumanı tüterken bütün evde dolaştırılır.
-       
Acaba Alevîler neden vefat edenlerine Hakk'a göçtü veya gitti derler?
- Kur'ân üç yerinde insanın ve tüm canlıların ve hatta evrenin en sonunda  Tanrı'ya geri döneceğini buyurur. Alevîler, gerçekten Alevî gibi yaşayıp, Alevî gibi inanan, düşünen ve Hz. Muhammed'in sözü (Hadisi) ile " Ölmeden önce ölen" insanların, tüm maddi ve manevi kirlerden arınacağını bildikleri için, ölen canlarının doğrudan Tanrı'ya doğru yükseleceklerine inanır ve  bu dilekte bulunurlar. Şakir keçeli İnt Mesajı

-      Yakın akraba dışına güneş battıktan sonra soğan, biber gibi acı şeyler verilmez
-      Gece ev süpürülmez.
-      Ağacın katranı ile tuz, öğleden sonra kimseye verilmez.
-      Cuma günü ev süpürülmez, çamaşır yıkanmaz.
-      Arife günü iğne tutulmaz, dikiş dikilmez.
-      Perşembe günü ikindiden güneş batıncaya kadar su içilmez.


Öznur TANAL
08.10.2008

ANTALYA

12 Mart 2017 Pazar

ÇÖPÇÜ

ÇÖPÇÜ

Güllük’ten Teomanpaşa Caddesi’ne girdiğinizde solda külüstür bir dükkanda kitap satardı..
Dükkanının adı da; “Çöpçü” idi..
Kor sıcakta, kör eden soğukta, er sabah, ibadet eder gibi ordaydı.
İlerleyen yaşına rağmen bir dakika durmaz, ya kitap dizer, ya insanlara dervişçe hizmet verir ya da okurdu.

İlk ne zaman tanıştık hatırlamıyorum.
Çok mutlu olduğum bir özelliğim yolumun üstündeki herkese selam vermek, yardıma ihtiyacı olana el uzatmak, araçların üstlerine süre süre paçavra ettiği bisiklet yolu ayraçlarının mezilden çıkanlarını, benim gibi bisikletseverler kaymasın diye, düzeltmek gibi şeylerdir. Selam vermeye verirsin de herkesten aynı sıcaklıkta alamazsın. Eş ruhlar mıknatıs gibi çeker birbirini. O selamımı besleyerek karşılayan biriydi.

O kadar naif ve muhterem bir insandı ki adını sorsam kırmaktan korkardım.
Bazen yaya çoğu zaman bisikletle önünden geçerken ayakta değilse “günaydın hocam” diyerek ayağa kalkardı. Bizim köyde “beni mahcup etme” anlamında; “benim eğemi yamma” denir. Yerin dibine girerdim. Ne hocası? Biz onların ekmeğinin tuzu değiliz.

Son yıllarda birbirimizi her görüşte selamdan öte söyleşir olmuştuk.
Bazen yazı veya şiirlerimden bir çıktı alır, sunardım. Gözlerinden fışkıran çocuksu sevinçle alır, hürmetle bana özel dosyaya koyardı. Çoğu geçişimde bir şey ikram etmeye çağırırdı. Ya işe ya eve koşturur, ya pazardan bisikletin kolları dolu geçer ya da kedilerime yetişmeye çalışırdım. Ben bazen börek, pişi yaptığımda, annemin “hısda dağıtmak” dediği paylaşım gibi, O’nun payını bırakmadan geçmezdim. O da bana kendi lokmalarını sunardı. Ya Tahtacılık veya şifacılık konusunda özel bir kitap..

Bir gün söyleşi yapayım isterdim O’nunla. Kimdi, nereden nereye gelmişti? Bir kaç kez oturup özel hiçbir şeye girmeden zamaneden konuşmuştuk. Bu konuşmalardan birinde eşinin kanser olduğunu ve O’nun tedavisi için doktora taşındıklarını söylemişti. Buna rağmen hep sevecen bakışlı, bilge huyluydu..

Bu kış dükkânı eskisi gibi erken açmamaya başlamıştı. O kadar çetin geçti ya bu yıl. O kadar erken ekmek almaya bile gidemez olmuştu insanlar. Bir de malum, memleketin kanı çekildi adeta. İşsiz, umutsuz insan çoğaldı.  Öğlen eve yemeğe giderken açtığını gördüğümde sevinirdim.

Sonraki günler öğlen de açılmaz oldu. Telefonunu aradım, yanıt yoktu. O ara yine kendi gibi gül yüzlü bir hanım kız aldı yerini. Kızıymış. Babasının iyi, sadece biraz işleri olduğunu söyledi. Kabul eder gibi boyun eğdim ama içimde bir evham vardı. Nice sonra geldi. İyi olduğunu söylüyordu.

Birkaç gün sonra baktım, dükkânda kiralık levhası var. Dünya başıma yıkıldı. Yan dükkândaki ablaya sordum. “Kapatıyor” dedi hüzünle. Meğer o gelmediği günlerde tutukluymuş. Hiç sızlanmaz, kimseyi suçlamazdı. Bu konuda tek bir kelime etmedi ama korsan kitap satmakla suçlamışlardı. Her “korsan işler yapan”ın cezası verilseydi biz de haklı görebilirdik bu yaştaki bir insana reva görülen muameleyi. Ona sıra gelene kadar ne çok can yakanın, hak yiyenin, insanlıktan utandıranların sırtı sıvazlanmadı ki..

Birkaç güne “Çöpçü” de gitti ordan, çer “çöpü” de. Yerinde bomboş, tamtakır bir dükkan, üç duvar ile önüne kitaplar serpiştirilmeyen bir duvarlık pencere kaldı.. Oysa o “çöpler”; fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nice neslin tohumları idi.. Çoktandır topraklara kısır, yüreklere de sevgisiz tohumlar ekilir oldu..

Çorum’dan ziyaretime gelip iş yerine uğrayana kadar emanet ettiğim cana bile bir iki kitap hediye etmişti. Herkesin eğilimini bilen, gönlüne göre kitaplar sunan koca yürek –içim yanarak söylüyorum- dönmemek üzere sokağımızdan çekildi.. Her geçişte gözlerim doluyor, kederli ve kırgınım.. İnsanların sevgiyle besli bilgiye ulaşmasının önüne bir ket daha vuruldu.

Gönülleri süpüren “Çöpçü”ler bir bir temizleniyor.
Bakalım bundan sonraki “çöpleri” kim “temizleyecek” ya da “çöpler” kimleri?

Öznur TANAL 1 Mart 2017 - ANTALYA


KULAK VERİN BU ÇAĞRIYA..

DOĞARKEN FARKI DOĞMADIK,
AYIRMA BİZİ KENDİNDEN,
YAKIŞMAZ BİZE İKİLİK,
AYIRMA BİZİ KENDİNDEN.. 

demişti yağmur gönüllü ozan Muhlis AKARSU. Ayırdılar. 2 Temmuz 1993'te Sivas’ta insanlığı utandıran bir vahşetle yaktıkları 37 candan biriydi.. 

Neydi işlerine gelmeyen, paylaşamadığımız?.. 

Bugünlerde aklıma gelip duruyor;

BEYLER TAHTINDAN İNERLER,
AYAKSIZ ATA BİNERLER,
TOPRAĞA GÖMÜP DÖNERLER,
BİR DOST, BİR POST YETER BANA.. demişti Seyit Sefili de..

Herkes binecek o “ayaksız at” tabuta.. 
Mazlum gibi zalim de, alleme-i cihan da..
Oysa hepimize yetecek kadar nimet var Dünya’da..
Her geçen gün talan edilse de; 
Toprağımız bitek, sularımız coşkulu, doğamız can fışkıran cinsten..
Otumuz deva, suyumuz şifa, her canımız ayrı bir dünya, umman-ı derya..
Bir de kardeşçe yaşasak, olmaz mı ya? 
Çok bişeye ihtiyacımız da yok aslında..
Dünya dolu malımız olsa kursağımız kadar yiyebiliriz anca.
Ne bu doymazlık, ne bitmez kavga?..

“BU YIL BÖYLE GİDERSE, HALİM HARAPTIR BENİM!” diyordu ya bir Anadolu Türküsü..
Birimizin değil hepimizin hali harap olacak, dümeni hep çatışmaya kırdıkça..
Ve değil bölüşemediğimiz için kavga edecek, gömülecek bir karış toprağımız  kalmayacak sonunda..

Bütün inançların öbür dünyada vaadettiği ilahi huzura bu dünyada kavuşmak için;

Birbirimizsiz bir yaşamın mümkün olamayacağını anlamaktan, 
Her varlıktaki Tanrısal Öz’e ve yaşam hakkına saygı göstermeyi öğrenmekten,
“Ayaksız At”ı hiç akıldan çıkarmadan, yaratılan herşeyi koruyup kutsamaktan,
Birlik olunca ne mucizeler yaratabileceğimizi görüp bu uğurda çalışmaktan,
Bu toprakları bize yurt edenlerin sorumluluğunu hep duyup emanetlerini korumaktan.. başka çaremiz yok..

Tek bir kurtuluş yolumuz var; SEVGİ..

“Bizi yakar bizim ateş, söndürmektir tek çaresi..” demişti Koca Veysel..

Ey uygarlıklar beşiği, bilgeler diyarı Anadolu'nun kadim çocuğu,  canım kardeşim;

Biz kimiz ki ilahi bir birlik ve düzenle dönen bu evrene kafa tutalım?
Ateş bizi sadece ısıtsın, aydınlatsın. Gel söndürelim içimizdeki kini..

Bir hiç olduğumuzu görecek duruma düşmeden, özümüzdeki Hakk’la buluşmak, 
Dava Ayaksız At’tan sonrasına kalmadan insanlığın birliğindeki kudreti farketmek hepimizin hayrına.. 

Gel biz sevgiden, kardeşlikten yana duralım. Ağıtlar yerine hep bir ağızdan türküler söyleyelim. Anadolu'muzun eşsiz dokusuna uygun, el ele yaşayalım.. 

Dirlik - düzenlik, bolluk - bereket, kardeşlik ve ağız tadı için;

Hadi yanından bir sokulmalık yer aç ya da gel yanıma,

Yüreğimin sıcaklığına uzat elini..
Anca böyle buluruz Hakk'ın yolunu..
Canımı alma, can kat canıma..

Öznur TANAL 
21 Şubat 2017 

ANTALYA