2 Mayıs 2013 Perşembe

ANTALYA MASALLARI’NIN BAŞI - SONU - ORTASI VE DAHASI...









ANTALYA MASALLARI’NIN BAŞI - SONU - ORTASI VE DAHASI...
12.04.2013
Hani gerçeklerin –bazılarımızı ötekilerden daha fazla- acıttığı, çocuksu düşlerden alıkoyduğu zamanlar vardır ya. Böyle zamanlardan daha az hasarla çıkmak için, yaşamın akışını -bir süreliğine- masallara “kaptırmak” -biz- özündeki masum çocuğu boşlamayan “büyükler” için de sığınacak bir limandır adeta. İşte tam “o an”lar için, içimizdeki “gönül gözü açık”ların kurduğu “büyülü” evrenlerden kısacık bir seçkiye göz atmaya ne dersiniz?

 


A) MASAL BAŞLANGIÇLARI

1) Bir varmış, bir yokmuş. Var varanın, sür sürenin, destursuz bağa girenin, habersiz bal yiyenin! Bir at aldım; “dur dur” diye, bir tekme vurdu; "geri dur!" diye! Paşa Camisi'nin minaresini belime soktum; “borudur” diye. Kaplumbağayı havaya uçurdum; “arıdır” diye. Bir varmış, bir yokmuş...

2) Masal masal mat atar, iki tilki ot satar (bizim köyde burası zıplar anlamında “.öt atar” şeklindedir. Ö.T.) Bindim deve boynuna, gittim Halep yoluna. Halep yolu gülpazar, içinde tilki gezer. Tilki beni korkuttu, kulağını burkuttu. Çık çıkalım çardağa, ok atalım ördeğe. Ördek başını kaldırmış, vel velesini saldırmış. Velvelesi dizinde, gönlü vezir kızında. Vezir kızı bal kaynatır, içinde kaşık oynatır. Bir varmış, bir yokmuş...

3) Bir arı geldi "cız" dedi, "arının gidin" siz dedi. Bire ağlar, bire başlar, tavalar ağlar, tencereler sızlar. Körolsun münafıklar, cazılar (Antalya’da arsız insanı betimleyen cadıya cazı denir. Ö.T.); yol üstü pırçak (burçak), kimisi yalan kimisi gerçek. Bir varmış, bir yokmuş...

4) Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellâl iken, keçi berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Beşik beşik devrildi. Annem kaptı sopayı, ben dolaştım dört köşeyi; ben koştum o koştu, yolda önüme bir atlı geşdi;

"Müjde, nenem dedeni doğurmuş, tuzlamak için tuz alacam!” dedi. Elimi soktum üç metelik çıktı: Bi­ri mangır, biri nikel, birinin de aslı yok. Eve döndüm, horuzumu eğerledim, tuz alıp getirdim. Bak­tım horuzumun arkası eğerden yara olmuş. Ona buna sordum; “yaraya ne süreyim?”  diye, “ceviz sür, ge­çer!” dediler. Eve geldim, cevizi ez­dim, sürdüm. Ertesi gün birde bak­tım ki horuzun sırtında kocaman bir ceviz ağacı çıkmamış mı? Bu ağacı çocuklar sokaktan taşlaya taşlaya iki gün sonra yere kan gibi kırmızı bir karpuz düşmesin mi? Hemen ça­kımı aldım, tarlaya çıktım, en iyi ve olgun karpuzlardan birini seçtim. Keserken çakım içine kaçtı; aradım, bulamadım. Ben de içine girdim, bir de ne göreyim: Karpuzun için­de çok güzel bir çarşı, gezmeğe başladım. Karşı sokaktan bir tellâl bağırarak geliyordu; “Hacı Mehmet Ağa’nın bir katar devesi kayboldu, bulana on lira bahşiş vaaaarr!’diye. Ben de o sırada bir yoğurtçudan bir kese yoğurt alıyordum. Yoğur­dun tadına bakmak için elimi torba­nın içine soktum ya elime ağırca bir şey takıldı. Güç hal elimi torbadan çıkardım bir de ne göreyim? Hacı Mehmet Ağanın bir katar de­vesi elimde sallanıyor. Torbayı tel­lâlın yanına götürdüm verdim, bahşişimi aldım eve döndüm. Bir varmış, bir yokmuş...

5) Masal masal maniki, kuyruğu var on iki. On ikinin yansı, tilki ba­banın karısı...


B) MASAL ORTALARI

1) Az gittim, uz gittim, dere te­pe düz gittim, altı ay bir güz gittim; arkama döndüm baktım ki bir çuval­dız boyu yol gitmişim...

2) Dere tepe aşarak, lâle sümbül biçerek, kahve- tütün içerek yol aldım. Döndüm, arkama baktım, bir buğday boyu yol gitmişim...

C) MASAL SONLARI

1)   Eller ermiş muradına, ben çıktım gilâverdine...
    Gilâvert yı­kılmış; ağzıma üzümler tıkılmış.

2)   Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. (Bu son da benim dinlediğim masallardan Ö.T.)

3)   Damdan beş elma düştü: Biri benim,  biri masal söyleyenin, biri ağzı yorulanın, biri Hasan, biri Memmed oğlunun. Kabukları da din­leyenlerin...

4)   Masala kömür, bize ömür...



MANİLER

Gülüstanda gül gerek,
Her güle bülbül gerek!
Sencileyin güzele,
Bencileyin yâr gerek...

Gülüşerek koşalım,
Dağları dolaşalım,
Sen yağmur ol, ben rüzgâr,
Bu gece kavuşalım...


BEYİTLER

Güle gittik güllerle, güle güle güllere.
Gül dibinde gül dururken güller güldü güllere.

***

Hiç bahtım yok şu dünyada her işim bozgun düşer,
Bülbül için tuzak kursam içine kuzgun düşer...

(Sevgi, umut ve yaşama gücünün yüreğinize düşüp hiç çıkamaması dileğiyle...)


ANTALYA FOLKLOR DERLEMELERİ

Toplayan: ÖĞRETMENLER (‘e minnetle...)
Türk Akdeniz Dergisi Haziran 1937, Cilt: 1, Sayı: 3

AKIL AKILDAN, ORTAK AKIL HEPSİNDEN ÜSTÜNDÜR..




AKIL AKILDAN, ORTAK AKIL HEPSİNDEN ÜSTÜNDÜR..
04.04.2013

Geçen haftalarda bir dost meclisinde yetkin bir Anadolu Kadını tanıdık. Özenle örülmüş uzun, elmas saçları, umut dolu mavi gözleriyle ışık saçan bu Sivas (kendi deyişleriyle) Divrikli Anabacı’dan hoş bir gülmece dinleyip şenlenmiştik. Anlatım dili, tavrı öyle tatlıydı ki, duyduğum gibi aktarmazsam söze yazık olur;

“Bir köylü gadın kucağında güçcük çocuğuynan ekin tarlasına getmiş. Çocuğu ağacın kölgesine gomuş, önüne de bi tas süt gatıp orak biçmeye durmuş. Çocuk yalınız galınca bi yılan gelmiş. Çocuğun südünü içmek uçun tasa doğru uzanıncaz çocuk elini havaya galdırmış. Yılanın gafasına tokadı yapıştırırken çıkışmış;

 - Epmağınan ye!...


***

Bu bütünüyle bizden gülmecenin üstüne bir de bugün öğrendiklerim eklenince yazmak “farz” oldu. Öğlen kızım Türkü ile yemek yediğimiz aşevinden çıkınca “Haydar Usta”mızın hatırını sormak için hemen yan sokaktaki saz atölyesine doğru kıvrıldık. Öğle paydosunun bitmesine daha vakit vardı. Şansımız yaver giderse belki bağlamasının telinden “goygun” bir Orta Anadolu Havası bile “diyneyebilirdik”. O sırada bize doğru gelen usta ile selamlaşıp hoş beş ettikten sonra konu kültürün ortak hafızasında dolaşan gülmecelere açıldı. Bunun üzerine Haydar Usta büyük bir keyifle anlatmaya başladı. Ben de fırsatı ganimet bilip teybimin kayıt düğmesine bastım.

Bugünlerde nedense Tek tek “ben”leri “biz” yapan ortak değerlerimize sarılmak yerine -aslında zenginliğimiz olan- farklılıklarımız kanatırcasına kaşınır oldu. Yaşadığı olumsuzluklar nedeniyle zaman zaman solsa da kadim Anadolu insanının özde güleç yüzünü anımsayalım istedim. Bencil seslerinin iyiden iyiye yükseldiği, insanların iyimserliğinin yara aldığı bu süreçte “hem nalına, hem mıhına vuran” bu gülmeceler dilerim sizleri bir nebze gülümsetir.


***

1960’lı yıllarda kadastro çalışmaları yapan bir hakim ıramazanlıkta dava konusu bir arsayı yerinde tespit etmek için Çorum’un Sungurlu İlçesine bağlı Demirşıh Köyü’ne gitmiş. İşlerini hale yola goyduktan sonra şoforuna;

- Oğlum öğlen oldu, garnımız acıkdı, mıhdara söyle de bize bi sufra hazırlasın, garnımızı doyuralım, demiş. Şofor;

- Valla efendim başga zaman olsa neyse de ıramazanlıkda bize yemek memek vermez, musafire bakış-görüş etmezler...

- Eee, napacayık o zaman? Bari bi Alevi Köyü bulak da orda garnımız doyurak, demiş. Giderken yolun kenarındaki ağaçlardan torunuynan guşburnu toplayan Siflan Garı’yı görüp durmuşlar. Selam verip;

-  Deze napıyon, demişler?

- Nediyim yavrım guşburnu topluyom, pelverde (marmelat) yapacam, demiş.

- Yav onu niye topluyon? Günah, demiş hakim.

- Allah’ın verdiği nimet, niye günah olsun yavrım?...

- Ebubekir Efendimiz bunun gıyısından gederken paltosu buna takıldı da, yırtıldıydı deyince Siflan Garı cevabı yapışdırmış;

- Ebubekir Efendin de kör müydü, öteden gedeydi?...


***

Dedenin biri bi gış taliplerini görmeye gedememiş, her taraf gar(kar). (Bilmeyenler için söyleyelim; Alevi dedeleri kış aylarında taliplerinin yaşadığı köylere gider, onların tercüman, görgü gibi inanç hizmetlerini yürütürler. Talipler de giderken dedeye gönüllerinin ve keselerinin elverdiği, adına “hakullah” denen bir miktar para verip uğurlarlar.)


Tabi dedenin de, mallarının da yeygisi de azalmış. Bi gün atına yem vermek üçün dama girmiş. Ata bi avuç yem verincez at; “Ihiiiiii!” deyi kişnemiş. Dede sinirlenmiş;

- Ihiiiiiine başlarım, demiş. Bura talibin evi değil, az yeyecen!...


***

Dedenin biri bi köyden geçerken sürüsünü otladan bi adama rastlamış.

- Ali Ağa demiş, şurdan bana bi davar ver de götürüyüm. Ali Ağa;

- Dede sana davarı veriyim de bunun bana (öteki dünyada) bunun bi faydası olur mu?

- Valla bana faydası olacağı kesin de, sana olup olmacanı bilmiyom...


***

Ses ve izlerin birbirine alabildiğine karıştığı, neyin, kimin için iyi ya da kötü olduğunun kestirilemediği “hassas” günlerden geçiyoruz. Mevzu bahis vatanları iken -bile- bilge Anadolu insanlarının, özellikle kadınların, anaların akıl ve yürek sesinin duyul(a)madığı bir zamanın tanıklarıyız... Kendi adıma; insanımızın -şimdi ve daima- önce kendimiz, vatanımız, sonra tüm insanlığın hayrına etle tırnak olduğumuzu unutmadan birleşmesi, birleşmemiz gerektiğini düşünüyorum. Merheme yara değil, derde deva bulacak, "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" yüreklerin ortak akıl ile aldığı kararların hüküm sürdüğü bir ülke istiyorum. Hasım değil hısım olduğumuzun bilinciyle yaşamak,  bir, gür ve hür olmak umuduyla sözü -cennet mekân- Âşık Hüdai’nin yüreğinden alıp "ortak akıl”a sunuyorum. Saygıyla...


Faydası olmayan bahardan yazdan,
Yüce dağ başının kışı makbuldür.
Cahilin yaptığı sohbetten, sözden,
Âlimin hayali, düşü makbuldür.

Lokma yeme muhannetin elinden,
Kurtulaman sonra acı dilinden.
Namertlerin kaymağından balından,
Merdin kuru, yavan aşı makbuldür.

Hüdai konuşur bir ince dilden,
Hal ehli olmayan ne bilir halden?
Bilgisiz, görgüsüz, duygusuz kuldan,
Ölülerin mezar taşı makbuldür...

TÜRK AKDENİZ DERGİSİ’NDEN İKİ KISSA: ANTALYA MASALI - ÖLMEZ ANA







TÜRK AKDENİZ DERGİSİ’NDEN İKİ KISSA: 
ANTALYA MASALI - ÖLMEZ ANA
01.03.2013

Bu kez sizlere Antalya Halkevi’nce 1937- 1944 yılları arasında iki ayda bir yayınlanmış Türk Akdeniz Dergisi’nden bir anlatı ve bir geleneği aktarmak istiyorum. Anlatı Eski Antalya Lisesi Müdürlerinden Ekrem Reşit ULUÇ’un 18 Mayıs 1944’te dönemin Antalya Valisi Sayın Haşim İŞCAN için yazıp derginin 1944 / 32-34. (ve son) sayısında yayınlanan bir masalsı. Antalya’nın bir dönemini şiirsel bir dille tasvir etmesi bakımından değerli bir kaynak. Şubat 1937’deki 1. Sayıda Avukat Haydar tarafından kaleme alınıp “Yerli Etüdler” yer alan “Ölmez Ana” ise Yörük aşiretlere ait, özgün bir gelenek. “Ben masal sevmem” derseniz bile bu adı gibi capcanlı ve insancıl geleneği öğrenmeden yazıdan ayrılmayın derim. Cumhuriyet Döneminde Antalya’da yapılmış kültür – sanat çalışmalarına bir nebze de olsa ışık tutan bu dergiden başka, önemli aktarımlar daha yapmayı diliyorum.
İyi okumalar...
- SAHNE-

İnönü parkında bir köşe. Pergolaların (İtalyanca: belirli bir hat boyunca yanlarına sütün ya da direkler dikilerek sarmaşık bitkilerle donatılmış gölgeli yürüyüş yolu ya da geçit) bir köşesi. Bir masa dört koltuk. Sağında ikinci mirador'a inen merdivenin elektrikleri görünür; Parkı süsleyen abajurlardan birkaçı, karşıda deniz ve Beydağları'nı gösteren bir fon. Vakit gecedir. Büyükbaba toruniyle sol taraftan girerler, koltuklara otururlar: 
Kız - Büyükbaba, bana bu akşam da masal anlatacak mısın?
Büyükbaba - Evet kızım. Sana bu akşam en güzel masalımı anlatmak istiyorum.
Kız - Aman, ne iyi büyükbabacığım. Ne masalı bu böyle? Leylâ ile Mecnun mu? Yoksa küçük şehzade ile peri kızının masalı mı? 
Büyükbaba - Hayır kızım, sana bu akşam Antalya'nın masalını anlatacağım. 
Kız - Antalya masalı mı? Antalya'nın da masalı olur mu? Nesi var Antalya'nın sanki?
Büyükbaba - (Etrafına bakarak) Nesi yok ki kızım? Bu güzel memleketin nesi yok ki?...
Kız - Sahi, büyükbabacığım, ben de sana ne vakitten beri bunu soracaktım. Antalya bu kadar güzel mi? Geçen akşam buralarda geziyordum, birkaç yabancıya rastladım. Mirador'lara pergolalara hayretle bakıyorlar; "Ne güzel, ne güzel!” diyorlardı. Hiç güzel şey gör¬memişler gibi. Hâlbuki Ankara çok yeni ve çok temiz bir şehirmiş. İzmir çok şirinmiş. İstanbul hepsinden güzel ve harikulade imiş. Bu insanlar, herhalde buralara gitmeden Antalya'ya gelmiş olacaklar.
Büyükbaba - Bu saydığın şehirlerin hepsi de güzel kızım fakat Antalya'nın başka bir hususiyeti var! Bu insanların hayranlığı, bütün bu güzelliklerin bir hamlede meydana gelmesindendir.
Kız - Ben böyle bir şey görmedim burada büyükbabacı¬ğım. Bu meydanlar, bu yollar, bu bahçeler eskiden de vardı. Kardeşimle buralarda az mı oynadık? Sen bizi buralara az mı getirdin? Bu oturduğumuz yerde seninle ne kadar çok dinlendik?
Büyükbaba - Haklısın kızım. Seninle buralarda çok gezdik, çok dinlendik. Fakat sen minimini bir yavru iken de biz buralarda seninle elele dolaşırdık. O zaman çok küçüktün. Buraların eski halini hatırlayacak yaşta değildin. Vaktiyle, bu gördüğün güzel meydanlar, yollar ve bahçelerin yerlerinde çalılar, fundalıklar vardı. Buralarda böyle rahat rahat oturulamazdı.
Kız- Niçin büyükbaba?
Büyükbaba - Kışın çamur, yazın toz içindeydi de ondan.
Kız - Sonra ne oldu? Bu tozlar ve çamurlar nasıl kalktı?
Büyükbaba - Hiç hatırlamıyorsun değil mi kızım?
Kız - Hayır büyükbabacığım. Ne olur, bana buraların eski halini ve şimdiki hale nasıl geldiğini anlatır mısın?
Büyükbaba - Şimdi sana Antalya masalını anlatacağım. Bu masalın içinde sen her şeyi bulacaksın.
Kız- (Sevinerek) dinliyorum büyükbabacığım. Büyükbaba ağır ve tatlı bir sesle masalı okumağa başlar.

Tanrı bir yurt yaratmış evvel zaman içinde,
Bu yurdun misli yokmuş ne Hint'te, ne de Çin'de


Bu diyarı görenler kalbinden vurulurmuş,
Onda her güzellikten birer demet bulurmuş.


Cennetten numuneymiş portakal bahçeleri,
İnsan, rüyada gibi dolaşırmış her yeri.


Bu bahçelerde gezen düşünmezmiş yarını,
Rüzgâr bir nefes gibi okşarmış saçlarını.


Yalçın sahillerine kartallar gönül vermiş,  
Dalga köpükler ile deniz ninni söylermiş.

Sabah binbir işveyle doğarmış güneş burda,
Altından saçlarını dağıtırmış bu yurda.


Akşam dalarken deniz kayalarla uykuya,
Mehtap bir servüsimin çizermiş durgun suya.


Dağlarında kevseri andıran sular varmış,
Bu suları içenler sevdalı çobanlarmış.


Kaval sesleri titrer, ah edermiş derinden,
Ormanlar geçilmezmiş ceylân sürülerinden.


Bu diyarda tabiat füsun veren bir elmiş;
Dört mevsimin dördü de birbirinden güzelmiş.


İnsanlar beş kıt'adan gelmişler akın akın,
Mamureler kurulmuş birbiri ile yakın.


Tarih, yığın halinde “Termessos” ta duruyor,
"Belkıs”ta ihtişamın atan nabzı vuruyor.


İnsan bu yığınlarda geçirse bir gününü,
Bütün azâmetile hisseder, yaşar dünü.


Bu tarihin üstünden yıllar, asırlar geçmiş.
Bizlere meçhul kalan binlerce sırlar geçmiş.


Zaman, su gibi akmış, hadiseler durulmuş,
Bu diyarda yeniden bir memleket kurulmuş.


Fakat anasız kalmış yetim çocuklar gibi,
Bir yanda unutulmuş, çıkmamış bir sahibi.


Yıllar bir zincir olmuş, asırlara ulaşmış,
Tabiatın gözünde ihmal bir damla yaşmış.


Kaval sesleri susmuş, gam sinmiş her dudağa,
Rüzgâr hıçkırmış, atmış kendini dağdan dağa.


Başını parçalamış kayalıklarda deniz,
Ceylân sürülerinden kalmamış ormanda iz.


Bu bakımsızlık şehri bir veba gibi sarmış,
Yemyeşil vadilerde ağlaşan genç kızlarmış.


Halk bunun yudum yudum içerken acısını,
Günün birinde bulmuş bir kurtarıcısını.


Uzak ellerden gelen asil bir kahramanmış,
Bu diyarın zülfüne gönül bağlamış, yanmış.


Hız almış feragattan, feda etmiş varını.
İmar sesleri aşmış şehrin hudutlarını.


Kazma darbelerine şarkı söylerken kuşlar,
Beldenin ahalisi dört yandan koşuşmuşlar.


Kimi taşımış kumu, kimisi kırmış taşı,
Silmişler tabiatın gözlerindeki yaşı.


Şahsi menfaatları bırakınca bir yana,
Yeni bir belde çıkmış bir hamlede meydana.


Gayretin çelik eli dik yamaçları delmiş,
Buz gibi berrak bir su yayladan şehre gelmiş.


Kurtulmuş çadırlardan kırlardaki ahali,
Adeta unutulmuş köylerin eski hali.


Bir kaç yılın içinde yurdun şekli değişmiş,
Bütün bu yapılanlar yarım asırlık işmiş.


Vadilerde ağlaşan kızlar gamı atmışlar,
Şehrin sokaklarını türküyle çınlatmışlar,


Rüzgâr, dağlardan inip kavuşmuş sılasına,
Ceylânlar neşe katmış ormanların yasına.


Karasevdaya düşen deniz sevinçle taşmış,
Bembeyaz köpüklerle kayalar kucaklaşmış.


Herkes dünü unutmuş, yanmış üzüldüğüne,
Başlanmış yeniden bir sonu gelmez düğüne.


Çok uzun bir düğün bu, bir masala katılmaz,
Deniz mürekkep olsa yıllarca anlatılmaz...


Kız – (Büyük bir heyecanla) Aman ne güzel, ne güzel! Sen bana bu kadar güzel bir masal anlatmamıştın. Kimin masalı bu, büyükbaba? Kim yazmış bunu?

Büyükbaba - Vaktiyle gözlerine mil çekilmiş bir şair yardı. Bir gün bir mucizeyle gözleri açıldı. Memleketinin eski halini çok iyi bilen bu şair, gözleri açılınca, bu güzelliklerin karşısında hayran kaldı ve bu masalı yazdı.
Kız - Bunu bana da ezberletir misin büyükbaba? Bu masal yalnız Antalya masalı değil, hepimizin masalı. Biz hepimiz bu masal içinde yaşıyoruz. (Bu sırada uzaktan saz ve türkü sesleri gelir.)
Kız - (Bu sesleri dinleyerek) Bu sesler ne büyükbaba? Ne güzel bir türkü bu?...
Büyükbaba – (Dinler, dikkatle seslerin geldiği tarafa bakar) Bun¬lar civar kazalardan gelen köylüler galiba. Dün pa¬zarda duymuştum. Yarın, bu memleketi güzelleştirenin hatırası anılacakmış. Bütün Antalyalılar yarın minnet ve şükranlarını tazeleyecekler. Bu sevinçli günde bulunmak için köylerden akın akın insanlar gelmiş. Herhalde bunlardan birkaçı olacak. (Sesler yakınlaşır.) Büyükbaba dikkatle bakarak bir müddet durur.

Büyükbaba - Bak bize doğru geliyorlar. (Köylüler gelir. Beş altı kişidirler. Birkaçının ellerinde saz vardır)
Köylülerden biri - Merhaba, Büyükbaba!
Büyükbaba - Merhaba evlâtlar, hoş geldiniz! Nereden bu geliş?
Aynı köylü - Köyden... Yarın için buluşmaya geldik.
Büyükbaba - Türkünüz uzaktan çok güzeldi. Bize yakından dinlet¬mek istemez misiniz? (Köylüler birbirlerine bakışırlar)
Hepsi birden - Hay hay, söyleyelim. (Yere bağdaş kurarlar ve saz refakatinde türküyü söylerler.)
Büyükbaba - Varolun çocuklar, yaşayın! Fakat sizden bir ricada daha bulunacağım. İhtiyarım, kulaklarım ağırlaştı, pek iyi anlayamadım. Bana bu türkünün sözlerini de teker teker okur musunuz?
Başka bir köylü - Peki büyükbaba, onu da okuyalım. Kimseye söyleme sakın. Yarın birinciliği biz kazanmak istiyoruz.
Büyükbaba - Söz veriyorum.
Aynı köylü türküyü inşat eder...


TÜRKÜ
Adın dağları aştı,
Yâd ellere ulaştı.
Rüzgâr bir Kerem gibi
Seni ândı, dolaştı.

Kalbimiz tek bir sazdır,
Destan söylesek azdır.
Sana gönül bağlamak
Bize en büyük hazdır.


Dağda eriyen karız,
Bir sel olur akarız.
Ölüme sürsen bizi,
And içtik, yine varız.


Genciz, doymadık güne,
Gönül verdik ününe.
Zülfüne bağla bizi
Veda edelim düne.


İşten örülmüş cansın,
Seni her dudak ansın,
Antalya'nın kalbine

Hamle veren bir kansın.


Büyükbaba - Teşekkür ederim delikanlılar? Bana bu gece çok he¬yecanlı dakikalar yaşattınız. (Köylüler yavaş yavaş çıkarlar. Büyükbaba heyecan içindedir.)
İlk köylü - Eyvallah Büyükbaba. Yarın seni de bekleriz.
Büyükbaba - Uğur ola arslanlar, şafakla yanınızdayım!...

-Perde Kapanır-

-YERLİ ETÜDLER-


                                                         

ÖLMEZ ANA
                                                 
                                                                                                       Avukat Haydar


Gezici bir hayat geçiren Yörükleri¬miz; sürülerini beslemek için yazın fazla ot bulunan yaylalara, kışın da daha çok ot bulunan sahillere gider¬ler. Meskûn köyler halkından bir kısmı ise otlak vaziyeti itibariyle daha ziyade hayvan besleyemediklerinden koyun, dişi keçi ve ineklerinden bir kısmını Yörüklere verirler. Bu verdikleri mal¬lar; “Ölmez Ana” olarak Yörüklerin elinde kalır. Aralarındaki şifahî mu¬kaveleye göre meskûn köylü Yörük’ten yılda beher inek için on ve beher koyun için dört kilo yağ alır. Bu hayvanların yavruları ise aralarında müşterek olur. Fakat ilk verilen mal hiç bir vakit ölmez, yani hükmen öl¬mez farzedilir. Filhakika bu hayvan telef veya zayi olsa dahi yine Yörük; her sene aralarında mukarrer yağı tediye ile mükellef olduğu gibi köylünün istemesi takdirinde esas ana malı ve yavrulardan hissesini verme¬ğe mecburdur.

Bunu 926 yılında Manavgat'ta ihtiyar bir Yörük’ten dinlemiştim. Daha sonra yaptığım tetkiklerde Alanya ve Akseki mahkemelerinde kanunu medenînin neşrinden önce buna dair bazı davalara bakıldığını öğrendim. Yörükle köylü arasındaki bu “Ölmez Ana” mukavelesi; medenî kanunumuzla kabul ettiğimiz “intifa hakkı”nı (bir eşya üzerinde malikinin sahip olduğu kullanma, semerelerinden yararlanma ve tüketme yetkilerinden kullanma ve yararlanma yetkilerini bir başkasına tahsis etmesi ile kurulan hak tipi) andırmaktadır. Anlaşılıyor ki: eski ahkâmda tatbik edilmemekte olan “intifa hakkı” Türk Cemiyetleri arasında mukaveleye müstenit (dayanak) olarak kabul edilmişti. 

Köylülerimizin ve Yörüklerimizin içine girerek yapılacak etüdler; bu ha¬vali Türklerinin gayri mektub hukukî ve içtimaî esasları üzerinde birçok vesaik verir.
 

Yörük Yaşamı Fotoğrafı: Emrah Yavuz