Geçen
haftalarda bir dost meclisinde yetkin bir Anadolu Kadını tanıdık.
Özenle örülmüş uzun, elmas saçları, umut dolu mavi gözleriyle ışık saçan
bu Sivas (kendi deyişleriyle) Divrikli Anabacı’dan hoş bir gülmece
dinleyip şenlenmiştik. Anlatım dili, tavrı öyle tatlıydı ki, duyduğum
gibi aktarmazsam söze yazık olur;
“Bir
köylü gadın kucağında güçcük çocuğuynan ekin tarlasına getmiş. Çocuğu
ağacın kölgesine gomuş, önüne de bi tas süt gatıp orak biçmeye durmuş.
Çocuk yalınız galınca bi yılan gelmiş. Çocuğun südünü içmek uçun tasa
doğru uzanıncaz çocuk elini havaya galdırmış. Yılanın gafasına tokadı
yapıştırırken çıkışmış;
- Epmağınan ye!...
***
Bu
bütünüyle bizden gülmecenin üstüne bir de bugün öğrendiklerim eklenince
yazmak “farz” oldu. Öğlen kızım Türkü ile yemek yediğimiz aşevinden
çıkınca “Haydar Usta”mızın hatırını sormak için hemen yan sokaktaki saz
atölyesine doğru kıvrıldık. Öğle paydosunun bitmesine daha vakit vardı.
Şansımız yaver giderse belki bağlamasının telinden “goygun” bir Orta
Anadolu Havası bile “diyneyebilirdik”. O sırada bize doğru gelen usta
ile selamlaşıp hoş beş ettikten sonra konu kültürün ortak hafızasında
dolaşan gülmecelere açıldı. Bunun üzerine Haydar Usta büyük bir keyifle
anlatmaya başladı. Ben de fırsatı ganimet bilip teybimin kayıt düğmesine
bastım.
Bugünlerde
nedense Tek tek “ben”leri “biz” yapan ortak değerlerimize sarılmak
yerine -aslında zenginliğimiz olan- farklılıklarımız kanatırcasına
kaşınır oldu. Yaşadığı olumsuzluklar nedeniyle zaman zaman solsa da
kadim Anadolu insanının özde güleç yüzünü anımsayalım istedim. Bencil
seslerinin iyiden iyiye yükseldiği, insanların iyimserliğinin yara
aldığı bu süreçte “hem nalına, hem mıhına vuran” bu gülmeceler dilerim
sizleri bir nebze gülümsetir.
***
1960’lı
yıllarda kadastro çalışmaları yapan bir hakim ıramazanlıkta dava konusu
bir arsayı yerinde tespit etmek için Çorum’un Sungurlu İlçesine bağlı
Demirşıh Köyü’ne gitmiş. İşlerini hale yola goyduktan sonra şoforuna;
- Oğlum öğlen oldu, garnımız acıkdı, mıhdara söyle de bize bi sufra hazırlasın, garnımızı doyuralım, demiş. Şofor;
- Valla efendim başga zaman olsa neyse de ıramazanlıkda bize yemek memek vermez, musafire bakış-görüş etmezler...
-
Eee, napacayık o zaman? Bari bi Alevi Köyü bulak da orda garnımız
doyurak, demiş. Giderken yolun kenarındaki ağaçlardan torunuynan
guşburnu toplayan Siflan Garı’yı görüp durmuşlar. Selam verip;
- Deze napıyon, demişler?
- Nediyim yavrım guşburnu topluyom, pelverde (marmelat) yapacam, demiş.
- Yav onu niye topluyon? Günah, demiş hakim.
- Allah’ın verdiği nimet, niye günah olsun yavrım?...
- Ebubekir Efendimiz bunun gıyısından gederken paltosu buna takıldı da, yırtıldıydı deyince Siflan Garı cevabı yapışdırmış;
- Ebubekir Efendin de kör müydü, öteden gedeydi?...
***
Dedenin
biri bi gış taliplerini görmeye gedememiş, her taraf gar(kar).
(Bilmeyenler için söyleyelim; Alevi dedeleri kış aylarında taliplerinin
yaşadığı köylere gider, onların tercüman, görgü gibi inanç hizmetlerini
yürütürler. Talipler de giderken dedeye gönüllerinin ve keselerinin
elverdiği, adına “hakullah” denen bir miktar para verip uğurlarlar.)
Tabi
dedenin de, mallarının da yeygisi de azalmış. Bi gün atına yem vermek
üçün dama girmiş. Ata bi avuç yem verincez at; “Ihiiiiii!” deyi
kişnemiş. Dede sinirlenmiş;
- Ihiiiiiine başlarım, demiş. Bura talibin evi değil, az yeyecen!...
***
Dedenin biri bi köyden geçerken sürüsünü otladan bi adama rastlamış.
- Ali Ağa demiş, şurdan bana bi davar ver de götürüyüm. Ali Ağa;
- Dede sana davarı veriyim de bunun bana (öteki dünyada) bunun bi faydası olur mu?
- Valla bana faydası olacağı kesin de, sana olup olmacanı bilmiyom...
***
Ses
ve izlerin birbirine alabildiğine karıştığı, neyin, kimin için iyi ya
da kötü olduğunun kestirilemediği “hassas” günlerden geçiyoruz. Mevzu
bahis vatanları iken -bile- bilge Anadolu insanlarının, özellikle
kadınların, anaların akıl ve yürek sesinin duyul(a)madığı bir zamanın
tanıklarıyız... Kendi adıma; insanımızın -şimdi ve daima- önce kendimiz,
vatanımız, sonra tüm insanlığın hayrına etle tırnak olduğumuzu
unutmadan birleşmesi, birleşmemiz gerektiğini düşünüyorum. Merheme yara
değil, derde deva bulacak, "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür"
yüreklerin ortak akıl ile aldığı kararların hüküm sürdüğü bir ülke istiyorum. Hasım değil hısım olduğumuzun bilinciyle yaşamak, bir, gür ve hür olmak umuduyla sözü -cennet mekân- Âşık Hüdai’nin yüreğinden alıp "ortak akıl”a sunuyorum. Saygıyla...
Faydası olmayan bahardan yazdan,
Yüce dağ başının kışı makbuldür.
Cahilin yaptığı sohbetten, sözden,
Âlimin hayali, düşü makbuldür.
Lokma yeme muhannetin elinden,
Kurtulaman sonra acı dilinden.
Namertlerin kaymağından balından,
Merdin kuru, yavan aşı makbuldür.
Hüdai konuşur bir ince dilden,
Hal ehli olmayan ne bilir halden?
Bilgisiz, görgüsüz, duygusuz kuldan,
Ölülerin mezar taşı makbuldür...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder