27.07.2014
Hıdırellez’den bir gün sonraydı. Dilek ve muradlarımızı gül dalına bağlayıp gecelettikten sonra er sabah deryanın bereketine bırakmışlığımız dün bir, o gün ikiydi. Antalya Olgunlaşma Enstitüsü’nden canlarının daveti üzerine Kaleiçi’ne gitmiştim. Bu yılın teması seçtikleri memleketim Elmalı’nın değerleri konusunda uzun ve keyifli sohbet ettik. İşi bitince gözü çarığına giden bütün insandaşlarım gibi bakışım bastığım yere meylettiğinde yerdeki kilim beni tuttu, sordum. Olgunlaşma’nın değerli Müdiresi İlkay Hanım kilimin Tekirdağ Yöresi’ne ait olduğunu söyledi. Diğer salonda sergilenen beşik gibi bu kilimi de Kaleiçi’nin ünlü antikacısı, Orient Basar’ın sahibi Mehmet SAĞGÜN’ün Enstitü’ye bağışladığını anlattı. Beşik denir de benim gönlüm durur mu? Yan odadaki sarılınası tahta beşiği de gördükten sonra bunu biz sevdalılarına kazandıran kişiyi mekânında ziyaret edip tanımak şart olmuştu.
Antalyalıların ve birçok yabancı
misafirimizin tanıdığı, Antalya’nın en eski (?) halıcısının mağazası da çok
bilindik bir noktada idi ama tanış olmak o güne nasipmiş. Medeniyetler Beşiği
Anadolu’da bir tahta beşiğin izinde başlayan sohbet kendisinin çalışma yaşamından
sıradışı kesitlerle başladı. O konuşurken; İyilikler
takdir edilmezse ümitsizliğe kapılır, kötülükler cezasız kalırsa cesaret bulur,
diyen Hz. Ali’nin sözü uyarınca karar verdim. Mesleğim ile ilgili olduğu
gibi aktarmayı da ibadet saydığım insanlar ve onların anlatılarını kayıt altına alıp ortaya çıkan
dersleri öğrenme zamanı gelenlere pay etmeliydim. Kendi deyimiyle; Kaleiçi ve
Antalya’nın en eski “Türk El Sanatları Ticareti”
erbabı ile saatler süren bu söyleşinin önemli kesitlerini çoğunlukla kendi dilinden
aktaracağım. Bu deneyimlerin içinden dinleyince beni kâh güldüren, kâh şaşırtan
ve hepimize esin vereceğine inandıklarımı seçtim. Dilerim beğenirsiniz..
Mehmet SAĞGÜN 1956 Burdur - Bucak doğumlu.
Bir yaşında iken ailesi ile Antalya’ya yerleşmişler. Diğer iki kardeşine göre bilinen
deyimle; “ticaret kafası” olan bir
çocuk olarak çalışma yaşamına 7 yaşında simit, tirmis, haşlanmış mısır satarak,
yazlık sinemaların girişinde Teksas, Tommiks, Zagor gibi kitapları kiraya
vererek başlamış. 10 yaşında iken daha önce Almanya’ya giden babaları anne ile birlikte
onları bu kez Almanya’ya göçürmüş. Almanya günlerinden iki ilginç anısı var.
Biri; bisiklete binerken feci şekilde düşüp üst dudağının iç tarafının iyice
bir haşat oluşu sonrası doktora gidişi. Dikiş atarken uslu durduğu için
doktorun kendisine verdiği iki mark ile –gülmekte zorlanma pahasına- komik bir
Charlie CHAPLİN filmine gidişini. Diğeri belki de yaşamını belirleyen olay. O
günlerde yaşadıkları küçük Alman Köyü’nde bir sabah otobüsü kaçırmamak için
ocağı açık unutup çıktığı evle birlikte yandaki birkaç binanın yanmasına sebep
olması. Her şerde bir hayır buluruz ya, kendisi bu olaydan sonra bir kasabaya göçmelerinin,
küçük yaşlarda başlayan ticari yaşamını daha ileri boyutlara taşımasına vesile
olduğuna inanır. Orada aldığı esinlerle küçük
yaşta başlayan ticari girişimleriyeni bir boyut kazanır. Almanya’dan İstanbul’a
götürdüğü kotları orada, ordan kazandığı parayla da Kapalıçarşı’dan aldığı
hediyelikleri Almanya’da satmaya başlar. Bazen o kadar çok para kazanır ki yolculuğu
sırasında kullandığı yastığın içini boşaltıp para ile doldurduktan sonra
dikerek başının altında taşır.
Gel zaman git zaman bu döngü bir yerde kesilir, Alman
Lisesi’ni bitirip vatani hizmet için Türkiye’ye döner. Askerden sonra bir
seyahat acentesinde çalışma düşüncesinde iken bir arkadaşının halıcı dükkânında
hayatının bundan sonraki 32 yılını vereceği işi ile tanışır. Dil bilmeyen
arkadaşına dil ve müşteri konusunda ettiği yardımlar karşılığı bir ay içinde
22.000 Mark, yani bugünkü parayla 22 milyar lira kazanınca kendi yerini açıp
bunu meslek edinmeye karar verir. Bunun üzerine Kalekapısı’ndaki Tek Kapılı
Han’da bir arkadaşı ile ortak başlayan ticaret yolculuğu zararla sonlanınca
zarardan dönüp bağımsızlığını ilan eder. Radikal bir karar alarak o günlerde insanların;
“Çingene Mahallesi” diye
soyutladığı;
- Orda ne işin var? Orada iş yapamazsın! diye hüküm verdiği Kaleiçi’nin
geleceğini kendi deyimiyle; “yurtdışında büyümenin avantajıyla o günlerden
görüp” bir dükkân kiralar. Ticaret yaparken halı – kilim konusundaki
yerli-yabancı kaynakları okuyarak bu konuda fark yaratacak bilgilere edinir.
Halıcılık yanında pansiyonculuk da yaptığı o yıllarda sattığı ürünleri ya
Döşemealtı Bölgesi’ndeki 37 köye kendisi giderek, ya toplayıcılar ve
toptancılardan alarak ya da paraya sıkışan esnafların birbirine mal satması ile
edinir. Bunlar;
Başta
halı- kilim-cicim-zili ve sumak gibi dokumalar olmak üzere Güzel Anadolu
İnsanımızın el emeği- göz nuru; heybe, çoban kepeneği, iğne ve tığ ile yapılan
yazma oyaları, çeşitli başörtüleri, perde ve masa örtüleri, eski-işlemeli bakırlar, Kütahya Seramikleri
ve gümüş aksesuarlar gibi çeşitlerdir. Bunları burada formüle etmek kolay
ama ya yaşananlar? Meslek hayatının ilk 18 yılında çok kandırılıp dolandırılır,
canı yanar. Kendi anlatımına kulak verelim; “Kayserili halıcı bana geldi, dedi
ki, o acemilik yıllarımda;
- Memetciğim benden istediğin kadar mal
alabilirsin, sana 6-7 ay vade yaparım. Önce gitmiş bi bankada bi hemşerisini
bulmuş. Hemşerisine sormuş; “Mehmet SAĞGÜN’ün hesabında ne kadar para var?”
diye. Sonra bana geldi. 7 ay vadeli mal sattı ama “Ben çek kullanıyorum. Çek
olursa veririm” dedi. “Olur” dedim. Çek yazdım verdim. Meğerse kanunen çekin
vadesi olmazmış. Benden çeki alıyor, 10 dak. sonra bankadan nakite çeviriyor.
Bütün hesabımı boşaltmış. Adam ne kadar param olduğunu öğrenmiş, bana o kadar
mal satmış. Sonra bütün paramı almış,
kullanacak bişey bırakmamış. Şikâyetçi oldum artık, ortaya çıktı hemşerisinin
parayı o adama ödediği. Adamı işten attılar ama benim canım yanmış oldu.
Ondan sonra mesela o günlerde 100 mark
değerindeki bi halıyı bana “Antika” diye 8.000 marka sattılar. Güzel bi hikâye
anlattı. “İşte bunu dedi, daha önce çok isteyenler oldu. İstanbul’dan esnaflar
geldi falan vermedik ama şimdi annemiz hastanede. Ameliyat oldu, fatura yüksek
çıktı. Ameliyat parası ödicez, 8.000 Marka ihtiyacımız var. Hâlbuki İstanbul’a
15-20.000’e satabiliriz!” dedi. Takım elbiseli, beyefendi bir adamdı gelen.
İnandım adama. 8.000 markını verdim, halıyı aldım. Gerçeği sonradan öğrendim
ama..
Teslim olmadım. “Yenilmeyeceğim ben bunlara!” dedim. Eskiden 10 saat çalışıyorsam
12-14 saate çıkardım. Gece yarılarına kadar kitap okurdum, not alırdım
halı-kilimle ilgili. O kazıklar beni daha kısa sürede olgunlaştırdı. Canımın
yanmasına rağmen 18 yıl acemilik çektim. Ben başladığım zaman 2 halıcı vardı.
Ben 3. halıcıydım Antalya’da. Şimdi sadece Antalya merkezde tahminen 100’ün
üzerindedir.
Bu meslek çok zor bir meslek. 40-50 yıldır halıcılık yapıp halıcılıktan hiç anlamayanlar var. Hâlâ öğrenememiş adam. Bi de bazı insanların kapasitesi biraz dar olur. Sade belli yöreleri bilirler. Döşemealtı’nı bilir, Yağcıbedir’i bilir bunun dışına çıkamaz. Benim yabancı kitap ve yayınlar okuma, dünyanın her yerinden koleksiyonerler ve bu işi bilen insanlarla konuşma imkânım olduğu için ufkum daha da genişledi. Tecrübem arttı. Uzun yıllar Avrupa ülkelerinde, Avusturya, Almanya, Belçika, Lüksemburg, Danimarka vb.’de sergiler yaptım. 1.5-2 ton eşyayı burdan kargoyla gönderiydorum. THY ile. Ordan gümrükten çekiydorum. Onları büyük bir arabaya yüklüyordum. Sergi salonunu önceden ayarlıyordum. Gidiyor, bütün halıları duvarlara asıyordum. Burdan Türk Halk Müziği Sanatçısı götürdüğüm de oldu. Çerezler ve içeceklerden açık büfe hazırlıyorduk. Yenilip içiliyordu. Müzik ara verdiği zaman müşteriler sergideki malları satın alıyordu. “Bana şunu ayır, ben bunu istiyorum!” falan gibi. Birçok şehri geze geze her sene 4 ila 7 hafta süren turneler yapıyorduk. İşte böyle büyüdü gitti..
18 yıl canım yandı ama ben kimsenin canını
yakmadım. Sonra işlerim yavaş yavaş oturmaya başladı. Şu anda 32 yıllık
müşterilerimiz var, hiçbirisi ile kırgınlığımız yoktur. Ne zaman tanıştıysak
onlar hâlâ hem müşterim hem de iyi arkadaşlarım.
Çok ilginç olaylar
yaşadım. Bunlardan birini özellikle anlatmak isterim; Uzunçarşı Sokak’taydım o
zaman. Oğluyla beraber Avusturyalı bir bayan geldi. Bi Yağcıbedir Halısı
beğendi. Halının iyi olmadığını alırkenden biliyordum ben. Malzemesi de, yünü,
boyası da iyi değildi. Halıyı çok beğendi ama o anda o halının daha iyisi,
kalitelisi yok.
– Onu vermek
istemiyorum size, dedim. O da;
– Siz para kazanmak istemiyo musunuz? Ben
beğendim, dedi.
– Çok ısrar ederseniz parasız vereyim
halıyı. En azından “bana kötü bir halı sattı” dedirtmek istemiyorum, dedim.
Çünkü halı kötü ama müşteri çok kaliteli. Ona kötü bir mal sattığınız zaman o
müşteriyi bi daha görmezsiniz.
- Bana dedim adresinizi yazın, aynı yörenin
daha kaliteli bir malı geldiği zaman ben size gönderirim, fiyatını sonra
konuşuruz, dedim. Adresini bıraktı. Ben daha kaliteli, ipek gibi bi Yağcıbedir
buldum, Avusturya’ya gönderdim. İşte parasını ödemek istedi. Tekrar gelip
gelmeyeceğini sordum.
- Geleceğim dedi, Ekim’de.
- Gelirken getirirsiniz” dedim. Çok
etkilenmiş bundan. Dediği tarihte paramı getirdi. Sonradan öğrendim ki
siyasetçiymiş. Ondan sonraki yıllarda Avusturya’nın Dış İşleri Bakanı‘nı,
Halkçı Parti genel sekreterini, partiden birçok milletvekili arkadaşını
getirdi. Daha sonra bana Avusturya’da kendi evinde sergi yapmayı teklif etti. Oraya
sergi hazırladık, gittik. Bütün halıları numaraladım, fiyat listesi yaptım.
– O fiyat listesini bana ver. Sen
misafirsin, otur! dedi. Benim mallarımı bütün ordaki bakanlara,
milletvekillerine kendisi sattı. Onları sattıktan sonra yakında bi şatonun
altında büyük, meşhur bi lokanta vardı. O lokantaya davet etti bütün
misafirlerini, hem beni. Parayı ben kazandım, ordaki masrafı da kendisi
üstlendi. 31-32 sene oluyor. O gün - bugün Türkiye hayranı. İşte o günlerden
bugüne hâlâ, her yıl Eylül’ün ilk haftasında buraya gelir. Bazen iki üç arkadaşıyla
ve mutlaka uzun bir liste ile gelir. Buraya gelmeden önce bütün siyasetçi
arkadaşlarını arıyor, akrabalarını arıyor;
– Ben Memed’e gidiyorum. Halı – kilim
ihtiyacı olan var mı?” diye. Daha sonra bir gün Avusturya parlamentosunda bir
toplantıda Türkiye ile ilgili olumsuz bir şeyler konuşulmuş. Bu bayan kürsüye
yumruğunu vuruyor ve diyor ki;
–Ben uzun yıllardır Türkiye’ye gidiyorum.
Türklerin ne kadar misafirperver, ne kadar iyi insanlar olduklarını benden iyi
hiç biriniz bilemez. Türklere laf söyletmem!”
Şimdi düşünebiliyor musunuz o müşteriye ilk
satış yaptığım zaman içinde yalan dolan olsaydı, o müşteri dolandırılsaydım
O’nu ve birlikte birçok insanı kazanabilir miydik? Bütün bu insanları
kaybedecektik. Türkiye ile ilgili de iyi bir düşünceye sahip olmayacaklardı. Milletini
seven, bilinçli olan her insanın, görevi bu. Turizmle, ticaretle uğraşan
insanlar olarak buraya gelen insanları misafir olarak görmememiz, onlarda iyi
izlenimler bırakmamız gerekirken maalesef “üçkâğıt turizmi” yapıyoruz. Gelenin
burda –adeta- derisini yüzüp gönderiyoruz.
Bu konularda siyasetçilerimiz de, yöneticilerimiz de maalesef çok hassas
ve bilinçli değiller..
Yine ülkemiz adına olumlu sonuçları olan
bir anımı anlatayım. Bunlar aslında gelecek nesillere ders olabilecek
nitelikte. Bir Almanya seyahatimde caddelerde dolaşıyordum. Bir halıcı
dükkânının önünden geçerken vitrinden içerdeki çeşitlere baktım, bendeki
çeşitlere benziyorlardı. Depomda da o çeşitten de bi hayli vardı. İçeri girdim,
dedim ki;
– Ben Türkiye’de halıcılık yapıyorum.
Sizdeki çeşitten satıyorum. Benimle ticaret yapmak ister misiniz?”
– Nerelisin? diye sordular.
– Türküm! dedim.
– Lütfen dışarıya çıkar mısın? dediler.
Beni kovdular resmen. Benim zoruma gitti tabi. Dedim ki;
– Kapının yönünü biliyorum, tekrar
göstermenize gerek yok. Gideceğim de merak etmeyin ama bişey söyleyip gitcem.
Ben Almanya’da okudum. Okurken çocukluğumda yabancı düşmanı birçok okul müdürü
ve öğretmenlerden çok dayak yedim. Bu durumda benim hiçbir Almana selam
vermemem lazım. Ama beni döğen siz değildiniz. Sizlerin canını yakan da ben
değildim, dedim. O mağazanın sahipleri iki kardeş yan yana duruyorlar..
Canınızı kim yaktıysa sorununuz onunla, benimle değil. Başka bir Türk canınızı
yaktı diye bütün Türkleri aynı kefeye koyamazsınız! Üstelik ben sizi
araştırdım. (Orda bazı esnaflarla konuştum. Dediler ki; “Mihel buranın en eski
halıcısıdır. Çok dürüst, çok temizdir” falan demişlerdi.) Çok iyi
insanlarmışsınız ama biraz daha hassas olsanız daha iyi olur, dedim. Size şöyle
bir teklifte bulunayım; bendeki numuneleri
ben size göndereyim. Hiçbir güvence istemiyorum. Kapora istemiyorum. Ben size
güveneceğim. Beğenirseniz -ne zaman paranız olursa- paramı o zaman gönderirsiniz.
Beğenmezseniz ben numuneleri burdan, mağazadan aldırırım. Hiç size zahmet
ettirmem, dedim. Öyle deyince biraz utandılar, birbirlerine baktılar.
– Numuneleri bekliyoruz, dediler.
Kartlarını aldım, numuneleri gönderdim. Bir faks geldi onlardan. Uzun uzun özür
dileyerek başlamışlar.
–
Biz utanç içerisindeyiz. Haklısın. Sonradan kardeşimle konuştuk. Özür
dileriz. Biz numuneleri bazı müşterilerimize gösterdik. Numuneleri sattık. Bu
fiyatlara bunlardan ne kadar varsa talibiz. Sonra o kardeşlerden bi tanesi
Antalya’ya geldi. Benim depoya geldiler. Hiç unutmuyorum bütün, 165 parçaydı o
zaman. İşte, içinde kilimler var, ipek halılar var. Seçti, ayırdı. Daha önce
dolandırıldıkları için ben özellikle ne para, ne çek hiçbir şey istemedim.
– Önce ben malları size göndereceğim sonra
parasını göndereceksiniz. Çünkü o duyguyu size yaşatmak istemiyorum. Bundan
sonra ben size güvenicem, dedim. Ondan sonra Talya Oteli’ne de tembih etmiştim;
“Bu müşterinin hesabını ben vericem” diye. Ha, bu süre içerisinde; “Bunları ben
aldım” dedi, 165 parçayı. Yatla Çıralı’ya, Döşemealtı köylerine götürdüm.
İlgilendim. Bana kapıyı gösterdi ya, onun intikamını alıyorum. En güzel yerleri
gezdirdim. Sonra dedim ki;
– Bu 165 parça mal senin. İstanbul’a
gideceğiz, orada bu malların toptancıları var. Bu mallardan da daha iyisini,
daha ucuzunu orda bulursan cayabilirsin. Orda ben sana dürüst esnafları da
göstereceğim. Onların kefili benim. Onlar da aynı şartlarda seninle iş
yaparlar. Önce malı alırsın, aldıktan sonra parayı ödersin. Mal alabileceğin
kişilerle tanıştırmak istiyorum. Anlaştık mı? dedim. İşte böyle benim bazen böyle
intikam (!) almışlıklarım vardır. Çok severim. İstanbul’a gittik. Orda çok
dürüst esnaflarla tanıştırdım. Sonra Atatürk Havalimanına kadar götürdüm. Orda
çek çıkardı, çek yazmak istiyor, bendeki malların parasını ödemek istiyor.
“Günlerdir beraberiz” diyor. Hatta şeyi kabul etmedi.
– Hayır, dedi. Ben buraya ticaret yapmak
için, menfaat için geldim. Benim otel hesabımı sen ödeyemezsin” dedi. Onu da
ödettirmedi. İşte Atatürk Havalimanında’da;
– Ben o malların parasını ödemek istiyorum”
dedi. Dedim;
– Onları ödeme şansın yok. Ben önce malları
göndereceğim, ondan sonra.
– Ya, defalarca özür diliyorum. Sen haklısın ama
ben sana güveniyorum. Dedim;
– Sen yine de işini garantiye bağla. Bir
daha da kimseye kapıyı gösterme! Onun için ben bunun parasını almicam. Önce
malları göndericem, sonra sen ödemesini yaparsın.” Nitekim O’nu yolcu ettim.
Sonra malları balya yaptık, gönderdik. Malları gönderdikten birkaç ay sonra ben
Almanya’ya gittim. Adam işini-gücünü bıraktı. Elemanlarına;
– Benim bugün misafirim var. Yemeğe gidicez,
falan dedi. Normalde hiçbir Alman işyerini “misafirim geldi” diye kapatmaz veya
iş saatinde misafirini yemeğe götürmez. Ama tabi ben burda O’nunla ilgilendiğim
için, beraber yemeğe gittik. Yemekten sonra benim paramı ödedi. Boynuma
sarıldı;
- Tekrar özür diliyorum! dedi. İşte o gün –
bugün o Almanlarla diyaloğumuz hâlâ çok iyi. Yıllarca gelirler, mallarını
alırlar. Türkiye hayranı oldu. İkinci kardeş de daha sonra geldi. Ailelerini
getirdiler, arkadaşlarını getirdiler.
Bir de esprili anılarımdan birini anlatayım.
Bir gün bir Alman aile geldi dükkânın dışına, konuşuyorlar. Adam diyor ki eşine;
- Karıcım gel. Sana Türkiye’de pazarlık
nasıl yapılır göstereyim? diyor. Ben duydum bunu. Geldiler, Türkçe konuşmaya
başladım adamla;
– Hoşgeldiniz. Buyrun, falan dedim. Pazarlık
yapacaklar. Fakat ben pazarlığı sevmem. Bir mal alırken dahi adama derim ki;
– Son fiyatını söyle. Pahalı olursa almam,
uygun olursa alırım, derim. Ya da;
– Ben bu mala şu fiyatı veririm. Fazla
veren olursa götür başkasına ver. Bu fiyata vermek istersen ben bu fiyata
alırım, derim. O da Almanya’dan kalma. O ticari ahlak. Çünkü Almanlar bu konuda
gerçekten dürüstler. Yani bu konuda örnek bir millet.
Halı gösterdim, O halıya hayran kaldı,. Şimdi
pazarlık yapacağımız için ben fiyatı yüksek tuttum biraz. Oyun oynicaz ya
karşılıklı. Ben yüksek söyledim, o aşağıdan başladı. Ben biraz indim derken
ticareti sonlandırdık. Ben paramı aldım. Paketi yaptım. Faturayı verirken o
fazla ödediği parayı da kasadan çıkardım, faturanın üzerine koyarken;
– Oyun bitti, şimdi Almanca konuşabiliriz, deyince
adam şok geçirdi tabi, kıpkırmızı oldu.
– Sen çok iyi Almanca biliyorsun, dedi.
Benim Almancam Türkçemden daha iyidir. Türkçeyi sonradan düzelttim, buraya
gelince. Dedi;
– Madem çok iyi Almanca konuşuyorsun neden
Almanca konuşmadın deminden beri?
– Beyefendi siz eşinize “pazarlık nasıl
yapılır göstereyim” dediğiniz için oyununuzu bozmak istemedim, dedim. Çok da güzel
pazarlık yaptınız, tebrik ediyorum. Ama yine de bu kadar fazla ödediniz. O
parayı da iade ediyorum, dedim. Tabi bi taraftan bozuldu, bi taraftan sevindi,
o parayı iade edince. Sonra bu müşteriler uzun yıllar müşteri olarak geldiler
bana.
Ben çocukluktan beri ticaret yapıyorum.
Dolayısıyla insanlara baktığım zaman canımı yakacak, yakmayacak kişileri aşağı
yukarı biliriz. Buna rağmen çok canımız yandı. Ancak yabancılarla bu tür
sorunlar yaşanmıyor. Bizim canımızı en çok Türkler yaktı maalesef. O da
cahilliğimizden kaynaklanıyor. Avrupa’da insanlar herşeyi net konuşurlar. Bizde
net değil, imalı konuşuruz. “Şark Kurnazlığı” denir ya..
Kendisi ile yaptığımız söyleşinin en çarpıcı
yanlarını aktarmaya çalıştığım Mehmet SAĞGÜN 1982’den beri hakettiği değeri
bulamadığına inandığı Kaleiçi’ndeki mekânında. 32 yılı Türk El Sanatları Ticareti ve
halıcılık olmak üzere yaptığı işle ülke ticaretine 50 yıldır katkı sunuyor.
Eğer kendisine bu konuda akademik bir unvan verilebilseydi bu yarım asırlık
yolculukta Avrupa’da aldığı eğitimden sonra birçok kez yurtdışına gidip staj
yapmış olduğu için bu unvan “Phil. Prof”. türünden olurdu. Kendisi memleket
için bu kadar hayırlı işler yapıp bu kadar yabancı sermayeyi ekonomimize kazandırdığı
ve yaptığı işle New York Times Dergisi’nde yer aldığı halde kendi memleketinde
aynı duyarlılığı görmemekten dolayı kırgın. Bu anlamda bunları hiç bilmeden bu
söyleşiyi gerçekleştirip sizlere aktardığım için bahtiyarım :) Ayrıca yarım
asrı aşan ticari yaşamında halı – kilim vb. etnografik ürünler konusunda
edindiği sayısız bilgi ve deneyimlere bugün sadece Akdeniz Üniversitesi’nden
gelen öğrenciler dışında başvurulmamasına da şaşırıyor..
“Anlat
anlat bitmez..” cinsten anılarından, kendisinde iz bırakan insanlardan bu
yazının içeriğine sığdırabildiklerim bunlar. Anılarının hepsi gülümseten
cinsten değil elbette. Özellikle iyi niyetini kötüye kullanan, kendisine zarar
veren insanların dramatik sonları ile biten anıları da hayli fazla. Bunların ayrıntısını
aktarmayacağım. Dileyen ziyaret edip kendisinden dinleyebilir ama Mehmet
SAĞGÜN’ün şöyle bir geri bakıp zihninde yaşadığı olayları ve onların mimarı
insanları yokladığında çıkardığı bir sonuç var ki bunu aktarmadan geçemem. Bu
binlerce yıldır gelip geçen uygarlıkların her seferinde yeniden keşfettikleri
bilindik çekim yasası “ne ekersen onu biçersin”in özgün ifadesi ki kendisi
bunu; “HERKES YÜREĞİNİN EKMEĞİNİ YER” şeklinde dillendiriyor. Dileriz emekleri
zayi olmasın, su gibi akıp yatağını bulsun. Ve gönülden dilerim yüreğinin
ekmeği hep tatlı ve bereketli olsun..
Gönülden dilerim yüreğinin ekmeği hep tatlı ve bereketli olsun..“HERKES YÜREĞİNİN EKMEĞİNİ YER” güzel bir yazı okudum. Namuslu bir insanın yazısı bu.
YanıtlaSilÇok incesiniz. Teşekkür ederim.
SilMustafa Bey teşekkür ederim. Varolun.. 🙏 💞
YanıtlaSil