Tahtacılar Âdem'in beşiğinden Kâbe'nin eşiğine kadar bütün yaşamımızı donatan ağacı kesen, işleyen, dönüştüren, kucaklayan insan topluluğunun adıdır. Ormanların onbinlerce yıllık ıslığını çoklayan, serin ardıç ve sedir ağaçlarının altında doğan çocuklarını güneşin tertemiz ışıklarıyla paklayan, kavruk yüzlerinde ve derin çizgilerinde ağaçların sırrını sonsuza dek saklayan, orman yangınlarında yürekleri ateşler içinde pır pır çırpınan, onları rızıkları için devlet eliyle kesmek zorunda oldukları zamanlarda gözyaşlarıyla helalleşen doğaya sevdalı insanlardır. Nasıl demirciye demirci, kalaycıya kalaycı denirse ormandan ağaç kesip biçen insanlara da “Tahtacı” denmiştir.
İnanç
ve yaşayışları Şamanizm kaynağından yeşeren, Aleviliğin ve İslamiyet'in bazı
insancıl unsurlarını da özüne katıp içselleştirerek kendi rengine boyayan
Tahtacılar evrende Yaradan’dan ve doğadan gayrı bir güce pek de itibar etmemişlerdir.
Tahtacıların
etnik kökenine ve uzak geçmişe ait kesin bilgiler bulunmamakla birlikte MS.
460'lı yıllarda yaşadıkları Asya topraklarından Oğuz'ları izleyerek
Kafkasya’daki Gökçegöl ve Kazakistan'a, bir diğerine göre de Horasan ve
Anadolu'ya geldikleri sanılmaktadır. Çoğunlukla ormanlarda yaşadıkları ve kerestecilik
işiyle uğraştıkları için 13. yy.da "Ağaçeri" 16. yy'dan sonra
Osmanlı tapu tahrir defterlerinde "Cemaat-ı
Tahtacıyan" ve daha sonra da "Tahtacılar"
olarak anıldıkları görülmektedir. Ağaç, orman ve doğa kültü ile Orta Asya’dan
getirdikleri inançların etkileri geleneklerinde hâlâ yaşamaktadır.
Cumhuriyete
kadar göçebe, daha sonra yarı göçebe bir yaşamı sürdükten sonra yerleşik hayata
geçmişler, tüm bu dönemler boyunca geleneklerini, kültürlerini ve dillerini
korumuşlardır.
DOĞA VE AĞAÇ
Selçuklu
ve Osmanlı'nın birçok kırım ve saldırısına uğramışlardır. Binlerce yıldır gerek
egemen otorite, gerekse karşıt düşüncedeki insanlar tarafından sayısız
haksızlık ve kıyımlara uğramalarına rağmen hiçbir zaman aynı yöntemlerle yanıt
vermemeleri Onların yetiştikleri sevgi kültürü ve engin hoşgörülerinden kaynaklanmaktadır.
Özellikle Osmanlı'da Yavuz Sultan Selim zamanında yaşanan kıyımlardan sonra doğaya
daha bir sarılmışlar. Çocuklarının hıllangacı (salıncak) ağaçlarda sallanırken
onlar rızıkları için helalleşip kestikleri ağaçları senit ve oklava ile ekmeğe
dönüştürmüş, çorbalarını onun kaşıklarıyla, hayatın kaynağından akan serin
suları mis kokulu çam ağaçlarından yaptıkları "çotura"larla yudumlamışlar. Yorgun bedenlerini pamuk
bulamayıp har (defne) yapraklarıyla doldurdukları minderlerini her dertlerini
çeken, enerji veren tahta divanlara serip dinlendirmişler.
- Kızlarının çeyizini
koyacakları işlemeli sandıkları,
- Toprağın
şifrelerini çözen yaba ve dirgenleri,
- Atlarının peşinde
dünyayı kıskandırırcasına dönen düvenleri, at arabalarını,
- Katır ve eşeklerine
kuşandırdıkları semerleri,
- Harman yerinden “kehribar
başaklı sap çeken” kağnıları,
- Bebelerini
ninnileri kadar sarmalayan beşikleri,
- Hakk’a yürüyenler
canlarını taşıdıkları “sal ağaçları”nı (tabut) ondan yapmış,
- Dikenli ardıçtan oydukları
sazları çalıp, “ceylanlarla samah tutmuşlar”...
“Dağa çıksam ayısı var, kurdu var, düze insem
sıtması var, derdi var!” deseler de kendileri için düzdeki tehlikenin daha
ölümcül olduğuna karar verip, yıllarca dağdaki yırtıcıların dilinden anlamayı
yeğlemişler, hem de ne zorluklarla...
Yaşadıklarının
en güzel anlatımını 1979 yılında Süha Arın’ın yönettiği Altın Portakal Ödüllü
“Tahtacı Fatma” belgeselinde buluruz. Antalya Tahtacılarını ele alan belgesel bu
orman emekçisi insanların ne ekonomik, ne sosyal hiçbir güvence olmadan nasıl çalıştıklarını
anlatır. Belgeselde yaşam şartlarının güçlüğünden dolayı kendilerini "ne ölü, ne sağ" olarak
tanımlayan Tahtacılar; "Var mı
pulun, cümlealem kulun. Yok mu pulun, cehennemdir yolun!" sözünün
adeta kendileri için söylendiğini ifade ederler...
Bugün
sıklıkla yaşadığımız orman yangınlarında canları pahasına ateşe atıldıklarını
görürsünüz. Ormanın ne anlama geldiğini hiç kimse bir sedir ağacının dibinde
dünyaya gelen Tahtacılar kadar bilemez.
Böylece
1920'lere gelindiğinde, ülkemizdeki orman varlığının giderek azalması, makineleşmenin onların varlığını boşa
çıkarması ve daha da önemlisi devletin zorlamalarına daha fazla direnememeleri
nedeniyle o bilindik türküyü mırıldanarak birer ikişer ormanları terk ederler.
"Şu bizim yaylalar ne güzel yayla,
Bir dem
süremedim, giderim böyle,
Ala gözlü pirim,
sen himmet eyle,
Ben de bu
yayladan Şah'a giderim!.."
ANTALYA TAHTACILARI
Ormanda ağaç kabuğu yonan Tahtacı Genci
Günümüzde
Tahtacılar her ilde birkaç aile dışında çoğunlukla yerleşik hayata geçmişlerdir.
Yaygın olarak Adana, Mersin, Antalya, Aydın, Balıkesir, Isparta, Muğla,
Denizli, İzmir, Gaziantep illerinde yerleşmişlerdir.
Tahtacılar
Antalya’da kırk kadar mahalle, köy ve yerleşim alanında yaşamlarını sürdürmektedirler.
Gelenekleri ve yaşayışları itibarıyla diğer Alevi guruplara göre daha kapalı
bir topluluk oldukları bilinmektedir. Bugün büyük oranda değişime uğramakla
birlikte dıştan evlenmez ve dışarıya kız vermezler.
Antalya Tahtacıları Eseli, Enseli, Göğceli, Danabaş,
Aydınlı, gibi oymaklara ayrılırlar. Bu isimler ya gelinen ya da yerleşilen coğrafyadan
ya da yapılan işten veya kullandıkları eşya ve simgelerden dolayı verilmiştir. (Örn.
Evci Oymağı Yörüklerin keklik kafesi şeklinde, keçeden yaptıkları ve “topak ev” denen evleri yaptıkları için
bu adı almışlardır.)
Dağlarda
15 ile 20 çadırdan oluşan obalarda yaşamışlar. Her obanın orman idaresi veya
tüccarla bağlantısını kuran Tahtacıların; “keye”
dediği bir kâhyası varmış. Kestikleri
ağaçları işleyip tüccarlara kereste olarak satarak geçiniyorlarmış. Yazın
yaylada, kışın sahilde göçebe, yoksul da olsalar mutlak bir düzen içinde
yaşamışlar. Kışın kestiği ağacı yonup biçer, yaz boyunca kurutup taşınabilecek
kadar hafifleyince de tüccara verirlermiş. Herkes kestiği keresteyi tüccarın
kâtibine teslim eder sonra katırlarla Antalya'ya gidip tüccarla hesap görürmüş.
Tüccara verilen kerestelerin de Suriye, İran ve Mısır gibi Arap ülkelerine
gönderildiğini duyarlarmış.
Obada
emek ve hak esas olmak üzere çalışılır, cem ve muhabbetlerle vakit geçirilerek
sakin bir yaşam sürdürülürmüş. İnsanoğlunun genlerinde var olan hırs, öfke gibi
olumsuz duyguların depreşmesi ya da kız kaçırma gibi aile hayatını etkileyecek
olumsuz durumlar sonucu kavga ve anlaşmazlıklar olduğu zamanlarda da bu
sorunları mümkün mertebe resmi kanallara ulaştırmadan kendi aralarında
çözerlermiş. Bu yerel mahkeme "Gürüf"
denen küçük cem ayinlerinde görülür.
TOPLUMSAL YAŞAM, İNANÇ VE İBADET
Kültür
ve geleneklerinde en temel değer "insan
ve doğa sevgisi"dir. Evrenin
bütününden başlayarak Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'ten Atatürk'e, Hacı
Bektaş'tan Abdal Musa'ya kadar insanlığa hizmet etmiş, yol göstermiş herkese sevgi
ve saygı duymuşlardır. Okumaya, öğrenmeye, bilime ve sanata aşinadırlar.
Dilleri;
Öz Türkçedir. Binlerce yıldır dağlarda ve egemen kültür etkisinden uzak
yaşadıkları için dilde ve sözlü kültürde Arapça - Farsça etkisinden en az
etkilenen kültürlerden biridir. Bu nedenle de; "Türkçeyi en iyi koruyan ve yaşatan topluluk" olarak
anılırlar.
Tahtacılar diğer
Alevi topluluklarında olduğu gibi ibadetlerinde bir kıbleye dönmek yerine
yüzyüze kendi deyimleriyle "cemal cemale" ibadet ederler. Çünkü
onlara göre insan Yaradan’ın yeryüzündeki yansımasıdır.
Aleviliğin
temel anayasalarından biri olan “eline,
beline, diline sahip ol” ilkesi gibi "yıktığın
varsa kaldır, döktüğün varsa doldur, ağlattığın varsa güldür" esası
uyarınca kavga eden, kırılan, sorun yaşayan kişi ve aileler bu cemde bir araya
getirilerek aralarındaki sorun haklının hakkı teslim edilmek suretiyle sessizce
çözülür. "Hatır kalır, yol kalmaz" sözünde bayraklaşan bu toplumsal
kurallar kesindir. Kimse "falanca küsmesin, filanca üzülmesin!" diye
bu anlamda gördüğü düzeni bozacak davranışı gizleyemez. Eğer bu alınan
toplumsal kararı taraflardan biri kabul etmezse bu kez en büyük ceza verilir,
“Düşkün” edilerek toplumdan dışlanır. Kimse toplumdan ayrı yaşayamayacağı için
mecbur kabul edermiş. Dağbaşında bir Tahtacı ailenin kibrit isteyecek bir kapısının
olmamasını düşünsenize! Bu düzen öyle muazzam işlermiş ki, can kaybına neden
olan büyük olaylar dışında her küçük kırık yen içinde kalırmış. Bu nedenle
neredeyse idam gerektiren olaylar dışında çatışmalar resmi kurumlara
yansıtılmazmış.
Antalya - Elmalı - Akçaeniş Köyü'nden
Mürebbi Hamza TANAL
Dağda
orman arazisi içinde çalışacakları alana yakın bir yerde devlet arazisinde yurt
tutup çadırlarını kurarlarmış. Bu yerleşim ile hem ortak yaşam, toplumsal
ilişkiler ve yardımlaşma hem de can ve mal güvenliği sağlanırmış. Toplumsal
yardımlaşma da son derece düzgün işlermiş. Mesela yoksul bir göçebenin işi
bitmediğinde “el üşüştürülüp” imece ile
tamamlanır, ya da bir başkasının tek katırı öldüğünde hemen obada para toplanıp
ona karşılıksız verilerek yarası sarılırmış.
Bütün Aleviler gibi yıllarca ibadetlerini gizli yapmak
zorunda kalmaları, bu yüzden haksız suçlamalara uğramalarına rağmen
Tahtacıların uzun süre ıssız dağlarda yaşamalarının dillerini ve sözlü
kültürlerini koruma ve aktarmada olduğu kadar inançlarını özgürce yaşamalarında
da büyük fayda sağladığı ortadadır.
İnançları genellikle perşembe geceleri yapılan Ayin-i
cemlerde yerine getirilen 12 hizmet esasına dayanır. Yanyatır Ocağına bağlı
dedeler veya onların görevlendirdiği yerel dini lider mürebbiler önderliğinde kurbanlar
kesip cemlerde bu 12 hizmeti yerine getirirler. Bu cemlere girmek için en temel
şart her bakımdan temiz olmaktır. Cem kişinin ilkin kendinden sorulduğu,
yargılanmadan özünü dara çekebileceği bir mahkeme, İnsanı Kamil’e ulaşma
yolunda atılacak adımların ipuçlarının verildiği bir okuldur. Bu mahkeme insana
kendini sınama, okul da en ideal benliğe ulaşma fırsatıdır. Kişi cemde edindiği
öğretiler ışığında edep, erkân ve yol kurallarına göre yaşayıp “insan” olmakla
aykırı olup dışlanmak arasında bir tercih yapar. Bu da öncelikle tek tek
insanları sonrasında da toplumların yapısını belirler. Onlardan istenen aslında
insanlığın evrensel idealinden başka bir şey değildir:
Din (gizlice
dinlenen konuşma) dinleme,
Gov
govlama,
Gıybet
eyleme,
Elinle
koymadığını elleme,
Gözünle
görmediğini söyleme,
Gözünle
gördüğünü eteğinle ört,
Kendine
hoş gelmeyen şeyleri başkalarına reva görme,
Eline,
beline, diline sahip ol...
Tahtacı inancında en önemli
unsurlardan biri de “Müsahiplik”
kurumudur. “Yol Kardeşliği” anlamına
gelen bu kardeşlik bel kardeşliğinden bile üstün tutulmuştur. Çünkü insanın
tabiatıyla kendi kardeşini seçme şansı yokken burada vardır. Bu kurumda
birbirini tanıyan ve anlaşan ikrarlı iki aile, toplumun ve dedenin de onayı ile
yine dedenin olduğu cemde kurban keserek müsahip olurlar. Bu kardeşliğin
koşulları oldukça ağırdır. Yol kardeşi olan iki ailenin çocukları da kardeş
sayılır ve evlenemezler. İki ailenin her birinin evine ne alırsa diğer eve de
alması, para alıp verirken saymaması, birinin lideri ölürse diğerinin bakması
gibi maddi unsurlar yanında birbirlerinin günahlarından da sorumlu olmaları
inancı vardır. Bu yolla hem muazzam bir toplumsal dayanışma hem de toplumsal
kontrol sağlanır. Sahip çıkmak anlamına gelen Müsahipliği alışmak, aşina olmak
anlamına gelen Aşınalık, yolundan gitmek anlamında Peşinelik ve bu sanal
akrabalıklar yoluyla çakıl taneleri gibi çoğalmak amacı taşıyan Çiğildaş veya
Çingildaşlık kurumları izler. Bu dört aşamalı oluşum Alevilikteki; Şeriat, Tarikat,
Marifet ve Hakikat gibi dört kapıda yoldaş olmakla eşleştirilmişlerdir. Cem
töreni dedenin okuduğu şu dua ile sona erer;
“Oturan duran,
govsuz gıybetiz evine varan, uzakan-yakınan, zahiren-batınan sağ yatan selamet
kalka…”
İbadet için seçtikleri kutsal yerler göçebe
zamanlarında ulu ağaçlar, genellikle “Şah”
diye adlandırılan ardıçlar, yerleşik hayata geçtikten sonra da Abdal Musa, Hacı
Bektaşı Veli gibi Alevi Bektaşi ulularının makamlarıdır.
Tahtacı toplumunda cemlerde veya günlük yaşamda
“kararında” dem veya dolu denilen bade alma geleneği vardır. Bu geleneğin
kaynağı Hz. Muhammed’in de katıldığı kırklar meclisinde ezilen bir üzüm
tanesinden hepsinin mest olduğu inancına dayanır.
Kadınlar Tahtacı kültüründe çok değerlidir. “Kadınlarına dişi değil kişi olarak bakan
Tahtacılar” günlük yaşamdan ibadete, düğünden cenazeye yaşamın her alanını kadınlarıyla
yan yana yaşayıp işi ve aşı, sevinci ve kederi paylaşırlar. Tahtacı kadınları
genellikle modern görünüşlü, ak benizli, topak burunlu, renkli gözlü, güzel
kadınlardır. Bu hallerinden etkilenen Ömer Bedreddin Uşaklı bakın bunu dizelere
nasıl dökmüş;
TAHTACI
GÜZELLERİ
Tez denen düzenekte ağaç biçen Tahtacı kızları.
Ali AKSÜT Arşivi
Güneşi baltalarının ucunda taşıyarak
Buradan daha çok uzak bir ormana
gidiyor
Tahtacı güzelleri.
Kırmızı, al, yeşil, mor fistanları
rüzgârın elinde bir bayrak;
Gür siyah saçlar, gümüş paralarla
karışık omuzlara dökülmüş,
Çam kokusuyla dolu, taşkın göğüsler
açık,
Türkülerle gidiyor, Tahtacı
güzelleri.
Al, kırmızı, yeşil, mor fistanları
rüzgârın elinde birer bayrak,
Semiz katırlarıyla yapraklara
basarak,
Ormanlardan ormana,
Türkülerle gidiyor, Tahtacı
güzelleri.
Yemyeşil ormanların baştacı
güzelleri...
En bilinen özelliklerinden biri de
misafirperverlikleridir. Örneğin bizim köyde biri babam ve annem tarafından 25
sene gözetilen iki köy odası vardı. Buraya gelen çerçiciler, abdallar, yolcular
ve onların hayvanları doyurulup barındırılırdı.
Tahtacı Kültürünün olmazsa olmaz ögelerinin başında samah
denen törensel dans ve müzik gelir. Muhabbet ve cemlerde samahın değişik
türleri uygulanır. Geleneğin
bunca yıldır yaşamasındaki asıl sır dini öğretinin ve törenin günümüze kalan
sözlü kültür ürünlerinde yaşatılarak nesilden nesile aktarılmasıdır. Dini
öğretilerin gelecek kuşaklara aktarılmasında Alevi şiiri "Nefes"
ve "Deme"ler büyük önem taşımaktadır.
Yaşamın mutlak gerçeği ölümü çok büyük bir olgunlukla
karşılarlar. Çünkü Tahtacılarda ruhun bir bedenden diğerine geçmesi demek olan Tenasüh ve Tanrı'dan gelerek tekrar
Tanrı'ya dönmesi anlamına gelen Devriye
inancı vardır. Ölüm bir son değil, aslına yani
yaradana dönülen yeni ve sonsuz bir yaşamın başlangıcıdır. Bu inanç ve uygulamalar Alevilikteki; insanla Tanrı'nın birlik içinde olması, tanrının evreni ve insanı
yoktan var etmesi değil, kendisini görünür hale getirmesi demek olan Vahdet-i Vücut inancı ile de uyum
içindedir.
Bu nedenle ölüm yerine “Hakk’a Yürüme”
ibaresi kullanılır. Bu yeni yolculuğa ondan mahrum kalmanın acısını
gizleyemeden saz ve curanın tın tınları eşliğinde ağıt gaydaları ve yakımlar yakıp
söyleyerek eşlik ederler. Özellikle kadınlar bunu daha içli yaparlar. Bu
nedenle küs bile olsa ağıtçı kadınlar ölülere çağırılırlar. Bu ağıtçı kadın
geleneğinin Altaylarda ve Kızılderililerde de var olduğu ve hâlâ yaşadığı
bilinmektedir. Antik dönemde de bazı vazo resimlerinin üzerinde ve lahit ağıtçı
kadınlar betimlenmektedir.
Antalya - Elmalı - Akçaeniş Köyü'nden
Ayşe TANAL
Tahtacıların ölümü algılayışlarındaki bir diğer özgün
unsur Hakk’a yürüyen canın bu yeni yaşama tam tekmil hazır, giyinik olarak
gönderilmesidir.
Tahtacılarda antik dönemlerin izlerinin görüldüğü geleneklerden
biri de mezar kazarken kemik çıkarsa mezara metal bir para konarak “mezar yerinin eski sahibinden satın alınacağı”
inancıdır. Bu para geleneği antik dönemde Ölüler Ülkesi Hades’e giderken
geçeceği Akheron Nehri’ndeki Kayıkçı Kharon’a verilmek üzere ölenin dilinin
altına konması şeklindedir.
Onların çalışkanlık, doğruluk, kadına değer verme, hayatı hakkını
vererek yaşama, inancının arkasında durma, ölümü büyük bir olgunlukla karşılama
gibi sahip oldukları evrensel değerlerin sonsuza dek yaşaması ve tüm insanlığı
sarması dileğiyle, sağlıcakla...
Öznur TANAL
Antalya
İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü
Halk
Kültürü Araştırmacısı