2 Eylül 2013 Pazartesi

GELENEKLERİ VE GÜNDELİK YAŞAMLARIYLA ANTALYA TAHTACILARI




                                                                                    


Tahtacılar Âdem'in beşiğinden Kâbe'nin eşiğine kadar bütün yaşamımızı donatan ağacı kesen, işleyen, dönüştüren, kucaklayan insan topluluğunun adıdır. Ormanların onbinlerce yıllık ıslığını çoklayan, serin ardıç ve sedir ağaçlarının altında doğan çocuklarını güneşin tertemiz ışıklarıyla paklayan, kavruk yüzlerinde ve derin çizgilerinde ağaçların sırrını sonsuza dek saklayan, orman yangınlarında yürekleri ateşler içinde pır pır çırpınan, onları rızıkları için devlet eliyle kesmek zorunda oldukları zamanlarda gözyaşlarıyla helalleşen doğaya sevdalı insanlardır. Nasıl demirciye demirci, kalaycıya kalaycı denirse ormandan ağaç kesip biçen insanlara da “Tahtacı” denmiştir.

İnanç ve yaşayışları Şamanizm kaynağından yeşeren, Aleviliğin ve İslamiyet'in bazı insancıl unsurlarını da özüne katıp içselleştirerek kendi rengine boyayan Tahtacılar evrende Yaradan’dan ve doğadan gayrı bir güce pek de itibar etmemişlerdir.

Tahtacıların etnik kökenine ve uzak geçmişe ait kesin bilgiler bulunmamakla birlikte MS. 460'lı yıllarda yaşadıkları Asya topraklarından Oğuz'ları izleyerek Kafkasya’daki Gökçegöl ve Kazakistan'a, bir diğerine göre de Horasan ve Anadolu'ya geldikleri sanılmaktadır. Çoğunlukla ormanlarda yaşadıkları ve kerestecilik işiyle uğraştıkları için 13. yy.da  "Ağaçeri" 16. yy'dan sonra Osmanlı tapu tahrir defterlerinde "Cemaat-ı Tahtacıyan" ve daha sonra da "Tahtacılar" olarak anıldıkları görülmektedir. Ağaç, orman ve doğa kültü ile Orta Asya’dan getirdikleri inançların etkileri geleneklerinde hâlâ yaşamaktadır.

Cumhuriyete kadar göçebe, daha sonra yarı göçebe bir yaşamı sürdükten sonra yerleşik hayata geçmişler, tüm bu dönemler boyunca geleneklerini, kültürlerini ve dillerini korumuşlardır.

DOĞA VE AĞAÇ

Selçuklu ve Osmanlı'nın birçok kırım ve saldırısına uğramışlardır. Binlerce yıldır gerek egemen otorite, gerekse karşıt düşüncedeki insanlar tarafından sayısız haksızlık ve kıyımlara uğramalarına rağmen hiçbir zaman aynı yöntemlerle yanıt vermemeleri Onların yetiştikleri sevgi kültürü ve engin hoşgörülerinden kaynaklanmaktadır. Özellikle Osmanlı'da Yavuz Sultan Selim zamanında yaşanan kıyımlardan sonra doğaya daha bir sarılmışlar. Çocuklarının hıllangacı (salıncak) ağaçlarda sallanırken onlar rızıkları için helalleşip kestikleri ağaçları senit ve oklava ile ekmeğe dönüştürmüş, çorbalarını onun kaşıklarıyla, hayatın kaynağından akan serin suları mis kokulu çam ağaçlarından yaptıkları "çotura"larla yudumlamışlar. Yorgun bedenlerini pamuk bulamayıp har (defne) yapraklarıyla doldurdukları minderlerini her dertlerini çeken, enerji veren tahta divanlara serip dinlendirmişler.

-      Kızlarının çeyizini koyacakları işlemeli sandıkları,
-      Toprağın şifrelerini çözen yaba ve dirgenleri,
-      Atlarının peşinde dünyayı kıskandırırcasına dönen düvenleri, at arabalarını,
-      Katır ve eşeklerine kuşandırdıkları semerleri,
-      Harman yerinden “kehribar başaklı sap çeken” kağnıları,
-      Bebelerini ninnileri kadar sarmalayan beşikleri,
-      Hakk’a yürüyenler canlarını taşıdıkları “sal ağaçları”nı (tabut) ondan yapmış,
-      Dikenli ardıçtan oydukları sazları çalıp, “ceylanlarla samah tutmuşlar”...

 “Dağa çıksam ayısı var, kurdu var, düze insem sıtması var, derdi var!” deseler de kendileri için düzdeki tehlikenin daha ölümcül olduğuna karar verip, yıllarca dağdaki yırtıcıların dilinden anlamayı yeğlemişler, hem de ne zorluklarla...

Yaşadıklarının en güzel anlatımını 1979 yılında Süha Arın’ın yönettiği Altın Portakal Ödüllü “Tahtacı Fatma” belgeselinde buluruz. Antalya Tahtacılarını ele alan belgesel bu orman emekçisi insanların ne ekonomik, ne sosyal hiçbir güvence olmadan nasıl çalıştıklarını anlatır. Belgeselde yaşam şartlarının güçlüğünden dolayı kendilerini "ne ölü, ne sağ" olarak tanımlayan Tahtacılar; "Var mı pulun, cümlealem kulun. Yok mu pulun, cehennemdir yolun!" sözünün adeta kendileri için söylendiğini ifade ederler...

Bugün sıklıkla yaşadığımız orman yangınlarında canları pahasına ateşe atıldıklarını görürsünüz. Ormanın ne anlama geldiğini hiç kimse bir sedir ağacının dibinde dünyaya gelen Tahtacılar kadar bilemez.

Böylece 1920'lere gelindiğinde, ülkemizdeki orman varlığının giderek azalması,  makineleşmenin onların varlığını boşa çıkarması ve daha da önemlisi devletin zorlamalarına daha fazla direnememeleri nedeniyle o bilindik türküyü mırıldanarak birer ikişer ormanları terk ederler.

"Şu bizim yaylalar ne güzel yayla,
 Bir dem süremedim, giderim böyle,
 Ala gözlü pirim, sen himmet eyle,
 Ben de bu yayladan Şah'a giderim!.."

ANTALYA TAHTACILARI


   Ormanda ağaç kabuğu yonan Tahtacı Genci

Günümüzde Tahtacılar her ilde birkaç aile dışında çoğunlukla yerleşik hayata geçmişlerdir. Yaygın olarak Adana, Mersin, Antalya, Aydın, Balıkesir, Isparta, Muğla, Denizli, İzmir, Gaziantep illerinde yerleşmişlerdir.

Tahtacılar Antalya’da kırk kadar mahalle, köy ve yerleşim alanında yaşamlarını sürdürmektedirler. Gelenekleri ve yaşayışları itibarıyla diğer Alevi guruplara göre daha kapalı bir topluluk oldukları bilinmektedir. Bugün büyük oranda değişime uğramakla birlikte dıştan evlenmez ve dışarıya kız vermezler.

Antalya Tahtacıları Eseli, Enseli, Göğceli, Danabaş, Aydınlı, gibi oymaklara ayrılırlar. Bu isimler ya gelinen ya da yerleşilen coğrafyadan ya da yapılan işten veya kullandıkları eşya ve simgelerden dolayı verilmiştir. (Örn. Evci Oymağı Yörüklerin keklik kafesi şeklinde, keçeden yaptıkları ve “topak ev” denen evleri yaptıkları için bu adı almışlardır.)

Dağlarda 15 ile 20 çadırdan oluşan obalarda yaşamışlar. Her obanın orman idaresi veya tüccarla bağlantısını kuran Tahtacıların; “keye” dediği bir kâhyası varmış.  Kestikleri ağaçları işleyip tüccarlara kereste olarak satarak geçiniyorlarmış. Yazın yaylada, kışın sahilde göçebe, yoksul da olsalar mutlak bir düzen içinde yaşamışlar. Kışın kestiği ağacı yonup biçer, yaz boyunca kurutup taşınabilecek kadar hafifleyince de tüccara verirlermiş. Herkes kestiği keresteyi tüccarın kâtibine teslim eder sonra katırlarla Antalya'ya gidip tüccarla hesap görürmüş. Tüccara verilen kerestelerin de Suriye, İran ve Mısır gibi Arap ülkelerine gönderildiğini duyarlarmış.
        
Obada emek ve hak esas olmak üzere çalışılır, cem ve muhabbetlerle vakit geçirilerek sakin bir yaşam sürdürülürmüş. İnsanoğlunun genlerinde var olan hırs, öfke gibi olumsuz duyguların depreşmesi ya da kız kaçırma gibi aile hayatını etkileyecek olumsuz durumlar sonucu kavga ve anlaşmazlıklar olduğu zamanlarda da bu sorunları mümkün mertebe resmi kanallara ulaştırmadan kendi aralarında çözerlermiş. Bu yerel mahkeme "Gürüf" denen küçük cem ayinlerinde görülür.

TOPLUMSAL YAŞAM, İNANÇ VE İBADET




Kültür ve geleneklerinde en temel değer "insan ve doğa sevgisi"dir. Evrenin bütününden başlayarak Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'ten Atatürk'e, Hacı Bektaş'tan Abdal Musa'ya kadar insanlığa hizmet etmiş, yol göstermiş herkese sevgi ve saygı duymuşlardır. Okumaya, öğrenmeye, bilime ve sanata aşinadırlar.

Dilleri; Öz Türkçedir. Binlerce yıldır dağlarda ve egemen kültür etkisinden uzak yaşadıkları için dilde ve sözlü kültürde Arapça - Farsça etkisinden en az etkilenen kültürlerden biridir. Bu nedenle de; "Türkçeyi en iyi koruyan ve yaşatan topluluk" olarak anılırlar.

Tahtacılar diğer Alevi topluluklarında olduğu gibi ibadetlerinde bir kıbleye dönmek yerine yüzyüze kendi deyimleriyle "cemal cemale" ibadet ederler. Çünkü onlara göre insan Yaradan’ın yeryüzündeki yansımasıdır.   
        
 
Aleviliğin temel anayasalarından biri olan “eline, beline, diline sahip ol” ilkesi gibi "yıktığın varsa kaldır, döktüğün varsa doldur, ağlattığın varsa güldür" esası uyarınca kavga eden, kırılan, sorun yaşayan kişi ve aileler bu cemde bir araya getirilerek aralarındaki sorun haklının hakkı teslim edilmek suretiyle sessizce çözülür. "Hatır kalır, yol kalmaz" sözünde bayraklaşan bu toplumsal kurallar kesindir. Kimse "falanca küsmesin, filanca üzülmesin!" diye bu anlamda gördüğü düzeni bozacak davranışı gizleyemez. Eğer bu alınan toplumsal kararı taraflardan biri kabul etmezse bu kez en büyük ceza verilir, “Düşkün” edilerek toplumdan dışlanır. Kimse toplumdan ayrı yaşayamayacağı için mecbur kabul edermiş. Dağbaşında bir Tahtacı ailenin kibrit isteyecek bir kapısının olmamasını düşünsenize! Bu düzen öyle muazzam işlermiş ki, can kaybına neden olan büyük olaylar dışında her küçük kırık yen içinde kalırmış. Bu nedenle neredeyse idam gerektiren olaylar dışında çatışmalar resmi kurumlara yansıtılmazmış.


Antalya - Elmalı - Akçaeniş Köyü'nden
          Mürebbi Hamza TANAL


Dağda orman arazisi içinde çalışacakları alana yakın bir yerde devlet arazisinde yurt tutup çadırlarını kurarlarmış. Bu yerleşim ile hem ortak yaşam, toplumsal ilişkiler ve yardımlaşma hem de can ve mal güvenliği sağlanırmış. Toplumsal yardımlaşma da son derece düzgün işlermiş. Mesela yoksul bir göçebenin işi bitmediğinde “el üşüştürülüp” imece ile tamamlanır, ya da bir başkasının tek katırı öldüğünde hemen obada para toplanıp ona karşılıksız verilerek yarası sarılırmış.
          
Bütün Aleviler gibi yıllarca ibadetlerini gizli yapmak zorunda kalmaları, bu yüzden haksız suçlamalara uğramalarına rağmen Tahtacıların uzun süre ıssız dağlarda yaşamalarının dillerini ve sözlü kültürlerini koruma ve aktarmada olduğu kadar inançlarını özgürce yaşamalarında da büyük fayda sağladığı ortadadır.

İnançları genellikle perşembe geceleri yapılan Ayin-i cemlerde yerine getirilen 12 hizmet esasına dayanır. Yanyatır Ocağına bağlı dedeler veya onların görevlendirdiği yerel dini lider mürebbiler önderliğinde kurbanlar kesip cemlerde bu 12 hizmeti yerine getirirler. Bu cemlere girmek için en temel şart her bakımdan temiz olmaktır. Cem kişinin ilkin kendinden sorulduğu, yargılanmadan özünü dara çekebileceği bir mahkeme, İnsanı Kamil’e ulaşma yolunda atılacak adımların ipuçlarının verildiği bir okuldur. Bu mahkeme insana kendini sınama, okul da en ideal benliğe ulaşma fırsatıdır. Kişi cemde edindiği öğretiler ışığında edep, erkân ve yol kurallarına göre yaşayıp “insan” olmakla aykırı olup dışlanmak arasında bir tercih yapar. Bu da öncelikle tek tek insanları sonrasında da toplumların yapısını belirler. Onlardan istenen aslında insanlığın evrensel idealinden başka bir şey değildir:

Din (gizlice dinlenen konuşma) dinleme,
Gov govlama,
Gıybet eyleme,
Elinle koymadığını elleme,
Gözünle görmediğini söyleme,
Gözünle gördüğünü eteğinle ört,
Kendine hoş gelmeyen şeyleri başkalarına reva görme,
Eline, beline, diline sahip ol...

Tahtacı inancında en önemli unsurlardan biri de “Müsahiplik” kurumudur. “Yol Kardeşliği” anlamına gelen bu kardeşlik bel kardeşliğinden bile üstün tutulmuştur. Çünkü insanın tabiatıyla kendi kardeşini seçme şansı yokken burada vardır. Bu kurumda birbirini tanıyan ve anlaşan ikrarlı iki aile, toplumun ve dedenin de onayı ile yine dedenin olduğu cemde kurban keserek müsahip olurlar. Bu kardeşliğin koşulları oldukça ağırdır. Yol kardeşi olan iki ailenin çocukları da kardeş sayılır ve evlenemezler. İki ailenin her birinin evine ne alırsa diğer eve de alması, para alıp verirken saymaması, birinin lideri ölürse diğerinin bakması gibi maddi unsurlar yanında birbirlerinin günahlarından da sorumlu olmaları inancı vardır. Bu yolla hem muazzam bir toplumsal dayanışma hem de toplumsal kontrol sağlanır. Sahip çıkmak anlamına gelen Müsahipliği alışmak, aşina olmak anlamına gelen Aşınalık, yolundan gitmek anlamında Peşinelik ve bu sanal akrabalıklar yoluyla çakıl taneleri gibi çoğalmak amacı taşıyan Çiğildaş veya Çingildaşlık kurumları izler. Bu dört aşamalı oluşum Alevilikteki; Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat gibi dört kapıda yoldaş olmakla eşleştirilmişlerdir. Cem töreni dedenin okuduğu şu dua ile sona erer;

“Oturan duran, govsuz gıybetiz evine varan, uzakan-yakınan, zahiren-batınan sağ yatan selamet kalka…”

İbadet için seçtikleri kutsal yerler göçebe zamanlarında ulu ağaçlar, genellikle “Şah” diye adlandırılan ardıçlar, yerleşik hayata geçtikten sonra da Abdal Musa, Hacı Bektaşı Veli gibi Alevi Bektaşi ulularının makamlarıdır.

Tahtacı toplumunda cemlerde veya günlük yaşamda “kararında” dem veya dolu denilen bade alma geleneği vardır. Bu geleneğin kaynağı Hz. Muhammed’in de katıldığı kırklar meclisinde ezilen bir üzüm tanesinden hepsinin mest olduğu inancına dayanır.

Kadınlar Tahtacı kültüründe çok değerlidir. “Kadınlarına dişi değil kişi olarak bakan Tahtacılar” günlük yaşamdan ibadete, düğünden cenazeye yaşamın her alanını kadınlarıyla yan yana yaşayıp işi ve aşı, sevinci ve kederi paylaşırlar. Tahtacı kadınları genellikle modern görünüşlü, ak benizli, topak burunlu, renkli gözlü, güzel kadınlardır. Bu hallerinden etkilenen Ömer Bedreddin Uşaklı bakın bunu dizelere nasıl dökmüş;


TAHTACI GÜZELLERİ

 

























 Tez denen düzenekte ağaç biçen Tahtacı kızları. 
                     Ali AKSÜT Arşivi


Güneşi baltalarının ucunda taşıyarak

Buradan daha çok uzak bir ormana gidiyor

Tahtacı güzelleri.



Kırmızı, al, yeşil, mor fistanları rüzgârın elinde bir bayrak;

Gür siyah saçlar, gümüş paralarla karışık omuzlara dökülmüş,

Çam kokusuyla dolu, taşkın göğüsler açık,

Türkülerle gidiyor, Tahtacı güzelleri.



Al, kırmızı, yeşil, mor fistanları rüzgârın elinde birer bayrak,

Semiz katırlarıyla yapraklara basarak,

Ormanlardan ormana,

Türkülerle gidiyor, Tahtacı güzelleri.

Yemyeşil ormanların baştacı güzelleri...


En bilinen özelliklerinden biri de misafirperverlikleridir. Örneğin bizim köyde biri babam ve annem tarafından 25 sene gözetilen iki köy odası vardı. Buraya gelen çerçiciler, abdallar, yolcular ve onların hayvanları doyurulup barındırılırdı.

Tahtacı Kültürünün olmazsa olmaz ögelerinin başında samah denen törensel dans ve müzik gelir. Muhabbet ve cemlerde samahın değişik türleri uygulanır. Geleneğin bunca yıldır yaşamasındaki asıl sır dini öğretinin ve törenin günümüze kalan sözlü kültür ürünlerinde yaşatılarak nesilden nesile aktarılmasıdır. Dini öğretilerin gelecek kuşaklara aktarılmasında Alevi şiiri "Nefes" ve "Deme"ler büyük önem taşımaktadır.

Yaşamın mutlak gerçeği ölümü çok büyük bir olgunlukla karşılarlar. Çünkü Tahtacılarda ruhun bir bedenden diğerine geçmesi demek olan Tenasüh ve Tanrı'dan gelerek tekrar Tanrı'ya dönmesi anlamına gelen Devriye inancı vardır.  Ölüm bir son değil, aslına yani yaradana dönülen yeni ve sonsuz bir yaşamın başlangıcıdır. Bu inanç ve uygulamalar Alevilikteki; insanla Tanrı'nın birlik içinde olması, tanrının evreni ve insanı yoktan var etmesi değil, kendisini görünür hale getirmesi demek olan Vahdet-i Vücut inancı ile de uyum içindedir. Bu nedenle ölüm yerine “Hakk’a Yürüme” ibaresi kullanılır. Bu yeni yolculuğa ondan mahrum kalmanın acısını gizleyemeden saz ve curanın tın tınları eşliğinde ağıt gaydaları ve yakımlar yakıp söyleyerek eşlik ederler. Özellikle kadınlar bunu daha içli yaparlar. Bu nedenle küs bile olsa ağıtçı kadınlar ölülere çağırılırlar. Bu ağıtçı kadın geleneğinin Altaylarda ve Kızılderililerde de var olduğu ve hâlâ yaşadığı bilinmektedir. Antik dönemde de bazı vazo resimlerinin üzerinde ve lahit ağıtçı kadınlar betimlenmektedir.

Antalya - Elmalı - Akçaeniş Köyü'nden
                  Ayşe TANAL


Tahtacıların ölümü algılayışlarındaki bir diğer özgün unsur Hakk’a yürüyen canın bu yeni yaşama tam tekmil hazır, giyinik olarak gönderilmesidir.

Tahtacılarda antik dönemlerin izlerinin görüldüğü geleneklerden biri de mezar kazarken kemik çıkarsa mezara metal bir para konarak “mezar yerinin eski sahibinden satın alınacağı” inancıdır. Bu para geleneği antik dönemde Ölüler Ülkesi Hades’e giderken geçeceği Akheron Nehri’ndeki Kayıkçı Kharon’a verilmek üzere ölenin dilinin altına konması şeklindedir.

Onların çalışkanlık, doğruluk, kadına değer verme, hayatı hakkını vererek yaşama, inancının arkasında durma, ölümü büyük bir olgunlukla karşılama gibi sahip oldukları evrensel değerlerin sonsuza dek yaşaması ve tüm insanlığı sarması dileğiyle, sağlıcakla...

Öznur TANAL
Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü
Halk Kültürü Araştırmacısı


CEVİZ AĞACINDAN TÜRKÜLER YAKMAK



İlk Yayın Tarihi
30.08.2009


     Siz hiç ceviz ağacından Muhlis Akarsu gördünüz mü? Ya Pir Sultan, Aşık Veysel?... Yanıtınız hayır ise, siz de şairin dediği gibi ceviz ağacının farkında olmayanlardansınız. Laf aramızda O'nu tanıyana kadar ben de öyleydim. Yani ceviz ağacındaki “sırrı” yirmi yıl önce fark eden biriyle, Veli Demir’le tanışana kadar. Gelin siz de "tanış olun" O'nunla. Tabii ceviz ağacından daha neler yapıldığını da öğrenmiş olursunuz. Haydi o zaman Toroslar'a, Kızlarsivrisi'nin eteklerine doğru varalım...

    

   
            Veli DEMİR - Öznur TANAL    

Antalya'nın Elmalı İlçesi'nin, Akçaeniş Köyü'nde pek kimsenin bilmediği, toprak gibi üretken, alçakgönüllü bir insan yaşar. Adeta sessizliğe bir övgüdür onun yaşamı. Bunu kanıtlarcasına sade giysisi, yılların yoksulluğu ve yaşanmışlığının izlerini taşıyan, işlediği ağaçlara sevdiğinden daha çok dokunan iki hünerli eli, genellikle işe dalıp gittiği zamanlarda uzandığı sigara dışında kusuru olmayan on sihirli parmağı, çakmak çakmak gözleriyle dünyayı her sabah yeniden yontar Veli DEMİR.
     

Gözünü açtığı gün içine doğduğu, akıl baliğ olur olmaz rengine boyandığı orman işçiliğine bir ömür vermiş Veli Amca. Bu yüzden geç başladığı öğrenim hayatını, 16 yaşına ve ancak ilkokul üçüncü sınıfa kadar sürdürebilmiş. Emektar karısıyla yıllar yılı o dağ senin bu koyak benim önceleri golastar ( bir tür el bıçkısı ), balta ve ip,  sonrasındaysa “Still” ağaç motoru ile devirdiği çamların, katranların canına karşılık kazandıkları üç kuruşla kuzularına can taşımış.

    

 
                Yayık yayan kızlar

Nice yıldan sonra bu işlerin tadı kaçıp toprağa yerleşince bir süre daha kışın ormana yazın tarlaya yollanmış. Günlerden bir gün, böyle giderse "tekerin taşa çabuk dayanacağı"na kanaat getirip bir avuç toprağını artık baba olan oğluna bırakmış ve kendini emekli etmiş. Böyle insanlar köyde ya köşesine çekilir ya da köy kahvesine ucu açık uzun bir abonelikle "ekmeğini taştan çıkarır"mış. Ama o bunu becerememiş. Sigarasının dumanıyla yalnız kendini zehirlemekle yetinip yaslanıp arkasına, kapamış gözlerini. Hani film şeridi gibi derler ya, yaşadıklarını düşünüp yaşamadıklarını düşlemiş bir bir. Sonra da yüzlerce yıldır içine doğduğu dünyanın, gündelik yaşamın tek belirleyeni olan ağaca tutunmuş. Çünkü adlarına; “Ağaçeri” veya "Tahtacı" denen bir geleneğin, dahası yaşama biçiminin bir halkası O.
     
Bir eline ceviz ağacından bir parça, diğerine de keskin bir çakı almış ve başlamış yontmaya. Önceden hiç görmediği, belki de yalnızca televizyonda izlediği ağaç oymacılığı onun için dünyanın merkezi oluvermiş o an ve sonrasında.  Her insanın kayıp kıtasını keşfettiği bir an vardır ya, Veli Demir’in kayıp kıtası da ceviz ağacı işte. Yontarak ve kazıyarak şekil verdiği ağaçlara duyarlılığı O'nun düş gücüne de yansımış.
     

Kendi tabiriyle "vakitlerini gatlamak" için bir yol bulmuş ve bu sert ağacı insan ve hayvan suretlerine çevirmeye uğraşmış. Zor olmasına zormuş şekil vermesi, hele bir de kuruyup sırlandı mı adeta taş kesilirmiş ama bir o kadar da uzun ömürlüymüş ceviz, tıpkı onca yoksulluğa rağmen benizleri çıra gibi yanan Tahtacılar gibi. Alışılmış işlerden yani senitten, oklavadan, beşikten başka şeylermiş düşlediği. Hayatın içinde yaşayanlar, yaşatanlar. Bir süre sonra hısım gibi oldukları, evlatlarıyla bir tuttukları "malları" hayvanlar, egemen idareye boyun eğmeyip kendini doruklara vuran Türkmen kocaları, yaşamın her alanında erkeğinin yanı başında duran buğday benizli bacılar, çoğu okul yüzü görmeyen, katırların üstünde dağdan dağa taşıdıkları kavruk yüzlü çocuklar, yağız delikanlılar, elma yanaklı genç kızlar. Kısacası koca bir gelenek, binlerce yıllık kültür, onun ellerinde hayat bulmuş yeniden. Sütbeyaz "mayaları", açık tenli anaları;  ceviz ağacının açık renkli yerinden, kara yağızlarını koyu tarafından yapmış. Üstelik öyle elektrikli aletlerle değil, sadece keskin bir bıçak, eğe, törpü ama illa gözlerinin feri, elleri, parmakları ve yüreğinin gücüyle. 

    
     
                         Bir yörük çadırı

Bu yolda da "elinden emekli" olacakmış ama bu kez sabır mayasıyla çoğaltılmış sevgi hamuruna hayal gücü ile şekil verip, gerçeğin ta kendisini üreterek. 20 yıl önce böyle başlamış Veli Demir’in ağaç yontma tutkusu. Ağaçlardan vücuda gelen varlıkların söz sahibi olduğu, kendini dış dünyanın velvelesinden çekip yarattığı kavruk yüzlü, çalışkan, sanatçı insan ve hayvan figürleriyle bezenmiş, oyuncuktan, masum bir dünya. 
     
Bu dünyada neler, kimler yok ki? İlk önce bir öküz ve kağnı ile başlayıp işe, koyulmuş yola. Daha sonra yenileri katılmış kervana. Atlar, develer, katırlar…
     
Ehil hayvan sahipsiz olur mu? Katırın yuları sırtına kolanlarla çocuğunu yüklenmiş bir Tahtacı kadının eline geçmiş. Üstüne senidi, oklağayı (oklava), sacayağını, bıkcıyı (bıçkı), beşiği, yatakların konduğu şeridi, baltayı, tahrayı (ince dalları kesmeye yarayan metal keski), sacı, "çotura"yı (çam ağacından oyulmuş su kabı) velhasıl "Tahtacılığa" veya "İşlemeye" giderken götürecekleri yaşama dair her şeyi yüklemişler, başlamış çekmeye. Katırın peşi sıra da kocası düşmüş, omzunda golastarla Ana Tanrıça Kültü'nü kutsar, anaerkil yaşamı yad eder gibi.

                                                           

Altına da kendi yazdığı şu şiiri eklemiş:
Tahtacı Göçü 

Hızar yoğudu ilçelerde illerde,                             
Bütün yük kollarda, dizlerde,
İşde böyle çalışdık dağlarda, köylerde,
Bunu için "Tahtacı" denmiş bizlere,

Sanat zor, insanı eder hurda, 
Dileğim o günler dönmesin yurda,                               
Nice kişileri düşürdü derde                 
Yitirdi Kul Veli gençliğini kimbilir nerde?

Tahtacı olur da türküsüz, samahsız kalır mı? Muhlis AKARSU sazını kapıp gelmiş, sanki onlara değil de kendine yakmış ağıdını;

Ölse kimin umurunda,           
Kimsesi yok garip, garip.
Aynı benim durumumda,
Kimsesi yok garip, garip.

     
Uzun ince bir yoldan Veysel uzanmış, çağlar ötesinden Pir Sultan gürlemiş, başından da dik, kararlı kaldırmış sazını.
     
Daha bir kudretle kesmeye başlamış Ağaçerleri "Tez"e çektikleri latayı.

Canlar coşagelip, semaha durmuş;


 "Yükümüzü bir katır taşır da, keyfimizi kırk katır taşıyamaz" dercesine.
 

Yayık yayan bacılar yetişmiş imdatlarına boğazı kuruyan ozanların, muhabbete pervane canların, takati kesilen göçmenlerin.
      

Bir gelin bulgur yarmaya başlamış el taşında,  arpa unundan aş etmek için.

     Onları her ne kadar oyuncağını elden bırakmayan çocuk gibi gözünden sakınıyorsa da duyup gelenlerden almak isteyen olursa ağacı bulmakta güçlük çekmediği ve yalnız tutkalına para verdiği için uğraştığı gün sayısının düşük yevmiyesi karşılığı verebiliyor Veli Amca. Onlara oyuncak ya da bebek denmesine de gönlü razı olmuyor. O'nun gözünde hepsi sanki kendi yaşadıklarını hemen yanıbaşında evam ettiren, kendi yazdığı şiir ve demeleri duyan, yürekleri aynı türkülerde titreşen birer yetişkin.

     
     Dedik ya, 15-20 yıl olmuş bu işi yapmaya başlayalı. Yakın bir zamana kadar insancıkların minyatür giysilerini eşi dikerken "gözleri almaz" olunca o işi de kendisi yapmaya başlamış, enteresine (üçetek), etekceğine (üçeteğin üstüne giyilen beli lastikli basma etek), düğmesine, çorabına ve çarığına kadar. Saçından saç, sakal yapmış onlara. Sonra da hayatı hep bu erdemli kahramanlarının masum gözlerinde izleyip, işinde gücünde hallerinin peşine takılmış.
 

     Bir yaştan sonra farzmış gibi gidilen kahve köşelerinde çürüyen zamana değil kendini yeniden vareden büyülü bir evrenin değirmenine su taşımış ve taşımakta. Üstelik köyünde bırakın kendisinden öğrenmeye çalışmayı, bu işi yaptığını bilen, öğrenmek isteyen pek az kişi varken. 
     
     Gelin bir kova su da biz dökelim değirmene de O ve O'nun gibilerin kadri yaşarken bilinsin, yaratıları elden ele, Veli DEMİR'ler gönülden gönüle çoğalsın. O'nun binlerce yıllık tarihin ve kültürün özünden damıttığı masum oyuncaklarıyla dünyayı çocuk yüreği rengine boyayalım.
                                                                                                              


ANADOLU'NUN VE SEVGİNİN DİLİ TAHTACILAR




     

     Etnik kimliği ile Türkmen, dinsel kimliği ile Alevi olan Tahtacılar bugün sahip olduğumuz bilgilere göre Ortaasya'dan gelip Anadolu'ya yerleşen Oğuz Boylarının en eskilerinden biridir. Kültürleri, yaşayışları, müzikleri, samahları, anlatıları ve geleneklerinde temel değer önce "insan ve doğa sevgisi" olmak üzere, Türkmenlik ve Türkçedir. Bu nedenle Onlar "Türkçeyi en iyi koruyan ve yaşatan topluluk" olarak anılırlar. 

     Bazı geleneklerinde antik dönemin izleri görülür ancak binlerce yıldır dağlarda ve egemen kültür etkisinden uzak yaşadıkları için dilde ve sözlü kültürde Arapça - Farsça etkisinden uzak kalmışlar, günlük dilinden duasına, samahından nefesine kadar bütün sözlü anlatılarını öz Türkçe ile yapmışlardır. Dualarına "Gülbenk" ya da "Hayırlı" denir ve günlük dille ifade edildiği için herkes tarafından anlaşılıp onaylanır, yaşanır. Örneğin sofralar kurulduktan sonra "Destur Gülbengi" denen kısa bir dua, lokmalar yendikten sonra da: 

     "Bismişah, Allah Allah. Nimet-i devlet ziyade ola. Er Hak bereketini vere. Yiyenlere nur ola. Yedirenlere delil ola. Nimet-i Celil, Bereket-i Halil. Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin. Bir nimet-i nur ola. İçtiğimiz tahur ola. Ocaklarımız mamur, gönlümüz pirnur ola. Düşmanlarımız hor ve mahkur ola. Cömert lokma sahibi ve bilcümle bendeğeni Ali resul, cümlenin yüzümüz ak, gönlümüz pak, düşmanlarımız helak ola. Dertlere deva, hastalara şifa, borçlara eda ihsan eyleye. Hz. Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli Efendimizin daim himmetleri, kerametleri, safa nazarları uzakan, yakınan, bahıran, batınan üzerimizde hazır ve nazır ola. Çağırdığımızda destigir olup imdadı rest ola. Üçler, beşler, yediler, onikiler, kırklar, üçyüzatmışaltılar, binbirler, yolundan, dergâhından ayırıp, şaşırıp, düşürmeye. Kutb-i Âlem, Zat-ı tamam, hayat-ı müdam, destigir-i oniki imam. Allah cömert lokma sahiplerinin kurbanlarını kabul eyleye, muratlarını hâsıl eyleye. Gerçek erenler, evliyalar demine Hu diyelim Hu, Mümin-e YA ALİ." diye dua edilir.

    Tahtacı ozanlarından Âşık Mehmet Civaroğlu bu Türkçe sevdasını şöyle dile getirir:

Sayın hocam bana sual sorarsan,
Arapça anlamam Türkçe sor bana.
İnançlarım için gönlüm kırarsın,
Fesattan usandım, sevgi ver bana.

Neslin Türk soyundan lisanın Arap,
Mekke Medine'de Necef'te durak,
Allah bir Muhammed Ali dersen Hak,
Bunu görmez hala dersin "kör" bana.

Kuran doğru söyler yanlış gitmedim,
Doğa yol gösterdi gezdim yitmedim.
Beş vakit kırk rekât inkâr etmedim,
Bunu göremeyen olmaz yar bana.

Âşık Mehmet serin eser havası,
Toroslar Gökbel'e uzar yaylası.
Âşık da kelamı söyler böylesi,
Sevgi kılavuzum, erkân sır bana. 

(Şiir tarafımdan düzenlenmiştir.) 

     Bu nedenle okumaya, öğrenmeye, bilime ve uygarlığa aşinadırlar. Okuma oranının yüksek olması onların dünyaya bakışları yanında duruşlarını da belirler. Hemen bütün insanların bildiği ve yinelediği ünlü sözdür: "Aleviler Türkiye'nin Batıya bakan yüzü, demokrasinin ve laikliğin sigortasıdır." 

     Sadece dilde değil yaşamın her alanında sevginin bütün hallerini yaşar, yaşatır Tahtacılar. Dedik ya insan ve doğa sevgisini kendine rehber eder, yaşamın bütününe bu pencereden bakar diye. Bu inancı evrenin bütününden başlayarak Hz. Ali ve Ehli Beyt'ten Atatürk'e, Hacı Bektaş'tan Abdal Musa'ya doğaya yararlı hizmetlerde bulunmuş, bulunan ve bulunacak olan her canlıda somutlaştırabiliriz. Bütün varlıklara gösterdikleri sevgi ve özen yaşama bakışlarının da resmidir.
 
     Onbinlerce yıldır gerek egemen otorite, gerekse karşıt düşüncedeki insanlar tarafından sayısız haksızlık ve kıyımlara uğramalarına rağmen hiçbir zaman aynı dille yanıt vermemeleri, taş atana gül atmaları onların engin hoşgörü ve umudundan başka hiçbir şeyle açıklanamaz.
    
     Onlar insanlığa kavgadan, savaştan, cana kıymadan tamamen uzaklaşıp kendilerine bunlardan yalıtılmış bir dünya kurmuşlar, yerleşik düzene geçip insan içine karıştıkları 1950'lere kadar hiçbir sorunlarını devletin mahkemelerine taşımadan kendi içlerinde, uzlaşmacı yöntemlerle çözmüşlerdir. Bu nedenle Anadolu'nun dost canlısı, barışsever, güzel bir rengidirler. 

     Yüzyıllardır egemen, yanlı kültüre itibar etmeden kendi değerleriyle bağımsız yaşamaları adeta Mustafa Kemal'in "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" sözüne kaynaklık eder gibidir. Onlar asıl savaşın insanlığa hizmet etmede yapılmasının gereğine inanırlar. 

Göremiyor isem gerçek varlığı,
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar.   
Sanat edindiysem sahtekârlığı,     
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar?

İnsanlık giderken hep ileriye, 
Bizler inadına kaldık geriye,
Gelmedikçe cehaletten beriye,
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar?

Kemaletten hidayetim olmazsa,
Marifet suyundan kabım dolmazsa,
Benden insanlığa eser kalmazsa,
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar? 

Gayet inatçıysam gayet zorbalı,   
Gündüz tespihliysem, gece kavgalı,         
Olmadıkça insanlığa faydalı,         
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar. 

DAİMİ'yim nefse galip olmazsam,
İlme fazilete talip olmazsam,
Ele, bele, dile sahip olmazsam
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar.

İnsan sevgisi ve saygısı en çok ibadet ettikleri cemlerde hayat bulur. Tahtacılar diğer Alevilerde olduğu gibi ibadetlerinde bir kıbleye dönmek yerine yüzyüze kendi deyimleriyle "cemal cemale" ibadet ederler. Çünkü insan yaradanın yeryüzündeki yansımasıdır. 

Yunus'a sormuşlar;
" - Kâbe'yi mi yıkarsın bir gönülü mü? Demiş ki;
" - Kâbe'yi yıkarım. Çünkü Kâbe Hazeroğlu İbrahim'in inşası bir taş duvar. Gönül ise Hakkın tahtı, Hak gönüle baktı. Her kim ki gönül yıktı, Hakkın tahtını yıktı."  

Hiçbir gönülün yıkılmadığı bir yaşam dileğiyle, sağlıcakla. 


KADIN ve TAHTACILAR'IN KADINA BAKIŞI








Merhaba, 

Bu yazıda kadına bakışın evrimini, Anadolu Aleviliğinin güçlü temsilcilerinden Tahtacılar'ın kadına bakışını dilim döndüğünce anlatmaya ve örneklemeye çalışacağım.

EVVELİM SEN OLDUN, AHİRİM SENSİN….

Dünyanın başlangıcı ile ilgili inanışa göre ilk insan olan Adem ile Havva'dan itibaren, Hz. Adem'in kaburga kemiğinden yaratıldığı inancı nedeniyle, dünyadaki yarışa 1-0 mağlup başlar kadın.  Üstelik “Ve Rab Tanrı, Adam’dan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı. Ve onu Adam’a getirdi. Ve Adam dedi: şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir.”  (Tekvin II/ 23-24.)  dediği halde. 

"Âdem vardı ve varlığını anlamlandıracak  bir kanıta gereksinim duydu. Havva’yı yarattı. Havva’nın varlığıysa, koparılıp var edildiği, kaburga kemiğinin işleviyle ölçülebilecek kadar anlamlıydı. Çünkü insanlığın geldiği eşikte, kadının binlerce yıllık iktidarının, tanrıçalığının, doğurganlığının ve sonsuz üretkenliğinin takası yapılıyordu. Kadın, binlerce yıllık rolünden feragat etmişti. Doğurganlığından ruhsal olarak vazgeçmişti. Artık yalnızca fiziksel olarak doğuracaktı. Ve erkeğin kendisini doğurmasına izin verdi. 

Bu, insanlığa bir yaradılış efsanesi olarak sunulsa da aslında kadının kendini binlerce yıllık üretim-yaratım-doğurganlık  bandının dışına çıkarmasıydı. Kadının ilk yenilgisi yani. Bir daha asla elde edemeyecekleri bir uygarlık seviyesinin lağvı. Kadınlığın Sevr Antlaşması. Binlerce yıl sonra her gün duymak zorunda kalacakları “eksik etek” cümlesinin ilk kabul edilişi. Kendi yaratmadıkları ama cinsiyetlerinin kutsallığına atfedilen  sahte  anayasaya atılan ilk imza. İlk ideolojileriyle tanışmaları...

İlk ideolog Âdem'di. İdeolojiye ilk maruz kalansa Havva. İlk Anayasayı Âdem yazdı. İlk maddesi şuydu: Eksiksin, unutma! Sonrakilerse şöyle: Seni ben yarattım. Kaburga kemiğimden. Fazla uzağa gidemezsin. Soluksuz kalırsan bana döneceksin!..." (Yusuf YAVUZ, İdeoloji ve Kadın. Açıkgazete)

Sonra yasak meyveyi yemesine neden olduğu ilk ve tek kocası ile Cennetten kovulup cezasını görür. Ancak bir bununla bitmez tabi cezası. Ve tarih boyunca kadının yaşadığı her ne acı varsa tadar, hep bir adım geriden usul usul çekmeyi, çektiği yazgıyı da evlatlarına yazgı olarak miras bırakmayı sürdürür. Bugüne dek sadece "Anaerkil Dönem" denilen altın çağda bozulabilen bu düzen böyle sürer gider. O zamanlar belki bir süre bilmezlikten değer verilir kadına ama bu o kadar uzun boylu da değildir hani..

"Neolitik çağlarda erkeğin döllenmedeki fonksiyonu bilinmediğinden kadınların kendi kendilerine gebe kaldıklarına inanılırdı. Ana tanrıça tapınmasının oluşmasındaki en önemli nedenlerden biri de, kadınların insan soyunu tek başına sürdürdükleri inancıydı." Hasan TORLAK, Ana Tanrıça İnancının Bitkisel Kaynakları, Yolculuk Dergisi Eylül 2002) 

"İlkel çağlarda sihir ve büyü düşüncesi hâkimdi. İnsanoğlu kadının çocuk doğurmasına akıl erdiremiyordu. Bunu gizli bir güç olarak yorumluyordu. Bu nedenle kadından hem korkuluyor, hem de ona saygı duyuluyordu. Öte yandan ilk çağda birçok alanda üretimi kadınlar başlatmıştı: İp, sepet dokuma, ağla balık avlama, toprak kap, ateş yakıp yemeği pişirme, tarak, kaşık, madeni eşyalar, boncuk, ilk hekimlik ve şifalı otlar gibi buluşlar kadının eseriydi. Kadının el üstünde tutulduğu "anaerkil" dönem binlerce yıl sürdü. Ne zaman insanoğlu doğal olayları kavramaya başladı, "büyü" bozuldu. Artık kadının nasıl çocuk sahibi olduğu anlaşılmıştı!  Yetmezmiş gibi erkekler, üretim biçimini ve savaş aletlerini geliştirdi; din devleti, tapınak-saray-ordu biçimindeki erkek egemen örgütlenmesine yöneldi; kadının "saltanatına" son verdi!" (Soner YALÇIN, Gazete Vatan 03.02.2008)

Anaerkillik, ataerkil toplumdan önce olduğuna inanılan bir düzendir. Kadınlar o dönemde "doğuran ve doyuran" özelliklerinden dolayı kutsal varlıklar olarak bilinirlerdi. Erkekler soy çizgisine sahip değillerdi. Soy çizgisi anne tarafından belirlenirdi. Kadının erkek kardeşi çocuklar üzerinde mutlak hâkimiyete sahipti ve kocanın üremedeki rolü bilinmediği için pasif bir durumdaydı.

"Avcı-toplayıcı yaşam şeklini yaşayan toplumlarda erkeğin kimi zor işleri yürütmesi beraberinde de tehlikeleri de getirmekteydi. Örneğin erkeğin ava gitmesi, uzun zaman dönememesi ya da avda ölmesi nedeniyle ev işleri ve çocukların bakımı anne tarafından yapılmaktaydı. Bu nedenle uzun dönemler anaerkil dönem yaşanmıştır." (sekiz15sozluk.com)

"İnsanlığın dini tarihinde Terra Mater olarak kabul edilen Toprak Ana, kendi üretkenliğini kendisi sağlamaktadır ve bunun birçok örneği vardır. Buna dair Akdeniz Tanrıçalarının efsaneleri oldukça zengindir. Kadının kutsallıkla, kutsallığın kadınla özdeşleşmesinden meydana gelen Ana Tanrıça kültünde, bitkilerin kadınlar tarafından keşfedilmesi ve hayvanların evcilleştirilmesinde kadınların rolü konusu, ciddi bir zemin oluşturmaktadır. Çünkü beslenmeye yönelik bitkileri ilk önce kadın yetiştirmiştir. Böylece kadın, toprağın ve ürünün gerçek sahibi haline gelmiş ve ürünün bolluğundan sorumlu tutulmuştur. Çünkü kadınların yaratılışın sırrını bildiklerine, dini anlam yüklü sırrı, hayatın, beslenmenin ve ölümün kaynağını teşkil ettiğine inanılıyordu. Sürülü toprak kadınla aynı düşünülmüş ve sabanın keşfi ile zirai çalışma seksüel ilişkiyle aynı kabul edilmiştir. Bunun sonucu olarak da, kadının büyüsel, dinsel saygınlığı artmış, toplumsal üstünlüğü, kozmik bir modele sahip olmuştur." (Prof. Dr. Mehmet AYDIN Anadolu'da Kybele Kültünün Düşündürdükleri)
 
"Engels’in "Ailenin mülkiyetin ve devletin kökeni’’ isimli başyapıtında bahsedildiği gibi; büyük inanç sistemlerine kaynaklık eden mitolojik bölgelere yerleşen insan toplulukları yerleşik bir hayata geçiş, tarımla uğraşma ve hayvanları evcilleştirmeye başlamakla beraber uzun süredir devam ettirdikleri göçebe kültürünün inanç sisteminde de köklü değişimler yapmışlardır. Bilimsel araştırmalar tarıma geçişin Anaerkil kültürün bir buluşu olduğunu söylemektedir." (Erdal GEÇER,  Sol Duyu, İz Edebiyat Mart 2007)
 
Kadının Evrimi adlı kitabında Evelyn REED bu konuyu şöyle yorumlar:
"Dünyada yalnızca altı bin yıldır ataerkil düzen görülmektedir. Daha önce tam bir milyon yıl toplulukları kadınlar yönetmiş, hayvandan insana geçişte en önemli rolü kadınlar üstlenmişlerdir. Dünyamızdaki ilk çiftçiler, ilk doktor ve bilim adamları kadındır. Toplumsal güdülerin gelişmesine cinsel ilişkiler değil, anasal işlevler yol açmıştır. Dişi cins erkekleri hayvanlıktan çıkarıp insanlığa yükseltmiş, ırkımızı uygarlığın eşiğine getirmiştir. (Dünyanın haline bakılırsa eşiği geçemeden geri dönmüş hatta aşağı düşmüş olmalılar! Y.N.) Erkekler sürekli olarak avlanmakta ve savaşmaktaydılar (sanki bugün bu durum değişmiş gibi!) Bu nedenle insanlığı hayvansı yaşantısından kurtarıp insan özellikleriyle donatma işi kadınlara kalmıştı., (kadınların bu işi tam bitiremedikleri de ortadadır)" diyor.
 
Kadının Anadolu'daki yolculuğuna gelince:


 

Ana tanrıça Kibele Anadoluludur. Dolayısıyla anaerkil düzenin en önemli yaşam alanlarından biri de Anadolu'dur. "Tarihin babası Heredot; "Bir Likyalı'ya kim olduğunu sorun, size kendi adını ve anasının soyunu söyleyerek yanıt verecektir demektedir. Likyalılar analarının adını alırlar, mallar miras yoluyla oğullara değil kızlara geçerdi." (Merlin STONE, tanrılar Kadınken)
 
Aşıkpaşazade tarihinde Anadolu'ya göçebe Oğuz akınlarının bitiminden sonra;
"- Ve hem Rum'da dört taife vardır ki misafirler içinde anılır. Biri Gaziyan'ı Rum, biri Ahiyan-ı Rum, biri Abdalan-ı Rum ve biri Bacıyan-ı Rum" demektedir. (Aşıkpaşazade Tarihi S.205)
 
"Özet tanımıyla Anadolu'da gaziler, ahiler, abdallar ve bacılar diye dört kuruluş göze çarpmaktadır. Görüldüğü üzere kadınlar da göz önüne alınmış, doğrudan doğruya bir örgüt olarak düşünülmüştür. Tarihsel gelişim içinde somut kanıtları olmasa, Aşıkpaşazade'ye bu konuda yalnız olduğu için belki pek önem "verilmeyebilir. Ancak dönemi izleyen yıllarda Osmanlı Devleti'nin kendini sağlama almak için kurduğu kimi zaviyelerde, erkekler kadar kadınların da görev aldığını görüyoruz. Bu zaviye kurucuları içerisinde Kız Bacı, Ahi Ana, Sakari Hatun, Fatma Bacı gibi kadın şeyhlerin bulunup görev aldığını görüyoruz. Bu yüzyıllarda Anadolu'da kadın tekke şeyhleri de görülmektedir. "(Ömer Lütfi BARKAN, Kolonizatör Türk Dervişleri S. 302)
 
HEY BACILAR BACILAR, YETMEZ Mİ BU ACILAR??.
 
"Kuşkusuz Alevi düşüncesinde kadının yeri saygın ve önemlidir O dönemdeki ad da "bacılar" dır. Doğu da "kız kardeş" anlamındaki bacı sözü Bati da anlamını yitirmiş "hizmetçi yardımcı" anlamı almıştır.  
İslamlıktan önceki Asya Türklüğünde kadın ve erkek eşittir.  Türk Mantığı'na 'göre erkek sağ kadın sol kadrolara konulmuştur. Din karşılığı olan Toyon ile büyü karşılığı olan Şaman denktir. Bunlar da sağ ve sol kadrolardadır. Durum böyle olunca din ile sihir (büyü) denk ve sonuçta da kadın ekonomik hukuk ve siyasal alanlarda erkeğe denk sayılmıştır. Totem inanışından beri kadınla erkeği ayıran peçe ve harem gibi anlamsızlıklar da Türkler de yoktur. Bir baksa anlatımla Türklerde güzel olan güçlü olanın zıddı ya da eksiği değil esi ve tümleyicisidir.  Dede Korkut kitabındaki Selcan Hatun Banu Çiçek gibi kadınlar gerçekte birer alptırlar." (Nejat BİRDOĞAN: Anadolu'nun Gizli Kültürü Alevilik S. 384)

"O dönemlerde Türklerde ataerkil aile de yoktur. Kadın tabu olmadığından erkeğin eylemleri olan av, savaş ye kurultay gibi: tüm törenlere katılırdı.  Kısacası kadınlar güzel sanat dil, ahlak ve ekonomi alanlarında erkekle birlikte idi. İlkel toplumların tersine, kadın her aracı kullanabilirdi. Yalnız cinsel totemlerde ayrılmışlardı ki kadının totemi "inek", erkeğinki-"kısrak"tı. " (Ziya Gökalp, Türk Medeniyetleri Tarihi. S. 140 -141)

"Kadın ve erkek nikâhta da denkti. (…) Kimi el beyleri savaş ve yağmalar sonucu zengin olunca eşleriyle" yetinmemeye başladılar. Aldıkları esirlerden eş aldılar. Töreye göre bunlar yasal olmadığından bunlara "hatun" denilemiyordu. "Kuma" sözcüğü böylece doğdu. Kuma, bir eş gibi değil hatunun kız kardeşi gibi tanınıyordu." (Ziya Gökalp, a.g.e. S 296-297)

"Kadınlar Moğollarda törenlere, kurultaylara bile katıldılar. (…)  Timur döneminde devletçe düzenlenen içkili ziyafet sofralarında bulunmuşlardır. Bu kadınlar; devlet adamlarına içkili şölen düzenlemişler, bu şölenlerde altın ve gümüş tepsilerle getirilen şarabı, ipek mendilleri ile tuttukları küçük kadehlerle içen kadınlarımız onur ve gururlarını İslam ve yabancı bilginlerin bile saygıyla andıkları biçimlerde hep korumuşlardır. İslam inanışlarına aykırı olarak, toplumsal yaşama kadınlarımızın katılmaları Türk geleneklerine uygun olarak İranlı ozanlarca övülmüştür. "Zeki Velidi Togan; Umumi Türk Tar. Giriş s. 94.
"Selçuklular Dönemi'nde kadınların bilimsel çalışmalara katıldıkları da görülmektedir." (Osman Turan; Selçuklar S. 449)

Ünlü gezgin İbn Battuta Kıpçak sınırlarından girdikten sonra şöyle yazmaktadır: "Burada şaşılacak bir şeye tanık oldum. O da Türkler yanında kadınların saygı görmeleridir. Bunların yeri ve düzeyi erkeklerin üstündedir." (İbn Battuta Seyahatnamesi, Çev. Şerif Paşa, s. 325)

ÂDEM OLAN ÂDEM SEVER, ADALETE BOYUN EYER.
KUL HAKKI DÜNYAYI DEĞER, BİZ CANA KIYAR DEĞİLİZ.
                                                                           
Aşık Mahzuni ŞERİF

"Eski Türklerde kız çocuğunun doğması Araplarda olduğu gibi bir yıkım, bir onursuzluk değildi." (Dede Korkut Kitabı, s. 26) Bu nedenle ne Türklerde ne de Türkmenlerde, Arap topluluklarda İslamiyet öncesi kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi, İslamiyet sonrasında da kadınların recm (taşlayarak öldürme) gibi yöntemlerle katledilmesi görülmez.

"Anadolu'ya gelişimizde, İslam olmamıza karşın bir yandan da eski Türk türesinin yürüdüğü bir gerçek. (Bu gelenek ve töre yaşatmada, kadınların silah kullanmaları bile durmakta. Bertran-don de la Broquiere, 15. yy. başında Dulkadir Beyliğinin silahlı otuz bin erkek ve yüz bin kadından (bir yerde yüz bin yerine otuz bin diyor) oluşan bir Türkmen gücüne sahip olduğunu söylüyor. (Fuat Köprülü, Osmanlı İmp. Kuruluşu s. 161.) 

Belki de henüz Kuran'ın dilimize iyice aktarılmamış olması, bu yüzeysel İslamlığı doyuruyor. Yıllar ilerledikçe koyu Sünni kurallar bu kez bir bağnazlığı dönüşüyor. Kadın hakları güçsüzleşmeye, giderek ortadan kalkmaya varıyor. Buna, düpedüz İslamlığı neden gösteremiyoruz. Ama Kuran'daki kimi ayetlerin, ya da kimi hadislerin yorumları Türk toplumunu da bu aymazlıkların içine itiyor. Şöyle ki;

"Kadınlarınız sizin tarlalarınızdır. Tarlanıza dilediğiniz gibi yanaşın." (El Bakara Suresi 223.)

"Erkekler, onlar (kadınlar) üzerinde (daha üstün) bir dereceye maliktirler." (El - Bakara Suresi 228.)

"Eğer iki erkek (tanık) bulunmazsa şahitlerden bir erkek ile iki kadın yeter." (El - Bakara Suresi 282) (…) gibi ayetler ve bunların yanı sıra;

"Kadınlarla danışın. Sonra onların aksine hareket edin." (Mesnevi c.l s. 182/2956.) gibi hadis ve vecizeleri okuyanlar bencil bir yaklaşımla bunlardan kendilerine de pay çıkarmak için kadınlarımızı susturma yolunu seçmişlerdir.
Öncelikle, Türk kadını bu davranış ve düşünceleri kendi özgür mantığına ve geleneklerine aykırı görmüştür. Buna sırt çevirmiş ve gene Alevi toplumunda yerini korumuştur. Bu arada İslamlıkla birlikte, özellikle Bizans'tan bize geçen örtünme (tesettür) olayını da istememişlerdir. (Fuat Köprülü, Osm. İmp. K. , S. 194.) Köprülü, bu konuya "hayır!" diyor. Ona göre örtünme bize İslamlıktan geçmedir. (Nejat BİRDOĞAN: Anadolu'nun Gizli Kültürü Alevilik S 388-89)
 
SARI SAÇLIM MAVİ GÖZLÜM.. NERDESİN DOST!.

Mustafa Kemal ATATÜRK örtünme konusunda; “Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peştamal veya buna benzer bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mana ve anlamı nedir? Efendiler medeni bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Seyahatim esnasında köylerde değil bilhassa kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok yoğun ve itina ile kapatmakta olduklarını gördüm. Erkek arkadaşlar, bu biraz bizim bencilliğimizin eseridir. Onlara ahlaka ait kutsal kavramları telkin etmek, milli ahlakımızı anlatma ve onların nur ile temizlikle donatmak esası üzerinde durulduktan sonra fazla bencilliğe lüzum kalmaz. Onlar yüzlerini cihana göstersinler ve gözleriyle cihanı dikkatle görebilsinler, bunda korkulacak bir şey yoktur. ” der. 1925 (Atatürk’ün B.N.) der: Herbert Melzig, S.91-95 ) Kurtuluş savaşında canını vatanına siper eden vefakar Türk Kadınları, Milli Mücadelenin her aşamasında gerek cephede gerekse cephe gerisindeki bütün hizmetlere koyulmuşlardır. Atatürk Cumhuriyet devrimlerinde öncelikle eğitimleri başta olmak üzere görünüşleri, günlük yaşamdaki yerlerinin yüceltilmesi amacıyla kadınımızı gözetir. Ancak bütün devrimlerde olduğu gibi Ata'nın bütün tohumları tam filizlenmeye başladıkları sırada birer birer yolunur. Verilen haklar yavaş yavaş geri alınarak kadın yine halifelik devrindeki bilindik duruma doğru sürüklenir, kadına bakış değişmez.
 
 


 Antalya - Elmalı - Akçaeniş Köyü'nden Rahmetli Güzel KARATAŞ

"Ve kadınlar,
 Birbirinden gizleyerek bakıyorlardı ayın altında,
 Geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
 Ve kadınlar,
 Bizim kadınlarımız.
 Korkunç ve mübarek elleri,
 İnce, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
 Anamız, avradımız, yârimiz.
 Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen,
 Ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen.
 Ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız.
 Ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki.
 Ve karasabana koşulan,
 Ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların,
 Oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar,
 Bizim kadınlarımız." 
(Nazım Hikmet, "Kuvayi Milliye", Adam Yayınları, İstanbul -1987, s.71-72)
 
Elbette kadının yeri bu değildir, olmamalıdır. Şu dizelerde de nasıl bakılması gerektiğini anlatır gibidir şair;

"Kimi der ki kadın uzun kış gecelerinde yatmak içindir.
Kimi der ki kadın yeşil bir harman yerinde dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir.
Kimi der ki hayalimdir. Boynumda taşıdığım vebalimdir.
Kimi der ki hamur yoğuran, kimi der ki çocuk doğuran.
Ne o, ne bu,
Ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal.
O benim kollarım, bacaklarım.
Yavrum, annem, karım, kız kardeşim, hayat arkadaşımdır."

İşte bu bakış Aleviliğin kadına bakışının da anlatımıdır. Hz. Ali'nin kadınlara, o zamana değin görülmeyen davranışlarıyla saygı göstererek örnek olduğu ve insanlara:

"Kadın, çiçek tabiatlı, çiçek yaratılışlıdır. Kadın bir kahraman değildir. Her hal ve surette onunla anlaşınız. Kendisiyle iyi, gereği gibi ve makbul görülecek, herkes tarafından beğenilecek bir tarzda yaşayınız. Ona öyle bir hayat arkadaşı olunuz ki, o, yaşamının tadını tatsın." diye öğütlediği anlatılmaktadır. İmam Cafer'üs Sadık'a göre de erkekler kadınlara ne kadar sevgi gösterirlerse, inançlarının değeri o kadar artar.

"Tahtacı inancının büyük oranda beslendiği Şamanizm'de ana hukuku, yani anaerkil öğreti egemen olduğu için totemlerin ve koruyucu ruhların hemen hepsi kadındır. Ruhlarla ve öbür dünyayla ilişki kurma, şifa verme yeteneğine sahip olduğu düşünülen, ayin ve törenleri düzenleyen, sonradan kadın ya da erkek olabilen kam ya da şaman bu öğretinin aşamalarında ya kadındı ya da anaerkillik gereği görevlendirilmiş "kadın gibi davranan" bir erkekti." (Esat KORKMAZ Ansiklopedik Alevilik - Bektaşilik Terimleri Sözlüğü - 2005) Bunun kanıtı da anaerkil dönemde Kybele Rahibi olabilmek için erkeklerin hadım olması inancı ve uygulamasıdır.

BEKLE KAR ALTINDA KALAN BUĞDAY TANESİ, 
YİNE ONUN SULARIYLA YEŞERECEKSİN.
GÖZYAŞLARIN ÇARE DEĞİL AĞLAMA BÜYÜ, 
BAŞINI DİK TUTABİLİRSEN BOY VERECEKSİN.

"Aleviler yiğit, çalışkan ve doğaya saygılı insanlardır. Allah'ın yarattığı tüm canlıları severler. Kadını ikinci sınıf vatandaş sayarak, bir mal gibi görerek, ona şüpheyle bakarak, insan yerine koymayarak, kapalı kapıların arkasına hapsetmez, kadına güvenirler. (Bekir COŞKUN Hürriyet 15 Ocak 2008")

Tahtacılar bütün Anadolu Alevileri gibi kadını dişi değil kişi olarak görürler. Sahip oldukları bu kültürde kadına yüzyıllardır anaerkil saltanatını aratmayacak kadar, sözde değil özde değer verilmiştir. Kadın, kendisine saygı duyulan, fikirlerine değer verilen bir varlıktır, annedir, eştir, insandır. Çünkü yaşam ortaktır ve yaşamı güzelleştirmek ancak eşitlik ve iki cinsin ortak çabası ile mümkündür. En hayati kararların altına imza atılırken kadının fikri mutlaka alınır. Hatta tıpkı Türk boylarında dünden bugüne olduğu gibi bütün önemli kararlarda belirleyici olan, kadındır.

"Alevilikte bilimsel olarak evrendeki her şeyde varlığı kabul edilen zıtların birliğinin, aile ve sosyal yaşamında da varlığı kabul edilir. Bu zıtlar ki, yaşamın oluşması, devamı ve gelişmesinde bu güçlerden biri diğerinden ne daha önemli ne de önemsizdir. Çünkü bunlar yaşamın oluşmasının, gelişmesinin ve devamının ön koşullarıdır. Bunlardan birinin olmaması diğerinin de ortadan kalkması demek olacağından, ikisi de birbirleri için vardırlar ve yaşamda aynı oranda önemlidirler. "(Etem XEMGİN, "İnsan mı Tanrıyı Yarattı?")

Burdan hareketle kadını erkekten ayırmaz, "aslanın erkeği de aslan, dişisi de aslan" sözünü ilke edinirler. Bu konuda Naciye Bacı şunları söyler:

Ey erenler, erler nasıl ersiniz?                      
Söyleyin sizinle davamız vardır.                     
Bacılara niçin (nakıs) dersiniz?                       
Bizim de Hazreti Havamız vardır.
                    
Bizi de halk eden Sübhan değil mi?
Arslanın dişisi, arslan değil mi?                                   
Söyleyin, makbul-i Rahman değil mi?                                    
Ümmü-gülsüm, Zeyneb, Leyla'mız vardır.
                                   
Naciye fakire, kemter bacıdır                                    
Cümle erenlerin başı tacıdır,
Muhammed, Ali'ye kuldur, Naci'dir,
İşte: Fatımatüzzehramız vardır."

"ZAHİT BİZİ TAN EYLEME, 
HAK İSMİN OKUR DİLİMİZ.
SAKIN EFSANE SÖYLEME, 
HAZRETE VARIR YOLUMUZ."

Namus bakımından Alevi kadınının alnı Anadolu'nun tüm kadınları, anaları kadar aktır. Alevi inancının yıllarca baskı altında olması nedeniyle ibadetlerini gizli yapmaları onlara inanılmaz iftiralar atılmasına gerekçe gösterilmiştir. Ancak onlar yanıtı sadece başı dik bir yaşamla, sevgiyle verirler.
 
Bir de Alevi kadınları giyinme, karşı cinsle iletişim, vb. gibi konularda toplumun diğer kesimlerine göre daha serbesttir. Bu nedenle Alevi aileler arasındaki uyum ve muhabbet İslami yaşama göre daha dengelidir. Onlar her şeyin bu dünyada olduğuna inanan öğretiden olsa gerek öbür dünyada ayaklarının altında olacağı müjdelenen cenneti bu dünyada yaşamayı yeğlerler.
 
Kadınlarını incitmezler. Hz. Ali'nin; "Haksızlıklar karşısında eğilmeyiniz!" sözünü kendilerine rehber edip haksızlıklara başkaldıran Tahtacı Türkmenler yüzyıllardır egemen kültür tarafından baskılara uğradıkları halde hasımlarını bile incitmeyen bu insanlar kadınlarını nasıl incitir? Onların doğa gibi üretken ve bereketli bedenlerini çağdaş, insancıl düşüncelerini barındıran zihinlerini kutsarlar.
 
Anadolu Alevilerinde kadına saygı gösterilmesi, değer verilmesi, toplumda ve yönetimde söz sahibi olması eski inançları ve geleneklerinden kaynaklanmaktadır. Aleviliğin insana değer veren öğretisi en çok kadınlarına verdikleri değerin aynası eylemlerinde görülür. Faslı gezgin İbn Battuta (1304-1369) yaptığı Anadolu, Irak, Iran gezilerinde, örneğin Şiraz da kadınları över çünkü bu kadınlar kapalı, dindardır. Oysa Anadolu'daki kadınları görünce kızar ve söyle der:

"-Dikkate değer bir şeye tanık oldum Türkler Kadınlara çok değer veriyor erkeklerin yanında konuşabiliyorlar!..."
Aynı şekilde Breslau Üniversitesi'nden bir araştırma için Ankara'nın Çubuk kazasının Alevi köylerine 19.yüzyılın sonlarında gezen Alman Bilim adamı Prof. Richard Leonhard anılarında burada kaç-göç olmadığını, kadınlarla erkeklerin eşit düzeyde olduğu, bu insanların yaşam tarzının Orta Avrupa ülkeleriyle aynı olduğunu belirtmektedir. Alevilerin kadına verdiği değer yalnız yabancılar değil, aynı topraklarda yaşadıkları farklı inançlara sahip insanlarca da yadırganmış, kınanmış, hatta çeşitli iftiralara gerekçe gösterilmiştir. Oysa onlar için yârin yanağından gayrısı anadır, bacıdır, candır.
 
Daha yakın zamanlara kadar kadınlar esir pazarında alınıp satılırken Tahtacılarda yüzyıllardır kadınla erkekler eşit haklara sahiptir. Bu nedenle tek eşlilik egemendir, imam nikâhı, hülle, muta nikâhı gibi uygulamalar ve kumalık yoktur. Erkek haklı nedenler olmadıkça, hele ki tek bir sözle; "Boş ol" diyerek eşini boşayamaz. Mirasta da kadın erkek aynı eşit haklara sahiptir. Mustafa Kemal Atatürk'ün kadınlarla ilgili devrimlerinde bu toplulukları çok yakından incelediği bilinmektedir.
 
Alevilikte kadınla erkekler arasında haremlik selamlık, kaçgöç ve bu amaçla örtünme de yoktur. Yüzlerini erkeklere göstermekten çekinmez, saçlarını da doğanın olumsuz koşullarından korumak için ve isterlerse kapatırlar. Tahtacı kadınına göre namus ve onuru korumanın yolu kapanmaktan, kaçgöçten değil, bilinç, edep ve erkândan geçer. İnsanı insan yapan değerler her şeyden önce sevgi, bilgi ve özgür iradedir. Hacı Bektaş-ı Veli'nin şu dizeleri adeta bunun en güzel anlatımıdır:

Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde,
Hakk'ın yarattığı her şey yerli yerinde.
Bizim nazarımızda kadın erkek farkı yok,
Noksanlık eksiklik senin görüşlerinde..

Çocuklarının eğitiminde de kız erkek ayrımı yapmaz, Hacı Bektaş-ı Veli'nin "Yalnız erkek çocuklarınızı değil kız çocuklarınızı da okutunuz. Çünkü erkek çocuğu okutursanız yalnız kendisini kurtarır. Kız çocuğunu okutursanız hem kendini, hem aileyi, hem de toplumu kurtarır" sözüne koşulsuz inanarak özellikle kızlarını okuturlar, kızlarını okutmayanlar düşkün (suçlu) görülürler. Bu nedenle bütün Tahtacı topluluklarında kızların okuma oranı çok yüksektir. Eğitimde en önemli ilkelerinden biri de Hz. Ali'nin; "Çocuğunu senin yaşadığın zamana göre değil çocuğunun yaşayacağı zamana göre yetiştir" sözüdür.Pir Sultan Abdal'ın;
 
"Gel benim ey güzel servi çınarım
Yüreğime bir od düştü yanarım
Kıblem sensin, yüzüm sana dönerim
Mihrabımdır kaşlarının arası..."
 

dediği bu değerli kadınlar günlük yaşamdan ibadete, düğünden cenazeye yaşamın her alanını erkekle yan yana yaşarlar.  Alevi ibadet ayinlerinde kadın erkeğin yanında olup Aleviliğin eşitlikçi ve toplumcu yapısını sergiler. "Alevi törenlerinde evli olmayan, görgü cemine giremez. Evli olanlarsa eşleriyle birlikte görülürler." (Nejat BİRDOĞAN: Anadolu'nun Gizli Kültürü Alevilik S 388-89)
 
Alevi ibadeti cemlerde kadın - erkek yoktur "can" vardır. Cem gönüllerin bir araya geldiği bir arınma yeridir. Ceme girebilmek için nefsin tamamen yok edilmesi gerekir. Burada herkes birbirinin anası, babası, bacısı, kardeşidir. Alevi inancına göre ulu kabul edilen 40'lar Meclisinin 17'sinin kadın olduğunu gerçeği kadın - erkek eşitliğinin en güzel kanıtıdır. Bu nedenle kadın cemlerde dedenin karşısına erkekle birlikte çıkar, erkekler gibi şikâyet ve dileklerini dile getirir, konuşur, sorar, öğrenir ve öğretir. Sesi güzel olan cemlerde deyiş duvaz-ı imam, nefes, koşma söyler, biliyorsa saz çalar, eşleri gibi dolu içer, samah dönerler. Ölüm olduğunda en güzel ağıtlar onların yüreğinden dökülür. Bu nedenle çok sayıda Alevi kadın halk aşığı vardır.
 
"NE GÜZEL YARATMIŞ SENİ YARADAN. 
İSTEMEM ESMESİN YELLER İNCİTİR…"

Tahtacı kadınları genellikle modern görünüşlü, ak benizli, topak burunlu, renkli gözlü, güzel kadınlardır. Bu hallerinden etkilenen Ömer Bedreddin UŞAKLI bakın bunu dizelere nasıl dökmüş;
 
TAHTACI GÜZELLERİ

Güneşi baltalarının ucunda taşıyarak
Buradan daha çok uzak bir ormana gidiyor.
Tahtacı güzelleri.
Kırmızı, al, yeşil, mor fistanları rüzgârın elinde bir bayrak;
Gür siyah saçlar, gümüş paralarla karışık omuzlara dökülmüş,
Çam kokusuyla dolu, taşkın göğüsler açık,
Türkülerle gidiyor, Tahtacı güzelleri.
Al, kırmızı, yeşil, mor fistanları rüzgârın elinde birer bayrak,
Semiz katırlarıyla yapraklara basarak,
Ormanlardan ormana,
Türkülerle gidiyor, Tahtacı güzelleri.
Yemyeşil ormanların baştacı güzelleri.




Onların çalışkanlık, doğruluk, kadına verilen değer, hayatı hakkını vererek yaşama, inancının arkasında durma ve en önemlisi sahip oldukları sevgi kültürü gibi evrensel değerlerinin sonsuza dek yaşaması ve tüm insanlığı sarması dileğimizdir.
Kadınlar kendilerinin farkına vardığında dünya, doğa ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti onların güzel ellerinde yeniden filizlenecektir.
Kadının bereketi üzerinize olsun.
 
11 Nisan 2008 ANTALYA