Haftasonu
köyüme gittim. Elmalı’ya bağlı, insan canlısı, çalışkan, vatansever,
kadim Anadolu halklarından Tahtacıların yurdu olan güzel, bereketli
Akçaeniş Köyü’ne. İşlerin tam vayvaylı zamanı. Rahmetli babamın dediği
gibi çiftçinin bir gününün bir yıl beslediği vakitler. Daha varır varmaz
ala karanlıkta yengem ve abimle biçilip balya yapılmış buğday
samanlarını getirmeye ovaya (tarlaya biz ova diyoruz) gittik. Ben
traktör sürdüğüm için çevreyi seyreyleme şansım vardı. Binlerce yıldır
çok büyük çevresel afetlerin yaşanmadığı bu bitek coğrafyada iki yanıma
baktığımda gördüğüm, doğanın eşsiz uyumunu bozan tek şey, köyümün
güneybatısındaki dağın böğrünü kocaman ve vahşi bir elle deşmiş maden
ocağı açmasıydı.
Ertesi
gün nohut ve mercimek destelerini toplarken insanın gözünün önünü tirim
tirim titreten sarı sıcaktan daha da yaktı içimi dağdaki o yapay
beyazlık. Hemen solundaki Abdal Musa inancının bendeleri için kutsal
olan Dur Dağı’nda, dünyanın benzersiz sedir ağaçlarının yurdu
Çığlıkara’da da aynı içler acısı manzara yaşandığını bilmek insana tam
da; “ben bu derdin hangisine yanayım?” dedirtecek cinstendi.
Dağbaşları
bugünlerde yine dumanlı ama bu kez akan gümüş dereler değil.
Kurutulmamış veya üstüne temiz enerji yalanı ile allanıp pullanıp
dayatılan, şimdilerde sevgililere armağan edilen zengin oyuncağı
hidroelektrik santralleri kurulmamışsa basireti bağlanmışçasına boz
bulanık akıyor artık ırmaklar. Anadolu’nun yaşamsal gözeleri yaşam
vermek için değil almak için programlanmışçasına, bilinci ve belleği
yitirilmiş birer robot gibi sürükleniyor.
Dağlarında
çoban ateşleri sönen memleketimde maden ocağı ışıkları yanıyor günden
güne artarak. Zümrüt yeşili dağların, sarı yaylaların, mor sümbüllü
ovaların bağrını deşip canını alan, taşını toprağını toz duman eden
maden ocakları dağlarımıza, ovalarımıza saplı birer hançer gibi insanlık
onuruyla alay ediyor.
Bu
duman yavaş yavaş köylere ve ardından şehirlere indiğinde - ki bu hiç
uzak değil - göz gözü görmez olacak. Şimdi gökten rahmet yerine duman
püskürdükçe elmalar üstünü bürüyen tozdan kızarmaz, sular kandırmaz
olacak.
Anadolu’nun
bilge insanları, arpa unundan aş edip zalime boyun eğmeyi bir zillet
kabul eden yiğit Anadolu kadınları, Köy Enstitülerinde her türlü bilgi
beceri ile donanıp ülkemin umudu olan öğretmenleri, gökyüzünün
renklerini seslere döken müzik insanları, karanlıkları aydınlatan bilim
insanları, yarının umudu gençlerimiz, canlar; bu cennet vatanda gözü
gözü görmez, el ele vermez, gönül gönülü duymazsa halimiz nicolur?
Dedim
ya; köydeki ilk akşam hava karardığında dağda yanan çoban ışığı değil
maden ocağının sahte aydınlatmalarıydı ve onu ışığıyla boğabilecek tek ışıltı gökyüzünde asaletle duran, “nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel günlere inandıran” Çoban Yıldızıydı.
Kurtuluş
Savaşı sırasında memleketin dağlarında 800 civarında Kuvayı Milliye
çetesi ile ayağa kalkan, onurunu, namusunu ve vatanını korumak için
canlarını kurban eden, vahşi emperyalizmin bileğini bükecek denli
inançlı Anadolu’nun adsız kahramanları da birer Çoban Yıldızıydılar.
Bugünlerde söndü sanılsalar, görünmeseler ya da fersiz yansalar da Seyit
Onbaşı’ların, Gördesli Makbule’lerin, Kara Fatma’ların ve daha
binlercesinin yaktığı ışığın şavkını hiçbir ışık vermez.
Şimdi
her birimiz birer Çoban Yıldızı olup şavkımalıyız ki doğanın sessiz
çığlığı son şarkımız olmadan duyalım, yürekleri aydınlatıp körleşen
gözlere, suskun yüreklere doğanın ağıdını duyuralım, içler acısı halini
gösterelim. Doğanın çağrısına el verelim, ışık tutalım, güzel Anadolumuz'un Musa Eroğlu'nun dilinden dökülen sesi olalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder