İlk Yayın Tarihi: 25.08.2009
Antalya’nın Elmalı İlçesi’ne 11 km. uzaklıktaki Büyük ve Küçüksöğle Köyleri’nin üst başında, 3070 metre yüksekliğiyle Akdağlar'ın zirvesi olan Kızlarsivrisi'ne yönünüzü dönünce, dağın sağında kalan Avdancık mevkiindeki özgür tayların dolaştığı uçsuz bucaksız otlakta yüzlerce yıldır zamana tanıklık eden “Seren”ler var. Ama bu serenler bildiklerimizden çok başka. Burada “Seren” Likya Tipi mezar anıtı (lahit) mimarisi örnek alınarak yapılmış, doğa ve insan aklının muhteşem harmanı doğal karakovanların adı. Ve yaşadığı coğrafyanın her zerresinden bilgelik devşiren Anadolu insanının Likya lahitlerinden esinlenerek taş ve ardıçtan yarattığı bu yüzlerce yıllık özgün arı kovanları "Seren"ler yokolmak üzere.
Antalya’nın Elmalı İlçesi’ne 11 km. uzaklıktaki Büyük ve Küçüksöğle Köyleri’nin üst başında, 3070 metre yüksekliğiyle Akdağlar'ın zirvesi olan Kızlarsivrisi'ne yönünüzü dönünce, dağın sağında kalan Avdancık mevkiindeki özgür tayların dolaştığı uçsuz bucaksız otlakta yüzlerce yıldır zamana tanıklık eden “Seren”ler var. Ama bu serenler bildiklerimizden çok başka. Burada “Seren” Likya Tipi mezar anıtı (lahit) mimarisi örnek alınarak yapılmış, doğa ve insan aklının muhteşem harmanı doğal karakovanların adı. Ve yaşadığı coğrafyanın her zerresinden bilgelik devşiren Anadolu insanının Likya lahitlerinden esinlenerek taş ve ardıçtan yarattığı bu yüzlerce yıllık özgün arı kovanları "Seren"ler yokolmak üzere.
Seren; Denizcilikte; yelkenli gemilerde direkler üzerinde dört köşe yelken açmak ve işaret kaldırmak için direğe yatay olarak bağlanan, uçları ince gönder, Mimarlıkta; kapılarda menteşe ve kilidin takıldığı düşey konumdaki kalın parça, Halk Dilinde; Trabzon'da eskiden köylerde, fare girmesin diye dört direk dikilerek ahşap olarak yapılan ve içinde mısır, arpa gibi tahılların saklandığı bir çeşit kulübe (Vikipedi), Tahtacılarda ise tabak - çanak konan raf, çanaklık anlamına geliyor. Hamit Çine’den alınan oturaklı Burdur zeybeğinde geçen anlamıyla ise yere dikilen dört tahta direğe bez germek suretiyle elde edilen sebze kurutmalığı ya da gölgelik.
“Serenler serenler yüksek serenler,
Ben gidiyorum mamur olsun viranlar.
Ahret hakkın helal eylen de yarenler of.
Aman Allah nedir bunun çaresi.
Yaktı da beni kaşlarının karası”.
Buraya
gelince eşsiz Anadolu toprağının kültürel bereketi ve güzel Türkçemizin
sözcülüğü içime öyle bir coşturdu ki bunu paylaşamadan konuya
geçemeyeceğim.
Bilindiği
gibi lahitler, tarihte ilk kez Mısır’da görülen, Anadolu’da da Likya
bölgesi ile özdeşleşen antik yaratılar. Duvarları taş veya tuğla ile
birer oda veya küçük ev biçiminde yapılan, kapak taşlarıyla örtülü,
önceleri yakılan ölülerin küllerinin saklandığı sonradan birer mezar
olarak kullanılan, ölen insan için konan armağanlarla (tabi soyulmadan
önce) birlikte ölülerin öbür dünyada yaşayacakları inancını da içinde
saklayan bir mabet. Mısır ve Anadolu’da “ölü evi” olarak kullanılan lahitlerden esinlenilerek Söğle Köyleri’nde ve köylerin güneydoğusuna düşen Serkiz Yaylası’nda yapılan
Serenler ise tersine doğanın kokusunu, tadını, bu ikisinin büyülü
iksiri sayılan rayihasını o çalışkan, mucize varlığın, arının hücreleri
ile harmanlayıp sonsuz yaşamın hizmetine sunan birer “dirim evi”.
Anadolu’da
MÖ. VI. yy’dan itibaren görülmeye başlayan lahitlerden 3.000 yıl
sonrasına (MÖ. 3200- 2800) tarihlenen Sogla Antik Kenti’nin çoğu tahrip
edilmiş ve çalınmış kalıntılarının yamacına kurulmuş Serenler
lahitlerden farklı olarak kesme taş ve Anadolu insanının “Şah” diyerek
kutsadığı efsane ağaç ardıçtan yapılır. Taş ve ardıç dilmeleri ile 3-4 metre yüksekliğinde ve 2 m2
genişliğinde dörtgen örülen ana gövdenin 2. Metresinden sonrası yapının
ardıç kalaslarla örtülü üst kısmına çıkılan bir odadır. Onların üstüne
yine içi oyularak boru şekli verilmiş ardıç kütüklerden yapılmış
kovanların üst üste yığılarak kubbe biçimli çatı oluşturulması suretiyle
tamamlanır. Tamamı 6 metreyi bulan bu dirim evi arıları ve balı başta
ayı olmak üzere vahşi hayvanlardan ve kötü hava koşullarından korumak
amacıyla yüksek yapılmıştır.
Yapıya
gövdede kullanılan bazı kalasların uçlarının çıkıntı yapacak şekilde
dışarıda bırakılan bölümlerine basa basa çıkılır. Ön yüzde kapıdan küçük
pencereden büyük girişten girdiğinizde karşımıza çatının sadece dış
kısımlarına gelen yerlerinin örttüğü bir odacık çıkar. Yöre insanlarınca
bu odacıklar arıların yazın güneşten, kışın yağmur ve kardan korunduğu
sığınaklar olduğu belirtilmiştir. Bunları geçince çatının sağında ve
solunda ardıçtan oyulan boru şeklindeki karakovanlar sıralanır.
Arkeolog
Ünsal ÖZÇAKIR “Seren” adının Ksantos’ta aslı ülkemizden çalındığı için
kopyası bulunan ve Ksantos Payeli Mezar Anıtı (veya Harpyler Anıtı – MÖ.
480) diye adlandırılan anıtın üst tarafında betimlenen ve “SİREN” denen
denizkızlarından başkalaşmış olabileceğinden sözeder. Azra ERHAT’ın
Mitoloji Sözlüğü’nde de söz edilen, insanı baştan çıkaran bir müzik
yaparak müziğe kendini kaptıranların kayalıklara çarpıp ölmelerine neden
ulan Sirenlerle bezeli bu anıtın şekli de tıpkı Serenlere benzer.
Özçakır Serenlerin üst tarafındaki odanın işlevinin yukarıda
anlattığımız özelliklerde olmadığını, sadece yukarı çıkmayı sağlayan
mimari bir öge, düzenek olduğunu, arıların kışın olumsuz şartlarından
ancak arka tarafları yuvarlak tahta kapaklarla kapatılan (çünkü kutsal
ardıç ağacından yağmur ve kar geçmez ve binlerce yıl dayanır), ön
tarafını da arının kendinin mumla kapattığı kovanlarında durarak
korunabildiklerini söylüyor. Yalnız Ksantos Payeli mezar anıtında
Sirenlerin yer aldığı üst tarafındaki anlayışın farklı olduğunu, buranın
hem tahnit edilmiş (mumyalanmış) ölünün konduğu yer hem de ruhun Tanrı
ile iletişim kurduğu yer olduğunu belirtiyor. Bu iki yapıdaki
(seren-mezar anıtı) üst bölümlerin birbirinden etkilenmiş olduğunu da
sözlerine ekler. Özçakır ayrıca serenlerde kullanılan çivilerin
fabrikasyon değil, döğme çivi olduğu için 17.veya 18.yy’dan önceye
tarihleneceğine de dikkat çekmektedir.
Suyun,
çiçeğin, arının ve yaşamın bol olduğu zamanlarda burada güze kadar
toplanan ballar petekleriyle birlikte kesilip kaplara doldurulur,
karşılarına çıkan insanlara ekmeklere çala çala ya da kaplarına doldurup
dağıta dağıta köye gelinirmiş.
Şimdi
eteklerinde özgür yılkı atlarının estiği serenlerin kiminin çatısı
uçmuş, kimi tam tekmil ayakta ama susuz kuyular gibi birer hayalet
durumundalar çünkü arıları gitmiş, balı bitmiş. Buna paralel olarak
paylaşım, vefa, koruma ve şifa da. Şimdi Büyüksöğle Köyü’nün sakinleri
olan Sarıkeçili Yörükleri dağlara, serin yaylalara, kuşlara, arılara,
serenlere, kısacası yaşama sırtını dönmüş, sattıkları keçi sürülerinin
sermayesi ile sıraladıkları seralardan gelecek “para”dan medet
umuyorlar. Ama her şey gibi sera hasadı umudu seralara rağbet çok olup
eriyince hayatın “tadı” epey kaçmış, çocukların düğünü bile bilinmez bir
güne kalmış.
Başka
hiçbir yerinde rastlanmayan ve yalnızca Antalya’da görülen bu endemik
serenler sadece bu köyde yok. Burası dışında Antalya - Korkuteli
karayolunda Korkuteli’ye girmeden sola dönen yoldan gidilen İmecik
Köyü’ndeki İmecik Susuzu’nda, Saklıkent yakınındaki Yazır Güzlesi’nde,
Kumluca Dereköydeki Çakmak Yaylası’nda, Göldağı’nın eteklerindeki “Göl
Alanı” mevkiinde, Beydağlarındaki Ziyaret Tepesi’nin eteklerindeki
“Gücükpınarı”nda da son örneklerinin olduğu biliniyor.
Arılarını
ve balını yüzyıllardır türlü mahlûkattan korumuş serenler asıl
sahipleri gibi “duyarlı doğa tutkunları”nın, yere yöneticilerin de
yüzünü döndüğü o koyaklarda rüzgârın ıslıkları, yılkıların kişnemeleri
ve yeşil çimenlerin tanıklığında ölümü bekliyorlar.
“Bir
gün bir adam tarlasını sürerken çok değerli bir heykel buldu ve onu
güzel olan her şeyi seven birine götürdü. Adam heykel yüksek bir ücret
ödeyerek eseri satın aldı ve ayrıldılar.
Ve adam elinde parası evine giderken düşündü ve dedi ki;
“Şu
paraya bak, bu para ne hayatlara değer. Bir insan nasıl olur da bu
parayı bin yıldır toprağın altında gömülüp unutulmuş cansız bir taş için
verebilir?
Ve adam heykele hayranlıkla bakarak düşündü ve dedi ki;
“Ne
kadar güzel, ne kadar canlı? Ve bin yıllık tatlı uykusuyla ne kadar
taze. Nasıl bir ruh bunu düşlemiştir kim bilir? Bir insan bunu cansız,
düşgücü olmayan bir kâğıt parçası ile nasıl değişebilir? (Halil Cibran -
Değerler)”
Söğle’li,
Rizeli, Gözne’li ya da İstinyeli... Değerlerini yitirmiş her Anadolu
insanının gözlerini kaplayan bu hüzün bir gün artık geri dönülemez bir
zamanın tanığı olmadan bir şeyler yapmak lazım. Ne dersiniz? Gelin
onları güvenli alanlara, ölümsüzlüğe uzanan yola elbirliği ile
taşıyalım.
http://www.resmi-gazete.org/detay/5219371.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder