Uzunca
bir zamandır hem işim gereği hem de gönülden duyduğum muhabbetle
üzerinde çalıştığım konu başlıktan da anlaşılacağı gibi Antalya'daki
Girit Göçmenleri. Bu konuda çalışmak istememin nedenlerini saymam
gerekirse, fıkralarında tersi anlatılsa da, kendilerinin doğaya olan
bağlılıkları ve adeta ibadet eder gibi gösterdikleri özen, onun dilini
çözmekteki ustalıkları, mutfağa ve sağlığa yansıması sırasındaki
zerafetleri diyebilirim. Araştırma derinleşip içlerine girince özgün
kültürlerini yakından tanıma olanağı buldum.
Özellikle
Anadolu'ya geldikleri ilk zamanlarda tıpkı orada fazlalık görülüp
dışlandıkları gibi, burada da Türk oldukları halde "gâvur" muamelesi
gördükleri, içine alınmadıkları yerli halkın adeta kahrından lütfa
uğrayan, bu sayede dört elle sarıldıkları sonradan öğrendikleri dilde
yeşeren manileri, türküleri, oyunları ve geleneklerinden oluşan özgün
bir topluluk.
Bu
topluluğun öyküsü stratejik olarak Akdeniz’le Ege’nin birleştiği yerde
adeta bir kilit konumunda olan, Osmanlı İmparatorluğu’nun ticareti ve
başkent İstanbul’un savunması açısından büyük öneme sahip olan Girit’in
20-25 yıllık bir mücadeleden sonra 1669’da alınmasına kadar inmektedir.
Tarihsel
ve kültürel açıdan da Antik Yunan ve Anadolu Medeniyetleri arasında bir
köprü durumunda olan ada önce Roma, sonra sırasıyla Bizans, Müslüman
Araplar, Venedik ve Osmanlı egemenliğine girmiştir. Yerli halkı Ortodoks
olan adaya Arap egemenliği ile Kuzey Afrika’dan Araplar, Venedik
egemenliği ile Katolikler ve en sonunda Osmanlı egemenliği ile de
Anadolu’dan getirilen insanlar yerleştirilmiştir.
Osmanlı,
politikası gereği yeni fethettiği yerlere kendi insanlarını götürür,
oradaki yerli halk ve kendi götürdüğü insanlar ile nüfusu dengelerdi ve
buna “ŞENLENDİRME” denirdi. Şenlendirme politikası Girit için de
uygulandı ve oraya fetihten sonra orada kalan yeniçeri ve askerler ile
Eskişehir, Konya, Kayseri ve Karadeniz’in bazı illerinden insanlar
yerleştirilmiştir. Bu insanların seçiminde de “İlerde kendisi için
tehdit oluşturabilecek gurupları ve mezhep üyelerini ( mesela Bektaşiler
ve Karamanoğlu Beyliği’ne tabi halk )” olmalarına özen gösterilirdi.
Girit’e
götürülüp yerleştirilen insanlar zamanla oradaki yerli halkla
kaynaşmış, evlenmiş düğünde, cenazede, Ramazanda ve paskalyada uyum
içinde yaşamaya başlamış. Ancak 1800’lerde bütün dünyada başlayan
milliyetçilik akımlarından sonra Rum Milliyetçiliğinin ortaya çıkması ve
Yunanistan’ın bağımsızlığına kadar giden Yunan ayaklanmasının
etkilerinin Girit’e kadar uzanması sonucu Anadolu insanı dışlanmaya ve
“öteki” görülmeye başlar. Osmanlı egemenliğine karşı başlayan
ayaklanmalar adada bulunan Anadolu insanlarına karşı katliamlara, onları
yerlerinden yurtlarından göç etmeye zorlamaya yönelik çatışmalara
dönüşür. Bundan sonra her iki halk arasındaki mücadelede Avrupalı
Devletlerin Yunan hâkimiyetini desteklemesi ile Anadolu insanının tek
çaresi Ata yurduna geri dönmek olur.
Bütün
kazanımlarını, anılarını, geleceklerini orada bırakarak, üstelik nereye
gittiklerini, ne yapacaklarını bilmeden çıktıkları, kendi deyimleri ile
“Pabuçlarını gemi, bağlarını yelken” yaptıkları bu dönüş yolculuğu
orada yaşadıkları kadar acı olur. Çoğu bu uzun yolda açlıktan ve salgın
hastalıklardan ölür.
1890’dan
sonra başlayan zorunlu göçten mübadelenin yapıldığı 1923 – 1924
yıllarına kadar sürer bu gelişler. Anadolu’nun İklimi Girit’e benzeyen
Batı ve Güney bölgelerine iskân edilirler. Bu araştırmanın konusu olan
göçmenler önce Antalya Şarampol’e yerleştirilmiş, 3 yıl sonra bir kısmı
Osmanlı padişahı Abdülhamit’in çocuklarının adları verilen Selimiye (
Side ), Kadriye, Ahmediye ve İhsaniye gibi köylere taşınırlar.
Adayı
fethe giden ve oraya yerleşen askerlerin Rum kadınlarla evlenmesi ve
ailede dil bakımından annenin belirleyici unsur olması, Adada
oturanların zaten Rumca konuşması ve adada belirleyici unsurun dil değil
din olması gibi nedenlerle Osmanlı’nın dilini kaybettiği önemli
yerlerden biridir Girit. Bu yüzden ilk geldiklerinde çoğu hiç Türkçe
bilmiyorlarmış. Türküleri,
öyküleri, manileri hep Rumca imiş. Gerek bu nedenle, gerek Antalya’nın
yerli halkından farklı fiziksel ve yaşamsal özellikleri nedeniyle
yıllarca yerli halk tarafından “yarı gavur” diye aşağılanmış, hor
görülmüş göçmenler. Öyle ki bunu;
“Giritliden olmaz evliya, olsa bile koyma (h)avluya” diyecek kadar ileri götürmüşler. (Kaynak Kişi: Ahmet YILDIZ)
Bütün
bu nedenlerden dolayı bugün yöremizde 2. 3. ve 4. kuşakları yaşayan
göçmenlerin ne zaman Girit dense gözleri buğulanır, hasret kuşları
adalara göç eder. Orada doğmayan yaşamayanların bile özlemidir ada.
Sanki kendileri çekmiş gibi onca acıyı, yanarlar atalarına yıllarca
vatan olmuş topraklara dökülen alın terine, gözyaşına. Eski bir şarkıyı
dinler, gözden yiten sevgilinin ardından bakar gibi yeniden umutsuz
düşerler yollara. Derin bir içgeçirme ile çalkalanır, burulurlar nedenli
nedensiz. İçlerinde zayolan emeğin, yiten yılların, yavruların,
canların ve umutların hüznü, dalarlar üstüne pembe düşler kurulurken
kâbusa dönen hayal ülkesinin tortusuna.
Anlatıldığına
göre Antalya’ya ilk geldiklerinde salgın hastalık olasılığına karşı bir
depoda karantina altında tutulan halkı muayene etmesi için doktor
çağrılır. Doktorun gelişi uzadıkça zaten çok aç ve sefil durumda olan
göçmenler karınlarını doyurmak için çevreden topladıkları otlarla yemek
yapmaya başlarlar. Doktor bu manzarayı gördüğünde beraberindekilere
dönüp;
“Neden getirdiniz beni buraya? Bunlar zaten kendileri doktor” der ve kimseyi muayene etmeden oradan ayrılır.
Beslenme
kültürleri ağırlıklı olarak “Akdeniz Tipi Beslenme”dir. Girit'ten
edindikleri beslenme alışkanlıklarının Anadolu'nun yerli halkı
tarafından da benimsenmesi ve özellikle Akdeniz Mutfağında
yaygınlaşmasında da büyük katkıları olduğu yadsınamaz.
"Girit
Halkı bizlerden 10 ile 15 yıl daha uzun yaşar. Temel beslenme
tarzlarının % 40 oranında yağ içerdiği gerçeğine rağmen pek az kalp
hastalığı, kanser ve şeker hastalığına yakalanmaktadırlar. Birisi Girit
köylülerine normal beslenme tarzlarının Akdeniz tarzı beslenmenin
yararları lehinde devam eden, beslenmeyle ilgili bilimsel kanıtların
parçası olduklarını söylemeli. Büyük olasılıkla kendi yaşam tarzlarını
zaten son derece tatminkâr buldukları için buna aldırmayacaklardır."
diyor Ross WALKER.
Beslenme
alışkanlıklarının kaynağı doğaya karşı özenlidirler aslında ama onların
otlara olan bu bağlılıkları yerli halk tarafından hep yadırganmış,
kendilerine en hafifi “ Otçu ” olan çeşitli isimler takılmış, hafif
yollu alay konusu edilmişler.
Bu
yazıyı bir ot yemeği tarifi ile bitirmek gerekir belki de. Bu
yemeklerin içinde benim en beğenerek yediklerimden birini, kendilerinin
“Askolibrus” dediği, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Şevketi Bostan,
Kenger, Akkız da denen dikenli bir ottan yapılan yemeği anlatayım.
Ayıklanmadan
önceki haline “Aladiken” de denir. Yaprakları sıyrılıp kökleri
kesildikten sonra elde edilen bitkinin beyaz dalları ahtapot bacaklarını
andırır. Dikenleri ayıklanıp
yıkanır, uçları yarım parmak uzunluğunda doğranıp kök kısmı da ikiye
veya dörde bölünür. Tencereye zeytinyağı dökülüp arzuya göre soğanlı
veya soğansız olarak yağda çevrilir. İster beyaz, istenirse domatesli
ve/veya etli pişirilir. Etli tarifte; zeytinyağında
tavuk eti ve soğan kavrulur. Doğranmış Askolibruslar ve su eklenerek
beyaz olarak pişirilir. Pişmeye yakın bir kasede 1-1.5 kaşık un ve 1
limon suyu karıştırılarak terbiye yapılıp yemeğin üstüne gezdirildikten
sonra biraz daha pişirilir. Haşlanıp limon suyu ve zeytinyağı ilavesi
ile salatası da yapılır. Yalnız haşlanırken dikkat edilmesi gereken
nokta; otlar suya su tam kaynamadan atılmaz. Su göbek attığında önce tuz
sonra otlar eklenir ve harlı ateşte pişirilir. Böyle yapılmazsa otlar
yeşil kalmaz, sararır. Haşlama suyunun içilmesinin böbrek taşlarını döktüğü bilinmektedir.
Başka tadlarda ve sağlıklı ipuçlarını paylaşmak üzere, sağlıcakla..
Kaynakça:
Osmanlı İmparatorluğu ve Girit Bunalımı (1896 - 1908) , 2000 Ayşe Nükhet ADIYEKE
Kalimerhaba Side: Belgesel Film
Ross WALKER "Sağlığa Giden Yol" adlı kitabında (İstanbul 2001 Sistem Yayıncılık)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder