"Bayram gelmiş neyime?
Kan damlar yüreğime."
Sevgili canlar, bayramının 1. gününü kutlayacağımız
27 Kasım 2011 babamın Hakka yürüyüşünün 2. yıldönümü. O'nun ardından
yazdığım bu uzun betimlemeyi sizlerle paylaşmak istedim.
Babamız HAMZA TANAL'IN asil
varlığına özlemle…
"Mektup selam söyle
benden sılaya,
Söyle benim için de
eller ağlasın…"
Bugüne kadar onu yazmaktan
hep kaçtım. Tıpkı hepimizin yaptığı, kendimizden kaçtığımız, kilometrelerce
uzaklaştığımız gibi. O’na layık bir yazı yazamamaktan, O’nu tam olarak
anlatamamaktan, çok uzun süren suskunluğunu fırsat bilip sahneyi boş bulur
bulmaz atlamış sanılması korkumdan yazamadım. Ama vakit geldi de geçti bile.
Nasıl güçse ilk aşka
başlamak, nasıl genzini yakar, yüzünü pembeye boyarsa aşığın, O’nu anlatmak
da o kadar güç. İnsanları sınıflamak kolay gelir büyüklerimize, insanlarda
bazen direklerle sembolize edilmek pahasına da olsa bu kalıplara sorgusuz
“cuk oturuverirler.” O, kalıplara uymaz bir yüreği taşıdı yıllarca. O yüzden
taşımak güç geldi çoğumuza.
Herkesin babası
birdir, benim babam binbirdi. Çıra gibi yanan gözlerindeki sihrin büyüsüne
tutkun yüzlerce güruh O’nu bir an bile usanmadan, aşkla senelerce
dinleyebilirdik. Dergâha hizmetince eğri odun sokmayan Yunus’un erdemi,
hikmetli pirinin eteğinde yıllarca ve sadece himmet bekleyen dervişin
sabrıyla dizinin dibinde oturabilecek kadar meftun ederdi dinleyenleri.
Akçaeniş Köyü denince ilk
akla gelenlerden olan, var olduğu kültürün bilinciyle donanan, her şeyi tam
ve zamanında yapan insanlara özgü gönül rahatlığıyla dalınan doyumsuz
uykulardan arta kalan zamanlarda doğaya ve insana hizmetten bir an geri
durmayan, sevgisi de, öfkesi de adam gibi bir adamdı.
Kesin olmamakla beraber,
1930 – Serik doğumlu olduğu yazardı nüfus kâğıdında. Aşiret'in göçebe olduğu
zamanlarda ailenin Serik’in Kaşdanlar Köyü’nde işlediği (ağaç işçiliği
yaptığı) bir zamanda doğmuştu ağabeyleri gibi. Orada kendisi gibi, çocuk
olamadan herif olan arkadaşlarıyla yâd ederken o günleri, sanki çok bolluk
içinde, sanki kafasına bit düşmemiş, sanki patlangaç, çelikçomak, uzuneşek
oynayarak büyümüş bir çocuğun minnettarlığı resmigeçit yapardı gözlerinde.
Türk Folklorunun
babalarından hocam Prof. Dr. İlhan BAŞGÖZ’e de taşımıştım O’na olan ilahi
aşkımı ve inancımı. Bir bahaneyle geldiği Antalya’da babama koştu ilk
fırsatta. Kendisi “Bir dönemi anlamak için bir hayatın sırrını çözmenin büyüsü”ne
inanıyordu. Bu yüzden diz dize söyleşti babamla hayatı üzerine. Bu
söyleşmeden sonra O'na göre; "Varlık içinde yoksul yaşamaktan, haklı
bileğinden gayrı hükümran tanımamaktan bir an bile pişman olmayan bir duruşu
var"dı.
İlkokul üçüncü sınıfa kadar
okuyabilmiş. 1938'de Atatürk öldüğünde 2. sınıftaymış. Bu tarihte okula
giderken saçını anasının sındı denen, demircilerin yaptığı ve keçilerin
kırkımında kullanılan ilkel bir makasla kestiğini anımsıyor. Aksu Köy
Enstitüsü açıldığı zaman üç kez başvurmuşlar ama her seferinde "Kadro
doldu" yanıtını almış ve haklarını da arayanları olmamış. O'ndan
sonra okuyanlar öğretmen veya sağlık memuru olmuşlar. Çocukluğunda
arkadaşları çelik, gazık, aşık, boncuk, pirle oynarken, cırlağa dönderirken O
sohbet eden büyüklerin sohbetini dinlermiş.
Bu arada okuldan da ayrılınca
kendi deyimiyle "çarıklı" kalmış, canını dişine takıp küçük
kardeşini hukuk fakültesinde okuturken okuma sevdasını bir başka bedende
yerine yatırmış adeta. O zamanları; "günlük değil saatlik yaşadıkları
bir dönem" diye tanımlıyor. Köyde pek akrabaları olmadığı için köy
muhtarı ve ileri gelenlerinin babasını köyün angarya işlerinde kullanmak ama
haklarını da yemek istediklerini, babasının da eğilmemesi nedeniyle köyde
dışlanmaya çalışıldıklarını, bu yüzden kavga ve tatsızlıklar yaşadıklarını
anlatıyor. Bunun dışında yaşadıkları bu tepkilerde köyde varlık,
misafirperverlik, görgü ve bilgi bakımından ayrıcalıklı bir yere sahip
olmalarının diğerlerinde yarattığı hoşnutsuzluğun da büyük rolü olduğunu
belirtiyor.
Yüce dağ başında bi çam oturur
O
çam bizim yaylamızın başudur.
Yağmır
yağar şipirdeşir dalları,
O
da bizim ale (ela) gözün yaşudur…. (Tahtacı ağıt gaydası)
Obaları 60 çadırdan oluşuyormuş,
dedesi Dana Ahmat aşiretin Göğceli Boyu'nun reisiymiş. Bu köye gelip
yerleşmeden önce Serik'in Kaşdanlar Köyü'nde kestikleri ağaçları işleyip
tüccarlara kereste olarak satarak geçiniyorlarmış. Akrabalarının Akçaeniş
Köyü'ne yerleştiklerini öğrenince dedesi aileyi toplayıp köye gelmiş. Hatta
çoğu Türkmen Obasının anılarında geçen "Dedeme Antalya'da ( ya da filan
yerde ) bilmem nerden nereye kadar tapulamayı teklif etmişler, dedem obayla
konuşmuş da oba "Bizi burada sivrisinek yer!" diye kabul etmemişler"
öyküsü babamın ağzında da dillenirdi. Yazın yaylada, kışın sahilde göçebe,
yoksul da olsalar tasasız yaşayan aşiretin o zamanlar sahile yerleşme kâbusu
hikâyesi aslı olsa da olmasa da bugün derin bir ah çektirir, anlatana da,
dinleyene de.
Obada "Eline, beline,
diline" ilkesi uyarınca davranılıp, emek ve hak esas olmak üzere
çalışılır, artan zamanlarda da cem ve muhabbetlerle vakit geçirilerek sakin
bir yaşam sürdürülürmüş. Ancak insanoğlunun genlerinde var olan hırs, öfke
vb. olumsuz duyguların zaman zaman depreşmesi ya da kız kaçırma vb. gibi aile
hayatını etkileyecek olumsuz durumlar sonucu kavga ve anlaşmazlıklar olduğu
zamanlarda da bu sorunları mümkün mertebe resmi kanallara ulaştırmadan kendi
aralarında çözerlermiş. Bu yerel mahkeme "Gürüf" denen küçük cem
ayinlerinde görülür.
Aleviliğin temel anayasalarından
biri olan “Eline, beline, diline sahip ol” ilkesi gibi "Yıktığın varsa
kaldır, döktüğün varsa doldur, incittiğin varsa güldür." esası uyarınca
kavga eden, kırılan, küsen iki aile bu cemde bir araya getirilerek
aralarındaki sorun haklının hakkı teslim edilmek suretiyle sessizce çözülür.
"Hatır kalsın, yol kalmasın" sözünde özetlenen bu toplumsal
kurallar kesindir. Kimse "Falanca küsmesin, filanca üzülmesin!"
diye bu anlamda gördüğü düzeni bozacak davranışı gizleyemez. Eğer bu alınan
toplumsal kararı taraflardan biri kabul etmezse bu kez en büyük ceza verilir,
toplumdan dışlanırmış. Kimse toplumdan ayrı yaşayamayacağı için mecbur kabul
edermiş. Dağ başında bir Tahtacı ailenin kibrit isteyecek bir kapının
olmamasını düşünsenize! Bu düzen öyle muazzam işlermiş ki, can kaybına neden
olan büyük olaylar dışında her küçük kırık yen içinde kalırmış. Bu nedenle
neredeyse idam gerektiren olaylar dışında çatışmalar resmi kurumlara
yansıtılmazmış.
Bunun dışında toplumsal
yardımlaşma da son derece düzgün bir şekilde ilerlermiş. Mesela yoksul bir
göçebenin işi bitmediğinde el üşüştürülüp "imece usulü" tamamlanır,
ya da bir başkasının tek katırı öldüğünde hemen obada para toplanıp ona karşılıksız
verilir, yarası sarılırmış.
Dağda orman arazisi içinde
çalışacakları alana yakın bir yerde devlet arazisinde yurt tutup çadırlarını
kurarlarmış. Bu yerleşim ile hem ortak yaşam, toplumsal ilişkiler ve
yardımlaşma hem de can ve mal güvenliğini sağlanırmış. O zamanlar kereste
işinde çalışan ve bu yolla geçinen 15-20 kadar Tahtacı Obası varmış. Obalar
kendi içlerinde aşiret içinde bilinen adlarıyla ( Dana Ahmet Obası gibi),
dışarıda ise iş yaptıkları tüccarın adıyla anılırmış ( Mursi ( Arap ) Obası,
Gebizli Ali Bey Obası gibi).
Tahtacılar kışın kestiği ağacı
yonup biçer, yaz boyunca kurutup taşınabilecek kadar hafifleyince de tüccara
verirlermiş. Ağacın aldığı bu şekle “Lata” denir. Yani istenen ölçülerde
biçilip kabuğu yonulup kurutulmuş, işlenmiş, kullanıma hazır kereste. Ağacın
aralarından hava geçecek ve güneş ışığı alacak şekilde kafes şeklinde
sıralandığı düzeneğe "Çandı", bu çandıların topluca bulunduğu yere
de "İskele" adı verilir. Keresteler kullanılacağı yere göre; 14x28
- 13x26 - 15x15 ya da 4'lü, 3'lü 2.5'lu gibi ölçülerde kesilir, uzunluk
ölçüsü birimi olarak da “Arşın” kullanılırmış. İşlenen keresteler katırın
taşıyabileceği ağırlıkta ise katırlarla, yoksa suyolu ile Çetince Çayı
gibi coşkun çağlayan suların aktığı, çaylarda taşınır, denize ulaştırılırmış.
Keresteler katırlarla 2-3 saatlik yola götürülür, bir katır en fazla 40'ardan
80, katır güçlü ise 50'şerden 100 bazen 120 kiloluk iki lata taşıyabilirmiş.
Herkes kestiği keresteyi tüccarın kâtibine teslim eder sonra katırlarla
Antalya'ya gidip tüccarla hesap görürlermiş. Paralarını ve bu parayla
da evin ihtiyaçlarını, evden verilen ısmarıçları ( sipariş )
alırlarmış. Her şey sandıkla, bol bol alınır, kalabalık oldukları ve sık sık
şehre ya da bir yerleşim yerine ulaşılamadığı için stoklanırmış. Sandık ve
çuvallarla aldıkları pirinç, helva, şeker, gibi ihtiyaç maddelerini
getirdiklerinde obada özellikle çocuklar arasında bayram yaşanırmış. O zaman
kazandıkları paraların adı da mecit, iryal (riyal)miş ki bu paranın
ihtiyaçlardan artanıyla kırklık veya takım altını alıp yastık altına da
atanları olurmuş. Tüccara verilen kerestelerin de Suriye İran gibi ülkelere
gönderildiğini duyarlarmış.
Bedensel olduğu kadar ruhsal
olarak da yorar onları yaptıkları bu iş. Bir ağacı topraktan, bir canı
doğadan koparmanın yürek sızısıdır yaşadıkları. Ama diğer yandan insanın
doğumundan ölümüne kadar her şeyinde kullanılan bir mucizeyi insanlara
sunmanın, onu kaleme, kitaba, kemikleri ısıtan sıcağa ve ışığa, kısacası
umuda dönüştürüp geleceğe ulaştırmanın haklı onuru yüreklerindeki acıyı
azıcık dindirir. Bu vicdani sorumluluktandır ki; benim babam yıllarca bıkıp
usanmadan en çok ceviz olmak üzere ağaçlar dikti, bilmediği yerlere ve
insanlara can aşıladı. Orhan Alkaya'nın Arif Damar için dediği; "Tavlasındaki
son kısrağı tabiata koşan kamçısız süvari." gibi.
ALTIM
ÜSTÜM KAÇ KURUŞLUK, EFSANEYİM EFSANEYİM…
Babam okumaya öyle meraklıymış ki,
üçüncü sınıfa kadar kazandığı okuma becerisini geliştirerek kendini
yetiştirmiş.
Âlim isen al kalemi, durma yaz,
Cahil
isen al çapayı durma kaz.
Edersen
âlime hürmet erersin mertebe,
Edersen
cahile hizmet, (burada hep
"çok af buyurun!" derdi) dönersin merkebe dörtlüğünden hareketle
başta evliya ve enbiya tarihini olmak üzere hep okurdu. İnsanüstü bir çabayla
çalıştığı halde çok erken kalkar, ya kitap okur ya da TRT Antalya Radyosu’nda
sabah 5-6 gibi yayınlanan “Bu Toprağın Sesi” programını ve O’na sayısız halk
ozanı, araştırmacı ve düşünürü getiren, şimdi kendisi gibi felç olup aylardır
dünyadan habersiz yatmakta olan dostu yapımcı Saffet UYSAL’ı dinlerdi. Bir de
daha çok kendinden yaşça büyük ve tahsilli olmak üzere sözü dinlenecek
insanları.
Bu okumalardan öğrendikleri ile
dünyanın birçok ülkesinden araştırmacıları aydınlatır, Abdal Musa Dergâhına
gelen canları duygu, düşünce ve insanca davranışlarıyla büyülerdi. Köye yeni
gelen ve kalacak yeri olmayan her yabancı ona havale edilir, başta Alevilik
olmak üzere önemli konularda bilgisine başvurulurdu. Gerek bilgisi gerekse
yürekten yaşadığı inancı nedeniyle gelen dedeler tarafından "Gürüf"
denen küçük yerel cem ayinlerini yönetmekle görevlendirilmişti. Mürebbilik
adı verilen bu liderlik görevini her bakımdan hakkıyla yerine getiren belki
de tek liderdi. Duaları onun kadar yaşayarak ve eksiksiz okuyan hiçbir
Tahtacı görmedim. Ben Folklor Araştırmacısı olarak en güzel efsaneleri
kendisinden derledim.
Ne mutlu O'na ki inancı, azmi ve
güzel yüreği ile İnsan-ı Kamil yolunda çok önemli adımlar attı. "Âlim
ile sohbet etmek lal-ü mercan, incidir, cahil ile sohbet etmek daima can
incitir" dese de dergâhına mihman olan herkese ayırıp seçmeden bir
derviş sabrı ve terbiyesiyle hizmet ederdi. Bundan olsa gerek dergâhına Alevi
– Bektaşilerin ya da aydın insanın hayranlığını kazanmış, toplumun geniş
kesimlerinde saygı duyulan, mesleğinde başarılı insanlar konuk olmuştu.
Bunlardan
büyük ozan Hacı TAŞAN Keşan’dan asker arkadaşı olup dostlukları yıllarca
sürmüştü. Âşık Hasan DEVRANİ, Ali İzzet ÖZKAN, Feyzullah ÇINAR, Ruhi SU,
Muhlis AKARSU’dan Nesimi ÇİMEN’e, Ali Ekber ÇİÇEK’ten rahmetli Muharrem
YAZICIOĞLU’na kadar saymakla bitmeyecek ozan ve değerle doyumsuz sohbetler
edilip, dem devranlar sürülmüştü. Onları öyle bir açlıkla dinlerdi,
anlattıkları her cevheri öyle bir dikkatle içselleştirirdi ki bir süre sonra
aynı dili konuşur olurlardı.
Hayatının cahil diye tanımladığı
gençlik ve orta yaş dönemlerinde yapamasa da ileri yaşında “Baba evladıyla,
evlat da babasıyla gurur duyar” sözünü ilke edinip evlatlarını her bakımdan
onurlandırır, sevgi ile sarmalar ve arkamızı karlı dağlar gibi direrdi. Her
baba öyledir mutlaka ama kendisi için bir çekirdek istemez, bizden ayrı yemek
bile yemezdi. 60’lı yaşlarda Bağkur’dan emekli olup maaş almak için Elmalı’ya
gittiğinde oradan bir köfte yememesine kızar dururdu annem.
BİR DERDİM VAR BİN DERMANA
DEĞİŞMEM…
Köyün en zengin ve nüfuzlu
ailelerinden birinin oğlu ve hemen hemen en yakışıklı delikanlısı “Köyün en
ileri gelen, namdar, zengin ve ağırbaşlı ailesinin kızı diye tanımladığı
annemi sevmiş daha 15 yaşındayken. Annem bu konuda yaşanan inanılmaz olayı
ilk anlattığında tuhaf oldum. Kendisi bir gece uykudan gözyaşları içinde
uyanınca annemin ablası, babamın yengesi olan teyzem gelip niye ağladığını
sormuş babama. Babam da o zamanlar 6-7 yaşlarında olan annemi rüyasında
dideği (gaga) kanayan yavru bir keklik olarak gördüğünü, O'nun kaderine
yazıldığını sandığını söylemiş teyzeme. Ve gerçekten de yıllar sonra bu
olmuş.
İki abisi ile iyi anlaşamadığı ve
istetirse alacağı yanıtı bildiği için istetmeye cesaret edememiş. Anneme;
“İstettiğimde vermezlerse kaçar
mısın?” diye sormuş. “Kaçmam” yanıtını alınca O’na meydan okuyup:
“-Kaçmazsan ben evlenicem o zaman”
demiş. O da; “- Evlen” deyince biraz ona nazire yapmak için biraz da ailesi
istediği için istemediği bir insanla ilk evliliğini yapmış. Ancak ilk günden
itibaren mizaçlarının tutmaması üzerine bu evliliği ancak 8 ay
sürdürebilmişler. Ayrıldıklarında eşinin kendisine minnet etmesi halinde geri
dönebileceği yolunda haber göndermesi üzerine;
"Ölümü bir nimet,/Zalime
minnet etmeyi de zillet" kabul edeceğini belirterek reddetmiş.
Daha sonra annemle tekrar
görüşmüş, istetmiş, dedem 800 lira başlık istemiş. Babası bu parayı annemin
babasına gönderince annemin babası, kendi rızası olup oğulları razı olmadığı
için, bu işten haberi yokmuş gibi kaçmalarına göz yummuş ve kaçıp
evlenmişler.
Babası 3 kardeşmiş. Hasret Hüseyin
( Babası ), Deli Ahmet, Fatma Akın. Babaları öldükten sonra bu üç kardeş
malları bölüşmüşler. Amcası Deli Ahmet kumara düşkünmüş, kendi
hissesini üttürmüş (kumarda kaybetmiş). Babamın babası, bizim dedemiz Hasret
Hüseyin onun kumar karşılığı başkalarına sattığı arazileri yeni
sahiplerinden, kız kardeşinin payına düşen yerleri de kendisinden satın
almış.
Dedem babamdan sonra ikinci kez
askerlik yapmış. Bunun nedeni şudur ki; Tahtacıların bazılarının kendilerini
sürekli kıyan Osmanlı'ya asker ve vergi vermemek için Acem (İran) bazıları da
Kıpti (Cingen) nüfusuna geçmiştir. Cumhuriyet'in ilanından sonra Atatürk
Türkmenlere Türk nüfusuna geçmeleri konusunda çağrı yaptığı, hatta zorunlu
tuttuğu halde dedem gibi ayak sürüyen ve Türk nüfusuna geçmekte yaya davranan
4 ihtiyar ceza olarak 1954'te evlatlarıyla birlikte tekrar askere gitmişler.
Babamlar 7 kardeşmiş. Aslında 14
hamilelik yaşayan, çocukları bazen ormanda ağaç biçerken doğurup pala, çaput
ne bulduysa sarıp sarmaladıktan sonra ağaç kesmeyi sürdüren, olağanüstü
dirayetli, Osmanlı bir kadın olan güzeller güzeli anası yani bizim Çakır
Ebe'mizin sadece 7 çocuğu hayatta kalmış. Bunlar sırasıyla Ali, Hasan, Hamza,
Ahmet, İbrahim Tanal Güler Atlı ve Sevim Şahan. Babam delikanlıyken iki büyük
amcamız Ali ve Hasan ormanlarda tahtacılık yaparmış. Çok çalışkan olan ve ana
babaya saygı, hürmet konusunda örnek bir insan olan babam köyde hem çiftçilik
yapar hem de ana babasına hizmet edermiş. Bu tarihten itibaren babasından,
sonradan birbirlerine düşmeleri için, mirasını yaşarken evlatları arasında
adil olarak bölüştürmesini istemiş ama dedem bunu yapmamış. Mallar adil
paylaşılmadığı için kırgınlıklar yaşanmış doğal olarak.
Aslında dedem babama 100 dönüm
arazi verecekmiş. O sırada 2. Dünya Savaşı sürüyormuş. Tapuya gidip işlemleri
yaptırmışlar, tam iş "tapuda takdir" kısmına geldiğinde
babası komşu Yavu Köyü'nden İzzet adlı bir arkadaşı gelip selam vermiş. Hal
hatır sorup hoş beş ederken adam durumu sormuş. Dedem babama tarla vereceğini
söyleyince adam yerel aksanla;
" - Ula ende nahal şey? Dünya
yanıyoru. Yarın Hamıza askere geder, garı (karısı) hepicini alır geder"
deyince dedem vazgeçmiş. "Etme baba, getme baba!" yok, ikna
olmamış. O zaman babamın 15 dönüm hisseli arazisi varmış. 200 hisse olan bu
arazinin 155'i dedeminmiş. "Baba hiç olmazsa ordan ver!" deyince
ordan 35 dönümünü vermiş dedem. Dedem 1989'da vefat edince kardeşler
arazileri rızalıkla paylaşamamışlar. En çok da kendi çocuklarının boğazından
kısıp okuttuğu, savcı ettiği kardeşinin vefasızlığına üzülürdü. Çocuklarına
ayakkabı almadığı, "Siz burada ayakkabısız durabilirsiniz ama O orada
ayakkabısız, temiz elbisesiz duramaz dediğine yanar da yanardı. O'nun
"Babam Dallas Çiftliği'nin sahibi de olsa beni okutup savcı babası
olamazdı, babamdan hisseme ne kadar arazi düşerse size vereceğim" sözünü
tutmamasından çok verdiği ama zay olan emeklerine yanardı. Savcı amcamızın
iflas ettiği zamanlara tanık oldu ama kendisi felç iken duyduğu ölümünü
anlayıp anlamadığını hiçbir zaman öğrenemedik. Dedemin ölümünden sonra kalan
arazi ona haksız yere sahip olan iki kardeşine de yar olmamıştı.
ASKER YOLU BEKLERİM, GÜNÜ GÜNE
EKLERİM..
SEN GİT YARİM TALİME DE, BEN
BURAYI BEKLERİM.
1950 yılının ekim ayında tam 4 yıl
sürecek askerlik görevine gitmiş. "Ağır bölükte, 1. numara jandarma
eri" imiş. 3 ay sonra bölükteki arkadaşları dağıtım olduğu halde babam
hem fizik hem de akli olarak iyi özelliklere sahip olduğu için kadrolu er
olarak okulda bırakılmış. Arkadaşlarının gidişine askere gelişinden çok
üzülmüş. Daha sonra yüzbaşıya kendisini de dağıtıma göndermesi için o kadar
ısrar etmiş ki yüzbaşı kendisine kızıp;
"Seni Türkiye'nin cehennemi
olan Yanıkkışla Cezaevi'ne göndereceğim" demiş ve Edirne'ye göndermiş.
Fakat orada çekilen kura ile Keşan'a gönderilmiş. Orada süvari olmuş, at
kontenjanı da olunca babasının gönderdiği 60 lira ile bir at almış. Keşan'ın
o zaman sayısı 60 olan köylerinin hepsini öğrenmiş. Bu yılları; "Kral
Faruk gibi yaşadım" diye anlatırdı. Gelirken atını bir arkadaşına 80
liraya satmış.
Daha yeni dağıtım olduğu, henüz
atını almadığı zamanlarda askerliği Doğanca diye dağlık bir köyün karakolunda
sürerken başından tuhaf bir olay yaşamış. Orası nispeten rahat bir yer olduğu
için giyim kuşam, saç sakal bakımından rahatmış. Gayet fiyakalı ve zaten çok
yakışıklı olduğu için hayli ilgi çekiyormuş. O köyde Hicazlı Cemal Çavuş diye
anılan çok bilgin, dindar ve otoriter bir kişi yaşarmış. Köyde adı anılınca
ağlayan çocukların sustuğu, saygın bir insanmış. Babamın farkında olan
insanlarda biri olan bu kişi bir gün yakınlarına;
"- Şu çocuğa dikkat
edin!" demiş. Bu çocuk bu havalede kirletmedik namus bırakırsa ben
"Cemal Çavuş" adımı değiştiririm" demiş.
Köyün bir kuyusu varmış. Köylüler
suyunu yerin 13-14 metre aşağısından çekilen, fundalıklar ve meşelikler
arasındaki bu kuyudan alırmış. Bu nedenle babam nöbet tuttuğu
zamanlarda gittiğinde kuyunun başında hep birileri olurmuş. Terbiyeli bir
insan olan asker babam getirdiği testiyi kuyunun yakınına bırakır, meşe
ağaçların altına onlara arkasını dönüp otururmuş. Kuyuda olan kadınlar, gelinler,
kızlar testiyi oradan alır, doldurup onun bıraktığı yere koyarlarmış. Bu 3 ay
devam etmiş. Kurban Bayramı olan sıcak günlerden bir gün yüzbaşı izinli
gidince yerine babamı vekil bırakmış. Bu sırada Hacı TAŞAN'la da
beraberlermiş ve Hacı Taşan o sırada da içki içermiş. O gün gelip babama
"tak" diye bir selam çakıp şöyle demiş;
"- Komutanım, izin verirseniz
Hacı Taşan köleniz bir şişe rakı (o zamanlar rakı şişeleri pütürlüymüş)
yutacak!" Bütün yaşamı boyunca alkol, sigara ve kumar gibi kötü
alışkanlıkları hiç olmayan babam da kendisine;
" - Ya Hacı, yüzbaşının
ahlakı kötü, "Bak bak Hasgül'ün yüzbaşısı izinli gitmiş, jandarmalar
karakolu meyhaneye döndermiş" derler" deyince O da;
"Oooo, Hamza Tanal kendini
İsa, Tanrı sandı" diye dalga geçmiş. Bu arada köyün "Kâhya"
denen zenginleri karakola sini sini etler, tatlılar göndermişler. Bu sırada
karakolda beş er varmış. Babam kendisi gibi içmeyen bir er ile kalıp Hacı
Taşan ve onunla birlikte içecek iki eri mutfağa göndermiş. İkisi karakolun
önündeki dut ağaçlarının altını sulayıp atletcek oturmuşlar.
Bu sırada yanındaki arkadaşı
babama heyecanla;
" - Hamza, Cemal Çavuş
geliyor!" demiş. Korkudan dilleri boğazlarına kaçacakken hemen hazırola
geçip buyur etmişler. Daha oturmadan söze başlamış Cemal Çavuş;
"- Evlat beni bağışla, senin
günahını aldım" demiş babama. Korku yerini şaşkınlığa bırakmış.
" - Hacı Amca o nasıl söz?
Biz kimiz seni bağışlayacak, hayır mı, otur hele soluklan?" demiş. Cemal
Çavuş otururken sormuş;
" - Evli misin? Bekâr mısın?
Kimin var kimin yok?"
" - Evliyim, Bir çocuğum var.
Anam, babam kardeşlerim var. Köyün ileri gelenlerindeniz" demiş babam.
Konuşma şöyle sürmüş;
" - Sigara içer misin?"
" - İçmem."
" - Rakı?"
" - İçmem."
" - Hovardalık yapar
mısın?"
" - Yapmam."
" - Neden?"
" - Buraya gelirken anamdan,
babamdan nasihat aldım. Dediler ki;
" - Oğlum sen büyük bir
göreve gidiyorsun. Eline, beline, diline sahip ol, üzerine farz olmayan bir
işi yapma, kendine iyi gelmeyen bir şeyi başkalarına reva görme, kimseyi de
incitme! Bu sözümüzü tutmazsan seni evlatlıktan reddederiz. Hadi oğlum, Allah
baş, Muhammed Ali yoldaşın olsun. Başın göl ayakların sel olsun." Ben bu
öğüde göre yaşıyorum. Nefsine hakim olamayan, hiçbir şeye hakim olamaz"
" - Bak sen buraya geldiğin
zaman yakışıklısın, iyi bir ailenin çocuğu olduğun da belli, radyo falan
almışsın, ben senin hakkında böyle böyle konuşmuştum ama sen üç aydır kuyuya
geldiğinde bile hiçbir kıza geline bakmadın, bunun için senden af
dilerim" demiş. Bir süre darda durup sohbet etmişler, sonra elini öpüp
uğurlamışlar Cemal Çavuş'u. O günden sonra daha saygın olmuşlar köyde.
Kendi deyimiyle o zamanlar kendine
gerek aile gerekse toplumca aşılanan öyle bir iman ve itikadı varmış ki
herhangi bir art niyet veya cinsel dürtüyle bir hanıma baksa o an
ölüvereceğine inanırmış. O tarihlerde Tahtacı Toplumunda; "Bir erkek
veya kadın biriyle toplum kurallarına aykırı ilişki yaşarsa ne o evde bet
bereket olur, ne de o gencin işi ileriye gider" diye yaygın bir inanış
varmış. Bu inanç ve uygulamada Alevilikteki katı toplumsal kurallara göre
çocuğu böyle yüz kızartıcı bir suç işleyen kişinin toplumsal yalnızlığa
mahkûm edilmesinin de büyük etkisi vardır.
Askerlik yaptığı 1950'li yıllarda,
Demokrat Parti zamanında tütün eken köylülerin tütün bulundurması ve içmesi
yasakmış. Asker sık sık tütün eken bu köylere baskına gider, yakaladıklarına
kan ağlatırmış. Bu durum bütün ülkede olduğu gibi Edirne - Keşan
dolaylarında da askere karşı bir iticilik yaratmış. Babam ise köylünün bu
sıkıntısını bildiği için onlar hiç zulmetmez, baskına gitmeden önce köye
telefon edip tütünleri kaldırmalarını söylermiş. Bu sayede gariban köylülerin
büyük sevgisini kazanmış. Gittikleri köylerde yaşlılar dahi gelip karşılar,
atının başını tutup:
" - A be kızanım, geldin mi?
Biz böyle bir şey görmedik, sen nasıl bir insansın? Sen insan evladısın
beyav" der, evlerine buyur ederlermiş. O da kendilerine hürmette
kusur etmez, birer paket asker cigarası ikram eder, yanlarından hoşlukla
ayrılırmış.
BUGÜN AYIN IŞIĞI…
Günler günleri kovalamış 1953
yılında terhis zamanları gelmiş. Hacı TAŞAN terhise gidecekken parası
olmadığı için babamdan para istemiş. Babam en büyük paranın 2.5 lira olduğu o
tarihte kendisine 10 lira vermiş. Hacı TAŞAN;
"- Hamza, Hacı TAŞAN 'da 10
lira param var, verir mi, vermez mi? diye aklına bişey gelmesin, vermem"
demiş. Babam da;
"- Bizim çok eşek boynunda
kuşağımız gitti, o da sende gitsin." demiş, gülüşüp ayrılmışlar.
Keskin'e iner inmez parayı göndermiş rahmetlik. Hacı TAŞAN'dan sonra babam da
terhis olmuş.
Annemle birbirlerini çok
sevdikleri ve başta misafirperverlik olmak üzere birçok konuda fikir birliği
içinde oldukları için çok iyi anlaştıklarını anlatırdı babam, ana babasını
minnetle anarak. Ama o zamanki görenekten mi, yoksa cahillikten mi bilinmez
karısına ve kız çocuklarına karşı pek de şefkatli davranamadığı, gerek hayat
şartlarının gereği olarak gerekse kendi titiz karakteri nedeniyle onları çok
ezdiğini üzülerek kabul etmiştir.
Eve gelen konukları o hünerli
elleriyle öyle güzel ağırlardı ki annem. Yalnız onları da değil üstelik.
Babamla annemin 1965'te baba evinden ilk ayrılıp çocukların üstü başı
çıplakken yaptırdığı köy odasında dile kolay tam 25 yıl gelen yörede yaygın
söylenişiyle "cingen - cabbar", çerçici, ayyaş bütün canların ateşini
yakmadan, önlerine sofralarını kurmadan annemle birlikte sofraya
oturmazlardı.
BEN TELLALIM PAZAR BAŞIM ALİ'DİR….
Bir yandan ibadet eder gibi
çalışırken diğer yanda köy odasına gelenlere bakar, köy işlerinde canla başla
hizmet ederdi. Köyün çeşitli yerlerinde 7 köprü yaptırdı. Ama kendi köyünde
bunca hizmete rağmen hak ettiği takdiri görmedi. Yurdun dört bir yanından ve
dünyanın çeşitli yerlerinden gelen insanların candan sevgisini ve
hayranlığını kazanan bu insanın değerini kendi köylüsü ve kültürünün
insanları bilmedi. Olsun, hizmetleri Hak yanında zayi olmasın, değerini bilen
bildi.
Yaptığı hizmetlerin en büyüğü
Tahtacı Kültürü'nün gerek Türkiye gerekse Dünya bilimsel arşivine
girmesindeki üstün çabası ve başarısıdır. Köye gelip genel olarak Alevilik,
Tahtacılık olmak üzere daha birçok konuda sürekli okuması sayesinde bilgi ve
fikir sahibi, donanımlı, sorumlu bir insan, olduğu için gelen
araştırmacıları, her türden ziyaretçiyi ve bu yola meftun olduğu için Alevi
dede ve ozanlarını ağırlarlardı. Bildiğim kadarıyla daha 1963'te Alevilikle
ilgili araştırmalar yapan Amerikalı araştırmacı Michael MEEKER'den
başlayarak, Macar asıllı Alman bilim kadını Krisztina Kehl BODROGİ, Fuat
BOZKURT, Nejat BİRDOĞAN, Giray ERCENK, Baki ÖZ, Ayhan AYDIN, Hocam İsmail
ENGİN gibi daha adını anımsayamadığım birçok bilim adamı ve araştırmacı
kendisinden yararlı bilgiler almış ve mesleklerinde bu bilgilerden başarılı
sonuçlar çıkarmışlardır. Osmanlı tarihçisi Şehabettin TEKİNDAĞ da babamı
Abdal Musa hakkında bir radyo konuşmasından öğrenip gelen ünlü
insanlardandır. Kendisi babamdan derlediği efsane ve bilgileri daha sonra
yayınlamış. Hepsinin ortak söylediği bir şey vardı. Hemen hepsi kendisinden
öğrendiği bilgileri başka hiçbir yerde bulamadıklarını, bu konuda kariyer ve
yayın yapan insanların bile sorularına kendisi kadar doyurucu yanıtlar
vermediğini söylerlerdi. Bunlardan Krisztina Kehl ölümünden sonra bana
yazdığı başsağlığı iletisinde " Alevilik, Tahtacılık hakkında
bildiklerimin büyük bir kısmını ona borçluyum" dedi.
Tabi bunların çoğu düşene kadar..
“Babamın da düşene kadar kapımızdan esilmeyen (Tahtacı ağzında eksilmeyen
demektir) dostlar(!)ın gerçeği çürüğü ayrıldı. Bu dönemde kendisine sadık
dost olup aile dışında hakkını hiçbir zaman ödeyemeyeceğimiz yegâne insan
saygıdeğer Giray ERCENK’tir. Her fırsatçılıkta yolunu azıtıp gelir, onun
gözlerinden yaşlar akıtan şiirle selamlar, esenlerdi. Hiç ağrıyıp incinmesin;
Eşrefoğlu al haberi,
Bahçe biziz, gül bizdedir,
Biz de Mevla’nın kuluyuz,
Yetmiş
iki dil bizdedir.
Erlik midir Er’i yormak?
Uzak yoldan haber sormak?
Cennet’teki şol dört ırmak,
Coşkun akan sel bizdedir.
Adem vardır cismi semiz,
Abdest
alır, olmaz temiz,
Halkı
dahleylemek nemiz?
Bilcümle
vebal bizdedir.
Biz
erenler gerçeğiyiz,
Hasbahçe’nin
çiçeğiyiz,
Hacı Bektaş köçeğiyiz,
Edep,
erkân, yol bizdedir.
Kuldur Hasan Dede'm kuldur,
Manayı söyleyen dildir,
Elif Hakk’a doğru yoldur,
Cim ararsan, dal bizdedir.
Ayrıca büyük usta Fikret OTYAM ve
eşi Filiz Hanım'da dostları idi ve hastalığı sırasında iyileşmesi için
içten çareler aradılar. Akçay’lı hemşerimiz, şair üstadımız Metin DEMİRTAŞ’da
yatalak zamanlarında sık sık ziyaret eden canlardan biridir. O’nu bu zor
süreçte yalnız bırakmayan adını saydığım ya da unuttuğum bütün canlarımıza
yürekten minnet duyar, iyiliklerini unutamayız. Hizmetleriyle Hakka
yarasınlar.
Kendisi Mürebbi, yani dede
tarafından bu işe değer görülüp yerel cemleri yöneten bir inanç önderi olduğu
için köye gelen dedeler, babalar evimizde kalmıştır. Kendisi engin ve sürekli
güncel bilgileri ile zaman zaman onların zihinlerinde de farklı pencereler
açmış, saygı ve takdirlerini kazanmıştı. Üstelik bu bilgi akışı yalnızca
Alevi - Tahtacı toplumuyla da sınırlı değildi. Yakın köylerden bir iş için
gelip onun bir kahvesini içmeden gidemeyen veya özel olarak ziyaretine gelip
onun hikmetli anlatımında ruhunu arındıran, kıssadan hisse söylenceleriyle
kafalarında soru işaretleri oluşturduğu birçok dostu vardı. Bu nedenle
Elmalı'da pazarın kurulduğu, 52 köyünün toplandığı pazartesi günleri ona
yoldaşlık etmek her babayiğidin harcı değildi. "Meyveli ağacı
taşlarlar" misali gören kendine selam verdikten sonra takılır, O'nu
deşelerdi. O da kısa cevaplarla geçiştirmeden, büyük bir sorumluluk duygusu
ve özenle izaha başlardı ki bu kendisinden boyca da kısa olan anacığımı çok
yorar, sayıca fazlalığı tahammül sınırını sık sık yoklardı.
Her seferinde böyle konukları,
profesörler geldiğinde babası kendisiyle gurur duymuş, köy odası
yaptırdığında Ona; "Seni tebrik ederim, benim yapmam gerekeni sen
yaptın, servetimin en helali sana gitmiş, helal olsun" demiş. Çalışmak,
insana hizmet ve okumak yaşamının öncelikli amacıydı. Bir konuk gelip
çağrılmadığı zamanlar dışında hiç kahveye gitmezdi.
Hayatın onca zorluğunu yaşamış bir
insan olmasına rağmen ona mizahi bakmayı da bilirdi. Bize inanılmaz efsaneler
yanında komik hikâyeler de anlatır, çoğunu aslını kıskandırırcasına
canlandırırdı. Hepsi zihnimde o ışıklı yüzü ve gülümseyen mimikleriyle yaşar.
Kültürümüze bakışı, önyargıyı da çok güzel örnekleyen bir tanesini paylaşmak
isterim sizinle.
Bizim Tahtacılardan ikisi bir iş
için uzak bir memlekete giderken bir köy odasına konuk olmuşlar. Oda sahibi
onları önce kısa bir kimlik sorgulamasından geçirdikten sonra evine gitmiş.
Bir süre sonra elinde büyücek bir toprak kap dolusu pekmez ve bolca yufka
getirip çekilmiş. O gidince bizimkiler kendi aralarında konuşmuşlar:
" - Yav bizim ev sahibi amma
hanedanmış bize neler getirmiş?" Bu sırada kapının arkasına saklanıp
onları dinleyen evin çocuğu durumu telaşla anlatmış;
" - Hı, ende bekmeze keme
(kene) düşmese anam size gatıpbatırımıdı (sanki ikram eder miydi? Epmeğe de
bizim enik soludu, size undan gatdı anam." Bu sözleri duyan bizimkiler
beyninden vurulmuşlar, biri hışımla çanağı kaptığı gibi pencereden dışarı
fırlatmış. Bunu gören çocuk anasına seslenmiş;
" - Ana, Tateciler nenemin
sidik saksısını aşşa atıyolla."
Bir de bizim yaşadığımız bir anı
var. 1999 yılıydı sanıyorum, Halk Kültürü Araştırmacısı meslektaşlarımla
Abdal Musa Anma Törenlerine görevli gitmiş, köyde, bizim evde konaklamıştık.
Bir ziyaretçi defteri vardır evin, gelenler duygu, düşüncelerini yazarlar
oraya. Şakacı arkadaşımız Ömer GÖZÜKIZIL deftere;
"Adım Ömer olmasına rağmen
beni evinize kabul ve konuk ettiğiniz için size minnettarım. Bir dahaki
gelişte Bekir'le Osman'ı da getireceğim" diye yazmıştı. Bu babamın o
kadar hoşuna gitti ki hep anar, anlatırdı.
İFLAH
OLMAZ BEN BU DERTTEN ÖLÜRÜM
DOST OLAN BAĞLASIN YARELERİMİ….
27 Ağustos 2001 günü telefon
çaldı. Abimdi. "Babam felç oldu, Antalya'ya getiriyoruz" dedi.
Bütün doktorları anında nasıl da öğreniyor, nasıl umutlanmak istiyor insan.
Bizim babamız çok güçlüydü, ona bişey olmazdı. Geçerdi. Ama geçmedi. O tatlı
dili susmuş, ağaçlara can taşıyan güzel elleri donmuştu. Bir güzel gözleri
kaldı geriye, hiç susmadı, hep konuştu. Çok ilginçtir konuşamıyor acaba
sağlam eliyle yazabilir mi diye eline kâğıt kalem verdim. İlk öğrendiğimiz
kelime olmasından mı, yoksa inancından dolayı mı bilinmez ama okula yeni
başlayan çocuğun acemi çekingenliği ile bir tek kelime yazabildi: ALİ
ANALAR BU ÇOCUKLARI NASIL
GÜLDÜRÜYORSUNUZ NASIL,
YAZ GÖKLERİ GİBİ BÖYLE? (Arif DAMAR)
Annem 16 yaşından beri eşlik,
yerine göre hizmetçilik veya sultanlık ettiği yoldaşına tam 6 yıl 3 ay da
analık etti sabırla. Allah herkese onun kadar engin bir yürek, sadık bir yar
nasip etsin. Bazen küçücük çocuğumuzun temizliğini yapmak zor gelirken onca
yıl pakladı onu. Kendisi 6 yaşında iki kardeşinin ardından anasını kaybetmiş
veremden. 2 yaşındaki erkek kardeşine ana kuzusu olamadan analık etmeye
başlamış. 16 yaşında baba evinden ayrılınca kocasından da, kayınbabasından
da, inisinden de dayak yemiş, incinmiş. Bir yufka ekmeğinin içine bir tutam
toz şeker bulup düremeden çocuklar emzirmiş. Gerisinden geç 7 çocuk
doğurmuş ve arpa unundan aş edip beslemiş.
Ablam onun yemek konusundaki
yaratıcılığını anlatmak için "Anam çok becerikliydi, ekmediği yerden
biçerdi" demişti, çok hoşuma gitmişti. Birini 17 yaşında taze fidanken
motoru amcamızın kullandığı traktörle çarpışınca yitirmişler. Özgür abim çok
yakışıklı ve efendi bir insanmış. Ben O öldükten bir yıl sonra doğduğum için
adım Öznur olmuş ama asıl adım "Acı ot yeri"ydi. Yıllarca evimizde
gözyaşı vardı. Bir tatlı ekmek yiyemez, bir acıklı türkü dinleyemezlerdi
ağlamaktan. Belki kaderden, kimi zaman cehaletten veya yokluktan dünyanın
sefasını görmedi anacığım, Allah onu ahirinde güldürsün.
KARLI DAĞLAR KARANLIĞIN KALKTI MI?
KAHPE FELEK AYRILIĞIN VAHDI MI?...
Çok çekti. O, bu uzun ve zorlu
süreçte yol alırken ikisi büyüğü, ikisi küçüğü olan dört kardeşi Hakka
yürüdü. Kendini unutup hepsine ağıtlar etti goygun goygun. Arttı eksilmedi
yaraları. Başta anacığım, anne yarımız, büyük ablamız Selma, yengem Serpil,
fırsat buldukça ben sarmaya çalıştık ama artık yolun sonu görünmüştü.
27 Aralık 2007 gecesi iki gündür
süren zekaretin (koma hali) sonuna yaklaştı. Güzel gözleri bulanıklaşmış,
artık hiçbirşeyi görmez olmuştu. Gür nefes alıp verişleri ağırlaştı. Yıllarca
yaşam için döktüğü boncuk boncuk terler bu kez yolculuk öncesi heyecanıyla
boşandı, hem de 3 kez. Başucunda O'nu en çok seven küçük kızı olarak son (!)
anlarına tanıklık ederken sevgi ve son görüşmenin sızısıyla kulağına
fısıldadım;
" - Hakkını helal et
goca!" Canının son cevheriyle ağlamsıdı, gözünden iplik gibi bir yaş
akıverdi sadece ve canı çekildi. Yaşamının 6 yıl 3 ay önce başlayan
bülbül dillerinin sustuğu, güzel gözlerini sadece yaş dökmek ve uyumak için
kullanır hale geldiği sır sayfası yaşadığı gibi engin ve onurlu kapandı,
inancımıza göre çilesini bu dünyada doldurarak Hakka yürüdü. Acıları dinince
yüzü eski ışığına büründü.
Ölümün bir son değil başlangıç
olduğuna inancımızla ailesi olarak kendisini bu yeni hayata hoşlukla
göndermeye çalıştık. Öldüğü gece geleneğimiz gereği başucunda sabaha kadar
köyümüzün ozanlarının curaları ile çalınan gaydalar eşliğinde ağıtlar
yaktık. Köyümüzün kadim ozanları Öpülü’nün Curası, Iramazan Amcamız’ın
ve İbrahim Çetin abimizin sazlarından herkesi öncelikle babama, biraz da
kendi derdine ağlatan ezgiler, ağızlarımızdan goygun acılar döküldü.
Ertesi sabah yaşarken değerini bilmenin ve gereğini yerine getirmenin huzuru
ve kendisine 16 yaşından beri yoldaşlık edip, hastalığında yaptığı hizmetlerle
cennetini bu dünyada kazandığına inandığımız annemiz, anabacı Ayşe TANAL’ın
şefaati ile tek üzüntümüz olan O’ndan yoksun kalma düşüncesini içimize gömüp
son görevimizi eda etmeye koyulduk.
Yakın arkadaşı, yoldaşı Hasan
Demir'in eliyle bedeni paklandı, sırlandı. İnancımıza yönelik akıl almaz
oyunların oynandığı bu günlerde vasiyeti doğrultusunda köyümüzde bir ilke
imza atarak O’nu Alevi Dedesi Hüseyin Gazi METİN’in Türkçe duaları,
mersiyeleri, abim Serdar TANAL'ın kendisinin Alevi inancına ettiği hizmetlerini
andığı ve toplumumuza felsefemiz gereği geleceğe dair nasihatlerini aktardığı
konuşması, özümüzün sesi türkülerimiz ve gözyaşlarımız eşliğinde uğurladık.
Köyümüzde bulunan Sünni imama babamızı geleneklerimiz doğrultusunda
kaldıracağımızı, kendisinden bu konuda yardım istemediğimiz için helalliğini
istedik. Kendisi de büyük bir saygı ile karşılayarak babamıza duyduğu büyük
sevgiden dolayı yanı başımızda, bizden biri olarak yer aldı.
Oysa daha söylenecek daha çok
efsane, ilahi aşka boyanacak on binlerce yürek vardı. Paylaşılacak nice
içtenlik, hesapsız inanç, çakır gözleri harelerle kamaştıracak acıklı türkü
vardı.
“Âşık Mahzuni Şerif rahmetlik
ölmeden önce O’na meftun iki can dertleşiyorlarmış. Biri demiş ki;
“Can, Mahzuni Baba çok hastaymış,
ölürse ne yaparız?” Can yüreğinde beslenen umudun şavkının dudaklarına döküldüğü hüzünlü
bir gülümsemeyle yanıtlamış;
“ – Ya hiç doğmasaydı ne
yapardık?”
İyi ki doğdun babacığım, iyi ki
her zorluğa karşın ayakta kaldın, her türlü kahpeliğe, satılmışlığa inat
düşüncenin arkasında, başın dimdik yaşadın.
Sen olmasan emeğin kutsallığını,
türkülerin derin ve doyumsuz tadını, güzelliğin büyüsünü, sevginin gücünü
nasıl öğrenir, yavrumu neyle beslerdim?
Sen Anadolu’nun sönmeyen cevheri, sen
gözlerimin feri, erdemli insanların ciğeri, iyiliğin kaderisin.
İyi ki var oldun, dünya durdukça
duracak, gerçek sevgiler yaşadıkça yaşayacaksın.
(Ocak'tan Aralığa 2007)
|
Ya can şuan saat gece 01.17 ağlayarak baştan sona bitirdim bu anlattıklarını. anana babana allah rahmat eylesin, yolunuzz daima açık olsun. özay can
YanıtlaSilYengem (goca ana) ayşe tanal ileri yaşına rağmen sağsalim yaşamaktadır.sağlıklı uzun ömürler dilerim.
SilYattığı yer kendini incitmesin
YanıtlaSilYa hiç doğmasalardı ne yapardık.....
YanıtlaSilGüzel insanlar gördük,güzele vurulduk, hoş bir seda kaldı onlardan bize.