19 Şubat 2013 Salı

ANTALYA DEMİRCİLERİÇİ'NİN ÖTEKİ YÜZÜ...




                                                         İlk Yayın Tarihi: 03.01.2010

Sevgili Canlar,

Aşağıda okuyacağınız makaleyi 2006 Eylülünde yazdığımda Antalya Demirciler Çarşısı, diğer adıyla Demirciler İçi eski halinin son demlerini yaşıyordu. O günlerde çarşıda TRT İzmir Televizyonu ile bir de belgesel çalışması yaptık. Daha sonra çarşı ezildi, büzüldü, demirler, kalaylı-kalaysız bakır kaplar, hediyelik eşyalar yeni  duvarlara dizildi. Bundan sonra neler olduğunu yarın yine ekip tarafından çekilecek belgeselde göreceğim ve aktaracağım.

Şimdilik nostalji, bugünde  görüşmek umuduyla, sağlıcakla.


DEMİRCİLER İÇİ’NİN ÖTEKİ YÜZÜ

Muzaffer Körük (Soyadı bu çarşıdaki birçok esnaf gibi, meslekten dolayı verilmiş.) 57 yaşında (1948) bir demirci ustası. Evli, üç çocuklu.
 
10 yaşına kadar kısmen, 10 yaşından sonra sürekli olarak baba ve dede mesleği demircilik yapmış. Gözü başka bir iş görmediği, eskiden demircilik çok geçerli bir meslek olduğu için başka mesleğe atılmak aklının ucundan geçmemiş. İlk ve tek ustası olan babası üç oğlundan “eli en yatkını olduğu” için” O’nun sıcak demirci olmasına karar vermiş. Diğer iki kardeşten biri sobacı, diğer soğuk demirci olmuşlar.

40 yıl önce bu işe çok rağbet olduğu için 3 kardeş yanlarında 2’de kalfa çalıştırıp 3-4 evi bir dükkandan geçindirirlermiş. Babanın vefatından ve kardeşlerin ayrılmasından sonra tek başına kalan usta bugün Bağ-kur emeklisi olduğu halde kıt kanaat geçindiğini, yaptıkları işin artık para etmediğini söylüyor.

Benim Elmalılı olduğumu öğrenince büyüklerinden duyduğu bir efsanevi öykü hatırına geliyor. Büyüklerinden dinlediği öyküye göre;

Elmalı’nın köylerinde yaşayan bir çiftçi sabanını tamir ettirmek için cuma günü sabahtan Elmalı’ya gelip, sabanı bir demirci ustasına teslim etmiş. Usta demiri ateşe sürmüş fakat öğlen olup cuma namazı bitene kadar demir ısınmamış. Sabanı yapılmayan köylü namazdan sonra demiri alıp başka bir demirciye götürmüş. Demir orda da ısınmamış. Bunun üzerine bu demirin efsunlu olduğuna, Allah tarafından özellikle gönderildiğine karar verilerek bir caminin avlusuna çakıldığına, o gün bu gündür demirin orada durduğuna inanılırmış. 



Hikâyeyi bir de Elmalı’da yine yok olmakta olan zanaatlardan birinin, tarihi Elmalı Kahve Değirmeninin son ustası Metin Amca’dan sordum. O’nun anlatımına göre; sabah Elmalı’ya gidip sabanını tamire verecek köylü gece yarısı uyanmış. Ayın şavkı o kadar güçlüymüş ki sabah oldu sanıp yola çıkmış. Yüksekçe bir yerde kurulan köyden aşağı doğru inerken Elmalı’nın üst tarafında Pınarbaşı denen mevkide bir cenaze alayına rastlamış. “ Kimdir, nedir?” diye sormadan sırtında saban  ile saf tutup cenaze namazını kılmış ve bugün XVI. yüzyıl mutasavvıf şairleri ve düşünce adamlarından Vahap Ümmi Hazretlerinin makamının olduğu yere defnedilmesine yardım etmiş. Sonra sessizce oradan ayrılıp yine sırtındaki saban demiri ile ilçeye doğru yürümüş.

Tabi çok erken geldiği için açılmamış demirci dükkânlarından birinin önüne sabanını koyup sabah namazına gitmiş. Çarşıda başka işlerini görmüş namazdan sonra. Sonra demirciye gelmiş ki demirciler şaşkınlık içinde. Sabahtan beri ocakta beklediği halde demir bir türlü ısınmıyormuş. O’na kim olduğunu nereli olduğunu, yolda neler görüp yaşadığını sormuşlar. O da olanları anlatmış onlara. O cenazenin Vahap Ümmi Hazretleri’ne mi, yoksa başkasına mı ait olduğunu bilinmiyor ama demirciler hayretle dinledikleri bu hikâyeden sonra cenazenin bir ulu insan olduğuna ve mübareğin nurundan efsunlandığına inandıkları için bu demirin yerine ona yeni bir saban yapmışlar.)

Bir yanıyla bu öyküye inanırken, deneyimleri mantığı ve bilgisiyle de ateşi görünce ısınmayan, hatta erimeyen demir fikrine şaşırıyor. Tekniğin bunu kabul etmediğini bildiği halde o mesleki terbiyesi gereği büyüklerinin söylediklerine teslimiyeti seçiyor.

Bu meslek çevresinde oluşmuş inanmalardan biri de sürekli düşük yapan kadınların derdine derman amacıyla yapılanıdır. Sürekli düşük yaptığı için çocuk sahibi olamayan kadınlar Mehmet adlı birinin yaşadığı 7 evden 7 inşaat çivisi toplayıp Cuma günü sala vakti demirciye getirirlermiş. Demirci bunların hepsini kaynatıp (ateşte ısıtıp) bir bilezik yapar, bunun karşılığında da kesinlikle para alınmazmış ama yine de kadınlar “ağırlığı çökmesin diye” gönlünden kopan bir miktar "arılık"ı ustaya verirlermiş. Bu gelenek o kadar yaygın ve genellikle iyi sonuçlar verirmiş ki kadınlar çocuklarını dünyaya getirdikten sonra demirci ustalarına hediyeler getirirlermiş. Sonradan zaman zaman "7 Mehmet adlı ev" yerine çivileri hırdavatçıdan alıp gelenler olmuşsa da demirciler onlara usulünü öğretip, kendi deyimleriyle “ırvasa” (hurafe) yi tamamlamışlar. Eskiden her cuma mutlaka yapılan bu iş 3-5 ayda bir olsa da gelenek bugün de sürmektedir. Gelenekteki Mehmet adının kökeninde bu işin pirinin Mehmet adlı biri olup olamayacağı konusundaki inanç ve duyumlarını sorduğumuzda bunun olmayacağını, çünkü mesleklerinin pirinin Hz. Davut olduğunu söylediler.

Bu konuda mesleğin ustaları arasında yaygın bir söylenceye göre demircilerin piri Hz. Davut bir gün demiri eliyle dövmüş de eli yanmamış. Akşam eve gittiğinde karısına bu olayı anlatmış;

- Ben de bir öyle bir keramet var ki, kızgın demiri elimle dövüyorum, elim yanmıyor. Karısı;
 
- O keramet sende mi, bende mi? yarın görelim bakalım, demiş.
 
- Nasıl olur, sen benden daha mı kerem sahibisin? diye çıkışmış peygamber. Bunun üstüne karısı;
 
- Yarın görelim, demiş.
 
Her zaman çarşıya gittiğinde evin ihtiyaçlarını alan peygamber dükkândaki çırak ile bunları eve gönderir, çırak erzak torbasını kapının ardındaki çiviye takar dönermiş. Ertesi gün çırak her zamanki gibi erzak torbasını getirdiğinde kadın parmağını uzatıp çırağa ;
 
- Oğlum, buraya takıver, demiş. Çırak peygamberin karısının elini gördüğü sırada peygamberimizin eli yanmış. “Keramet kadınlarımızdadır” derler. Bunu da büyüklerimizden duyarız.

Dedesi O 4 yaşında iken ölmüş, ustası babası. Bu işin, babanın sabrı ve şefkati yanında disiplini ile öğrenilmesinin bambaşka olduğuna ve başka birinden bu kadar iyi öğrenilemeyeceğine inanıyor.

Geleneksel tedavi yapan ve ocak denen kişi ve aileler gibi bir “el alma” töreni yapılmasa da yaptıkları her işle ve öğrendikleri inceliklerle manevi olarak babadan el almış olduklarını söylüyor. Babası 57 yaşında katarakt nedeniyle göz ameliyatı olup bu işten çekilince ocak işini üstlendiğinde O 17 yaşındaymış. O zaman çarşı esnafı;  “Babasının elini aldı” demişler. Bir gün O’nu ocakta çalışırken izleyen babası annesine gidip ;
 
- Nadir, demiş. Artık sırtımız yere gelmez, bu oğlan beni geçti.
 
Demircilikte “Kumanda etmek” denen ve tamamen o işi yapan insanların refleksine bağlı olan bir işlemle kızgın demir çekiçle dövülür. Günümüzde bir ya da iki kişinin zamanlı ve dönüşümlü olarak yaptığı bir iştir bu. Muzaffer Amca eskiden bu işi 4 hatta 5 kişinin birlikte yaptığını söylüyor. Demirin nasıl dövüldüğünü bilenler çok ritmik, adeta matematiksel bir hesap gerektiren bu işi bu kadar insanın aynı anda yapmasının olanaksız denecek kadar zor olduğunu da bilirler.

Eskiden kuyumcular hacca gidecekleri zaman gelip paralarını demircilerle değiştirirlermiş. Bu demircilerin bileğinin hakkıyla elde ettiği kazancın helal olduğunun başka esnaflarca da kabul edilmesinin bir örneği olarak kabul edilmektedir.

İşledikleri demirler yeni olmadığı için malzemelerini hurdacıdan ya da demir tüccarından ham demir ücretinin yarısına alabilirler. At arabalarının, otomobil veya otobüslerin kullanılmış yaylarından küçük tarım aletleri (çapa, orak, tahra vs.) yaparlar. Böylece hem kendileri ucuza alırlar, hem de vatandaşa daha ucuza malolur. Ancak meslekte önemli olan malzemeden ziyade emektir.

“- Başka mesleklerde % 20 karla satılması iyi kazanç demektir, ama biz % 100 karla da satsak verdiğimiz emeği karşılamaz” diyor usta “ El emeği teşekkürle ödenmez ” sözünü hatırlatarak.

Şimdi ocakları elektrikle ısınıyor, elektrik olmasa işlerini yapmaları olanaksız. Eskiden en iyi körük Elmalı’da yapılırmış. Ahşap ve gerçek deriden oluşan ve ocağa hava üflemeye yarayan bu alet bir insan tarafından kullanılmakta, yapılan işleme de “Körük çekme” denmekteymiş. Şimdi bu üfleme işi elektrikle gerçekleştirilmektedir. 



Kullandıkları malzemeler şunlardır:

Kenarı tahtadan çakılıp içine toprak doldurulmuş bir ana düzenektir işin temeli. Bunun yan tarafında ocak yer alır. Ocak aynı köylerdeki ocaklıklar gibi toprak karışımıyla sıvanır ve bir – iki ayda bir bu sıvama işlemi tekrarlanır. Bu yapılmazsa ocak genişler, kullanımı zorlaşır. Ocağın yanında yukarı doğru yükselen ve ateşin çevreye yayılmasını engelleyen duvar toprak, tuğla veya ender olarak saç olabilir. Sacın az tercih edilmesinin nedeni ısıyı fazla yaymasıdır. Üstünde demir dövülen düzeneğe “Örs”, kızgın demiri tutmaya yarayan alete “Kısaç” denir. Tezgâhın örsün altına denk gelen yerinde bir kütük bulunur. Bu çekicin daha “koygun” (etkili) olmasını ve daha az ses çıkarmasını sağlar. Demiri döven Karşı Çekici, Yan Çekici ve El Çekici gibi çekiç çeşitleri bulunmaktadır.

Şu anda Antalya kent içinde “Demirciler İçi” denen yerde bulunan ve kalaycı, sobacı, bakırcı gibi diğer geleneksel zanaatların da icra edildiği çarşıdaki dükkânlar Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait ve kiralama suretiyle kullanılıyor. Bu dükkânlar 1937 yılında yapılmış. İlk önce dedesi burada çalışmaya başlamış, sonra babasına kalmış, babasından da Muzaffer Usta’ya. Dükkânların kirası bugün 300 YTL. Şehrin merkezinde bir dükkân için bu paranın çok olmadığını, ancak o kadar kazanamadıkları için kirayı ödemekte güçlük çektiklerini söylüyor.

1977 - 78 yılında bu çarşıdaki zanaatkârları ustalık belgesi alabilmeleri için sanat okuluna kursa göndermişler. O gün 80 yaşında olan ustalar da gitmiş. Amaç onlara bu konularda bilgi vermekmiş. Muzaffer Usta kursta kendilerine ders veren hocaya “Çeliğe nasıl su verileceğini” sormuş. Öğretmen onların ustalığını bildiği için onlara;
 
“- Sizin yeriniz Balbey Camii’nin arkasında mı? ” diye sormuş. Onlar da “ Evet ” demişler.
 
“- Biz bırak çeliğe su vermeyi anlatmayı, elinize su bile dökemeyiz. Sizin sanatkârlığınızı biliyoruz ama devlet hizmeti, kanun, yol yordam böyle emrettiği, size belge verebilmek için sizi buraya çağırdık, özür dileriz” demiş.

Şimdiki çeliklere değil ama bundan 30 – 40 sene öncenin çeliğine kendilerinin verdiği suyu bırak sanat okulundan yetişenleri, değme ustanın veremeyeceğini iddia ediyor. Diğer yandan bugünkü modern teknolojiyle de, mühendislerle de boy ölçüşme iddiasında değil, aksine onların bu işe kendilerinden farklı bir estetik duygusuna sahip olduklarına inanıyor. Bir zaman Usta Karabük’te bir demir fabrikasına gitmiş. Orada çalışan mühendis mihmandarlığında çeliğe su verme işlemini izledikten sonra çeliğe bu şekilde su vermenin mümkün olmadığını söylemiş. Mühendis kendisine o çekici hediye etmiş. Döndükten sonra çekici kullanmış. Hakikaten işlediği çeliği zedelediği halde çekiç bozulmamış. Ama diğer yandan zamanında kendilerinin “Avadanlık” denen ve ağaç kesmede kullanılan nacak ( balta ), tahra gibi aletlerin ağzını arabaların “Grant” denen bölümünden yaptıkları sırada onun hangi suda kırılıp kırılmadığını çok iyi hesapladıklarını ve yaptıklarını, o nacağı kullanan köylünün kendilerine dua ettiğini söylüyor. Ama şimdiki teknolojinin estetiğini ve ürettiklerini de takdir ediyor.

Ustaya göre estetik herhangi bir şeyin esnemesi, bu işte ise demirle çelik arasındaki sertlik derecesi. Demir veya çeliğe su verme işi ise, hammaddeyi su ile sertleştirerek kullanım amacına uygun hale getirmek, işlemek demektir. Demir bir aletin ağzına çelik konabildiğini, hiçbir ustanın demiri çelik yapamayacağını söylüyor.

Antalya’da ve genel olarak Türkiye’de at arabacılığı, nalbantlık, semercilik gibi mesleklerin yok olduğunu, kendi meslekleri gibi saraçlığın da yok olmak üzere olduğundan yakınıyor. Hamut denen ve atın boyun tarafına örtülen deri parçayı yapan tek bir saraç kalmış Antalya’da.

Yeni yetişecek olası demirci çırakları konusunda da pek hevesli değil Muzaffer Usta. Bu mesleğin geleceği olmadığını düşündüğü, çoğu zaman Bağ-Kur emeklisi olduğu halde dükkan kirasını bile karşılayamadığı için çıraklarının çoğunu başka işlere yerleştirmiş. Bütün meslektaşları gibi yaşadıkları her olumsuzluktan, yoksunluktan ve kadir bilmezlikten yakınmasına karşın içindeki meslek aşkı denen o cevheri, o çağlayanı engelleyemiyor usta. Küçük yaşında gözünü bu işte açtığı için artık hücrelerine işlemiş işini bırakıp bu yaştan sonra başka iş yapamayacağı için mi yoksa baba yadigârı olduğu için mi, hele köşesine çekilmeyi hiç düşünmediği için mi bilinmez ama mesleğini ve yaşamı böyle kabullenmeyi sürdürüyor. Umutla yanan ocağın başında ter dökmeye, milimetrik hesaplarla, sabırla ve ilahi bir aşkla çekiç sallamaya, yaptığı işe yüreğini katıp kazandığı helal paranın hakkını vermeye devam edecek. Ta ki gözlerinin feri veya Demirciler Çarşısı’nın son ışıkları sönene kadar.
 
O’nun, onun gibi emektarların ve yarattıklarının değerinin yaşarken bilinmesi dileğiyle ayrılıp kentin hengamesi içine sürüklenirken ustanın çekiç sesleri bir melodi gibi kulaklarımızda çınlıyordu.. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder