Erol PARLAK, Anadolu müziğinin derinlerden gelen tınılarını günümüze aktaran
özgün bir yorumcu, aynı zamanda türküleri onlara yakışan bir enginlik
ve alçakgönüllülükle paylaşan bir öğretici, akademisyen. Zekeriya
Bozdağ, Hacı Taşan ve Neşet Ertaş gibi ustalarla çalışma şansını
yakaladığı için kendini şanslı sayan Erol PARLAK, Cumhuriyet ruhunun
yaşandığı ve köylünün milletin efendisi gibi görüldüğü, Anadolu
değerlerinin yaratıldığı, konuşulduğu, onların anlaşılmaya çalışıldığı
bir dönemde yaşamak istediğini söylüyor ve ekliyor:
“Dünyaya yüz kere de gelsem Anadolu'da gelmek isterim. Anadolu'nun ne olduğunu, ne olmadığını gerçekten çok iyi biliyorum. Bir müzisyenin Anadolu'dan başlaması kadar büyük ve önemli bir şey yoktur. Bir sıfır önde başlıyorsunuz, çok büyük bir şans…” Kangallı Âşık Veli KAPLAN’ın kendisine anlattığı bir anısını aktaran Erol Parlak ilginç bir tespit yapıyor. “Âşık Veli KAPLAN kilisede saz çalıyor, deyişler söylüyor, Papaz tercüme ettiriyormuş. Sürekli tercüme, tercüme, tercüme... Konser bitiminde âşık durmadan ne konuştuklarını sorduğunda papaz; ‘Sizin bu söyledikleriniz, bu öğreti İncil'de yok’ demiş. Bence de yok. Ben de kilisede konserler verdim ve bunun üzerine ben düşünmüştüm; ‘Acaba bizde camide konser vermeyi bırak, elinde sazla camiye girsen ne olur?’ diye.
Erol PARLAK ile 31 Mayıs 2008 akşamı Konyaaltı Açıkhava Tiyatrosu'nda
Antalya Abdal Musa Derneği ve Serçeşme Dergisi'nce düzenlenen Antalya
Konserinin bitiminde söyleşmiştik. İşte Bektaşi meşrepli bir insan
olmaya çalıştığını dile getiren bir müzik adamının kendi ağzından
portresi...
- Üstad,
size müziğiniz ve bu pencereden dünyaya bakışınızla ilgili sorularım
olacak. Siz çalarken de söylerken de türkülere özen gösteren, adeta
onları incitmemeye çalışan bir sanatçısınız. Ama aynı zamanda da
ülkemizin sayılı şelpe ustasından birisiniz, şelpe de bağlamaya haliyle
biraz hoyrat davranılan bir tarz. Biraz önce siz sahnede şelpe çalarken o
sırada neler hissettiğinizi düşündüm.
- Her seferinde başka bir şey çalarım, bu nedenle ne olduğunu hiç
düşünmedim. Aslında ötekilerden çok da farklı bir şey hissetmiyorum.
Bir şey düşünmekten çok sesin duygusunu yaşamaya, hakkını vermeye
çalışırım.
- Türküleri ilk duyduğunuzda sizi türkü söylemeye başladığınızda sizi bu yola yönelten duygu neydi?
- Hiç hatırlamıyorum gerçekten. Ses bir dışavurum, hatta hayatın en temel
dışavurumu. Şu anda da sesle iletişim kuruyoruz. Müzik de bu
dışavurumların en güzeli ve bunun için Anadolu benzersiz bir coğrafya.
Ninemi hatırlıyorum ben, normal cümle kurmaz, manilerle, türkülerle
konuşurdu. Bu yüzden söylediği her şey büyük oranda aklınızda kalırdı.
İşte böyle bir toprağın evladı olarak yolum zaten kendiliğinden
çizilmişti.
- Temel sağlam atılmış, böyle kaynaklardan beslenmenin sonucu da
sanatınıza yansımış durumda. Sizce müzikal anlamda Türk Halk Kültürü'nün
hangi alanları daha çok araştırılmalı?
- Şu ana kadar yapılan araştırmalar çok yetersiz, adeta buzdağının
görünen yüzü. Kültür, hele Anadolu Kültürü içine girdikçe derinleşen bir
derya, asıl cevher de aşağıda. Bu nedenle şimdiye kadar yapılanları çok
da yüzeysel buluyorum ve yapılaması gereken çok şey olduğunu
düşünüyorum. Hepimiz zaman zaman bu derindeki verilerin kaybolduğu
duygusuna kapılıyoruz ama bir gün öyle bir yerden çıkıveriyor ki,
şaşırıyorsunuz. Çünkü o bu toprağın verisi. Kaybolduğunu düşündüğünüz
şey öyle bir yerde can buluyor ki şaşırıyorsunuz. Çok küçük bir şey
anlatayım size; TRT'nin 1967 derlemelerinde bölgeler seçilmiş Ankara
Devlet Konservatuarından bir ekip Burdur havalisine, Yörüklerin yaşadığı
yerleşimlere derlemeye gidiyor. Bu ekipte Batı Müziği bölümünden yeni
mezun öğrenciler ve hocalar da yer alıyor. Orada Yörüklerin
parmaklarıyla çaldıkları ezgilerin en temel halini dinliyorlar ve
kulaklarına inanamıyorlar. Biz bunu sonradan genişletip geliştirdik. Bu
en ileri klavsen tekniğine benzeyen inanılmaz ezgilere Anadolu'nun bir
dağ köyünde rastlamaktan şaşkına dönüyorlar. Bunu kaydedip getiriyorlar,
anlatmaya çalışıyorlar neyse aradan yıllar geçiyor. Yıllar sonra ben o
67 derlemelerindeki hocanın adını buldum, kimdir diye ve doktora tezimle
ilgili olarak Mimar Sinan Konservatuarında yanına gittim. Hem ona bir
şeyler sorayım hem de o derlemelerle ilgili deneyimlerinden yararlanayım
dedim.
- Kimdi o hoca?
- Serper ÖZSAN Hoca. Gittim, tanıştım, " - Merhaba" dedim, ben bu
teknikle ilgili doktora tezi hazırlıyorum." Şaşırdı; " - A, ilgileniyor
musunuz bu teknikle? Uzun zamandan beri hiç ilgilenen olmadı. Çalıyor
musunuz?" dedi. Ben yenilenmiş şekliyle bir şeyler çaldım, hoca oturdu,
ağladı biliyor musunuz? " - Ben sandım ki kayboldu gitti, bir gün çıkıp
gelecekmiş bir yerden" dedi. Az evvel dedim ya, onu hiçbir şeye
baskılayamıyor, civa gibi bir yerden mutlaka çıkıyor. Çünkü o bu
toprağın verisi, mutlaka can buluyor. Ama Türk'te ama Amerikalıda ama
bir başkasında, o veri mutlaka ortaya çıkıyor. Bir şey kaybolur mu?
Bence biraz ruhu ya da şekli değişebilir ama asla kaybolmaz. O kulaktan
kulağa taşınır, toprak onu saklar. Sizi de o şekilde duymaya, düşünmeye,
saklamaya mecbur eder. İnsanın azami bir gayret göstermesi gerekmez. O
size öyle bir yol çizer ki, o ruh, o duygu ile o yolda şekillenir ve
onun dışına da çıkamazsınız.
- Mümkün olsaydı hangi yüzyılda ve hangi coğrafyada dünyaya gelmek isterdiniz?
- Dünyaya yüz kere de gelsem Anadolu'da gelmek isterim Anadolu'nun ne
olduğunu, ne olmadığını gerçekten çok iyi biliyorum. Ömrüm Anadolu'yu
anlamaya çalışmakla geçti. Dünya'da böyle bir toprak parçası daha yok.
Anadolu'dan Doğuya gittikçe; İran, Azerbaycan taraflarına, oralar da çok
renkli coğrafyalar ama sonuçta Anadolu çevresinde ne varsa içinde
barındıran bir kaynak. Suların ona doğru akıp biriktiği bir göl gibi.
Çin'den Kuzey Avrupa'ya kadar nerede ne varsa gelip akmış içine,
olağanüstü bir karışıma dönüşmüş. Bu nedenle, her zaman söylerim; Ben
Anadolu Toprağıyla, toprağımızla gurur duyuyorum. Bir müzisyenin
Anadolu'dan başlaması kadar da büyük ve önemli bir şey yok. Bir sıfır
önde başlıyorsunuz, çok büyük bir şans.
Yüzyıl olarak da, Cumhuriyet'in ilk yıllarında olmak isterdim. O
Cumhuriyetin ruhunun ve köylünün milletin efendisi gibi görüldüğü ve
öyle davranıldığı, Anadolu değerlerinin yaratıldığı, konuşulduğu,
onların anlaşılmaya çalışıldığı ve en önemlisi savaşların bitip barışın
geldiği, ‘Huzur’un olduğu ara süreçte yaşamak isterdim. Ama olsun, ben
kendimi yine de şanslı hissediyorum. Çok önemli bir devreyi ucundan
yakaladım. Bizden sonraki kuşakların bulamayacağı bir devreyi ben
ucundan yakaladım. Saz atölyelerinde Zekeriya Bozdağ'dan Hacı Taşan'a,
Neşet Ertaş'a o kadar büyük ustalarla çalıştım ki bundan dolayı kendimi
çok şanslı sayıyorum.
- Bu konuştuklarımızla bağlantılı bir şey geldi aklıma, "Gönül" kelimesi
dünyada yalnız Türkçe'de ve Azerice'de varmış biliyor musunuz? Bana göre
gönül kelimesinin yaşam bulduğu insanlardan birisiniz.
- Çok teşekkür ederim, ben de Hacı Taşan diyeceğinizi sandım, gönül
adamları onlardı. Ben gerçekten baktım O'nun aşiretine, yaşama bakışına,
- İşte onlar bu coğrafyanın çocukları, siz de öylesiniz. Sadece sanatçı
kimliğinizle, tekniğinizle değil, kişiliğinizle de çok yalın bir
insansınız. Siz veya en yakınlarınız, eşiniz bunu neye bağlıyorSUNUZ?
- Şimdi bakın, benim adımın önünde doçent, vb. bir sürü şey yazıyor ama
ben oralara bakmıyorum gerçekten. Gerçi onlar benim emek vererek
kazandığım şeyler ama aslolan benim bir Anadolulu halk çocuğu olmam. Ben
burasını çok önemsiyorum. Her şeyin kimyası orada. Ben hepsini orada
gördüm, oradan öğrendim. Ben Neşet ERTAŞ gibi bir dehanın, başlı başına
bir dünyanın bir ortama girdiğinde nasıl naif, zarif olduğunu, sizin
sırtınıza kendi ağırlığını yüklemeden, varlığını ortamın üstüne
karabasan gibi bastırmadan gelip usulca ortama eklemlendiğini gördüm,
yaşadım. Herklesin hatırını tek tek sorduğunu. Bunun gibi. Demek ki
güzel olan buymuş. Ben yıllar yılı büyük ustalarda, eski kuşaklarda hep
bunu gördüm naçizane, olabildim mi bilmiyorum, ama gönlüm o yönde oldu
benim.
Bir gönül kelimesinin kaç söylenişi var biliyor musunuz? Azeriler; ‘könül’ diyolar, Sivaslılar; ‘gonul’ diyolar, İstanbullular; ‘gönül’ diyolar, Kırşehirliler, Abdallar; ‘gonül’ diyoRlar. Hepsi sevgiyle söylüyor, gönülün anlamına uygun olsun diye.
- Kendi kimliğiniz dışında öykündüğünüz, o olmak istediğiniz bir halk ozanı var mı, varsa kimdir?
- Ben Davut Baba'yı çok sevdim, onun dehasına hayran kaldım, Davut
SULARİ. Muharrem Usta'yı çok sevdim, Hacı Baba'yı çok sevdim, rahmetli
oldu hepsi. Hisarlı Ahmet Usta'yı, Özay GÖNLÜM'ü ki onunla
arkadaşlığımız oldu, birlikte de çalıştık ama Neşet Ertaş'ın dehası
mükemmel. Türkülerinde bir tane kusur bulamıyorsunuz, bir kelime, bir
ses çıkarıp ekleyemiyorsunuz, o kadar kusursuz. Sesi -şu anda yaştan,
hastalıktan etkilenmiş olsa da- tam kendisi olduğu dönemler mükemmel,
cam gibi, sazı… Ben O'nun çırağı olmak isterdim, kendisine de söyledim.
Ama O'nun toprağından olmasa da saksıda bir çiçeği yetiştirmeye
çalıştık. Sağolsun teveccüh gösteriyor; " Benim türkülerimi en iyi
çalan, söyleyen, yazan sadece O'dur" diyor benim için.
- O söylüyorsa mutlaka doğrudur. Türkülerinde söyledikleri nasıl tam ve
yerindeyse mutlaka bu da yürekten söylenmiştir. Peki, türkülerinizi
seçerken hangi duygudan beslenmekten keyif alıyorsunuz? Keder mi, sevinç
mi, umut mu?
- Hayat beşikten mezara, hatta mezar ötesi ve türkülerde hepsi var. Ben
bir gurbetçi çocuğuyum. Babam yurtdışına gitmişti, annem sonra gitti,
biz Türkiye'de kaldık. Yalnızlık, okul derken sıkıntılı bir yaşamımız
oldu. Gönlüm biraz hüzünden yana ama hareketli türküler de dâhil bütün
türküleri okudum ama deyişler benim için çok değerli. Deyişlerle,
onların evrensel olan, bütün insanlığı ilgilendirenleriyle kendi yaşam
duruşumu, düşünce yapımı oluşturmaya çalıştım. Olabildiğince bir bütün
halinde, bütünün parçalarına tek tek bakabilmeye çalışıyorum. Onları
yansıtmaya çalışıyorum.
- Ağlar mısınız?
- Ağlarım evet. Görüntüm ağlamaz görünüyor ama,
- Bir türküden duygulanıp mutlaka ağladığınız oluyordur.
- Mesela derse gidiyorum saat 9'da, hiç unutmuyorum, birkaç kez oldu, Antep Gâvur Dağı ağzı bir Barak Havası var;
Kalkın gidelim de boru sesi var,
Bilmem şu zalimlerin de bizde nesi var?
Benim sevdiğimi vurmuşlar bizim aşiretin nesi var?
Dumanı
da ……dumanı, diye bir türkü var. Sadece bir çocuk, daha yeni
öğretmişim, acemi daha, pelteliyor diyeyim; bir okudu, onun sesi o sabah
bana çok ağır geldi, ağlattı.
- Türküler dışında ağırınıza giden, yaşamın içinde, aileden olabilir, düşüncede sizi ağlatan bir şey var mı?
- Bu tabi çok hazin bir şey ama yok, çok ağlamam öyle. Babam Anadolu'ca
bir miras bıraktı bana. "Bir düğün bir de cenazeye mutlaka gideceksin"
dedi. Anadolu insanının erdemleri böyle önümüze tek tek geliyor.
"Düğünde gitmezsen belki bir şey olmaz, çünkü iyi gündür ama cenazeye
mutlaka gideceksin. Ben elimden geldiğince bütün cenazelerde olmaya
çalışırım ama cenaze beni kötü yapıyor. Onun dışında sağlam durmaya
çalışıyorum.
- Hangi üstadın cenazesinden en çok etkilendiğinizi anımsıyorsunuz?
- Benim Semih MAT diye bir ağabeyim vardı TRT'de, İstanbul Radyosu'nda,
yıllardır tanıdım, çok sevdim. Tam bir Anadolu delikanlısı, beyefendisi,
"erkek güzeli" derler ya hani, çok yakışıklı bir ağabeyimizdi. Ben
kendisinden çok şeyler öğrenmiştim. Çok genç kaybettik biz onu, lenf
kanseriydi. Cenazesi TRT'ye geldi, birlikte saz çaldığımız stüdyoda
tabutunu görünce çok kötü oldum. Nezahat BAYRAM Usta'nın ölümü de beni
çok etkilemişti.
- Ölüm de yaşamın bir gerçeği, doğum kadar acı aslında ama onda pek fark
etmiyoruz. Evet, bir sanatçı, bu kültüre hizmet eden bir nefer olarak
olmazsa olmaz ilkeleriniz nelerdir?
- Bence öncelikle sanatçının bir dünya görüşünün olması lazım. Dünya
görüşü olmayan müzisyendir. Sanatçı terimi yeni çıktı, ne kadar doğru
bir terim, yaptığımız işi ne kadar karşılıyor bilemiyorum aslında. Bu
‘çı’ eki, elmacı, armutçu gibi basite indirgiyor. Anadolu'da "Sanatkâr"
derler, "Sanatın ehli". Dünya görüşü olmayan ve bunu sanata yansıtamayan
bence müzisyendir. Oturur çalgısını iyi çalar, istemleri çalar geçer
gider ama sanatkâr olmak daha başka bir şey. Benim dünya görüşümde de
"İnsanlığa bir gözle bakma" var. İnancım da bunu getiriyor. Ben Bektaşi
meşrepli bir insan olmaya çalışıyorum, ne derece başarabilirsem. Oradaki
öğreti insanlığa gerçekten, sözde değil, özde bir gözle bakmayı
gerektiriyor. İnsan ayrımı yapmadan bütün dünya insanlığını bir kabul
edip, dilleri, dinleri, renkleri, ırkları insanlığın farklılıkları,
zenginlikleri olarak görebilmeyi önüme koyan bir düşünce, ben buna
gerçekten inanıyorum ve böyle düşünüp davranmaya çalışıyorum. Bunu
müziğime de yansıttım, asla ayrımcılığa girmedim. Cemaatçiliğe,
cemiyetçiliğe, ümmetçiliğe asla prim vermedim. O varolma savaşı
verdiğim, kimi zaman ailemi geçindiremeyecek duruma geldiğim en zor
zamanlarda bile. Çok sancılı süreçlerimiz oldu. Belki karşıdan farklı
algılanıyor ama halk ne yaşıyorsa biz de onu yaşıyoruz aslında, biz de
onun bir parçasıyız, halkız. Bu devrelerde bile ben bunu yapmadım, kaldı
ki bundan sonra hiç yapmam. Anadolu'da ileri hangi değer varsa ben onun
yanında yer aldım, alırım, alacağım da. Beceremesem bile
destekleyeceğim ve onun yaşaması için çabalayacağım. İlkem budur.
- Zaten peşine takıldığımız türküler de hep geleceğe bakar, geleceğe akar değil mi?
- Ve içinde zerre kadar ayrımcılık yoktur. Aydın böyle olmalı, ben başka
bir şey düşünemiyorum. Bakın az evvel de söyledim, "Özgürlük
getiriyoruz" diye bir coğrafyanın ortasına, günde 100 kişi ölüyor
ortalama. Şimdi Amerika öldürmüyor, birbirlerini öldürüyorlar, çünkü
aralarında ayrımcılık var. Biri Sünni, biri Şii, biri Kürt, biri o, biri
bu, oculuk, buculuk, dünyanın belası yani. Böyle olunca da bizim
ülkemizde de bunu ekmeye çalışıyorlar çünkü yarın sıra bize geldiğinde
kullanacakları en temel malzeme bu: Ayrımcılık. Dikkatli olmak lazım,
buralara hiç pirim vermemek lazım.
- Ki Anadolu 72 milletin bulunduğu bir coğrafya...
- 72 millet de bir insanın içinde biliyor musunuz? Şimdi sizin genetik
yapınızla benim genetik yapımı kaldırın; inanıyorum ki o 72 milletten
izler var. Anadolu'da kim diyorsa; "ben şu ırktanım" yalan söyler.
Mümkün değil zaten, o kadar iç içe geçmiş. Ben Türkî Cumhuriyetleri de
gezdim, oradakiler tornadan çıkmış gibi. Biz hep karışmış, kaynaşmışız.
Anadolu'da bütün ırklar, bütün halklar var. Bir etnik topluluğun üç beş
çeşidi var. Bunlar çok güzel karışmış, kaynaşmışlar. Aydına düşen görev
de bence "Bu karışımı daha nasıl sağlamlaştırırız, nasıl perçinleriz,
nasıl zamk oluruz, harç oluruz?" bunu yapmak. Ama maalesef şu anda çok
sinsi bir ayrımcılık yapılıp ondan nemalanılıyor, ben bunu görüyorum.
- Sizce insanlar neden türkü dinlemeli, türküler insanlara neler kazandırır?
- İnsan üstüne bastığı toprağın sesini çıkarır. Bakın şimdi sizin
konuşmanız, sesiniz, sesinizin tonu bu toprağın sesidir. İngiltere'ye
Galler Bölgesi'ne gidin, konuşmasına bakın, sizin tonunuz değil. Siz bu
topraktan alıyorsunuz sesinizi, hatta kendi içinde bakın bir köyden bir
köye coğrafya değişir, sesli ifade değişir. Biz hepimiz, bu toprağın
binbir çeşit, muhteşem seslerini gururla duymalı ve anlamaya
çalışmalıyız. Bunun yolu da türkülerdir. Türküler Anadolu Geleneğinin
sesidir. Türkülerde bu toprağın insanlarının hayat algısı, düşüncesi,
insana bakışı, kısacası yaşamın ta kendisi var. Bizim türkülerimiz bütün
bu algı ve yaratımların en zirve anlatımıdır. İçinde sevgi var, barış
var, kardeşlik var, öfkenin bile adam gibisi var. Bütün bunların biri
için bile türküleri "Kâbe" bilmeliyiz. Bu kadar şey yan yanayken.
Kangallı Aşık Veli KAPLAN bana bir şey anlattı; Aşık Veli KAPLAN kilisede saz çalıyor, deyişler söylüyor, papaz tercüme ettiriyormuş. Sürekli tercüme, tercüme, tercüme. Konser bitiminde gelmiş aşığa demiş ki;
" - Sizin bu söyledikleriniz, bu öğreti İncil'de yok!"
demiş. Bence de yok. Ben de kilisede konserler verdim ve bunun üzerine
ben düşünmüştüm; "Acaba bizde camide konser vermeyi bırak, elinde sazla
camiye girsen ne olur?" diye.
Bütün
bunları yan yana koyduğumuzda türkülerin değerini bilmek lazım. "Türkü
giren eve kötü düşünce girmez, Saz olan eve silah girmez. Onlar her
şeyi, gönülleri yur, arındırır. "
- Peki Erol PARLAK olarak olmazsa olmaz ilkeleriniz nelerdir?
- Ben bütün insanlara bir gözle bakıyor, sanatın bir paylaşım, bir
dostluk yolu olduğunu biliyorum. Bir gönül ummanı bu. Gönülle, aşk ile
alıp, aşk ile vermeye çalışıyorum. Bu holiganizmle, kavgayla, dövüşle
olacak iş değil. Üzülerek söylüyorum; bizim alanımız biraz buna dönüştü.
Bu ancak gönülle olur, gönül olmazsa hiçbir şey olmaz. İçinizde
kavgalar, kötü duygular varsa saf temiz sözlerin çıkması olası
değildir. Sanat adına, insanlık adına bildiğim her şeyi, bir tanesini
bile sakınmadan paylaştım, öğrettim, paylaşmayı da sürdüreceğim.
Özellikle gençler de bunun değerini biliyorlar.
- Paylaştıkça çoğalacağınıza, çoğalacağımıza inanıyorum…
- Manevi anlamda gerçekten tarifsiz hazlar alıyoruz biz. Bu alanda
muhteşem bir ruh, benzersiz bir duygu paylaşımı oluşuyor ki bunun hiçbir
karşılığı yoktur.
Çalışma disiplini olarak da yüreğimle Doğulu, ilkelerimle Batılıyım.
Ben Doğu’yu da Batı’yı da gözledim. Bizim Doğu insanı çok duygusal ve
dünyayı sadece duygularıyla algılıyor. Batı insanı da konuşmaya bir
başlıyor, uzun uzun cümleler kuruyor. Düşünüyorum, "Acaba anlattıkları
çok önemli şeyler mi?" hayır, bizim bir cümlenin yarısıyla
anlattıklarımız. Duygusal ifadeleri çok zayıf. Ama bizde mesela bir
"Aahh ah!" derler, içinde neler neler vardır. "Bin ah vardır, bir ah
içinde, ah bir bilen olsa!" diye bir söz var. Biz Doğu insanları Bir el
hareketiyle, bir bakışla, bir mimikle, bir gülücükle çok şey anlatırız
ama "ahh ah!" dedirtecek cinsten bir miskinlik de var. Bu miskinlik
olduğu için bu muhteşem altyapı bir türlü üretime dönüşemiyor.
Batılılarda da donuk bir ruh ama alabildiğine bir disiplin var. Ben
ikisinin ortasını bulmak gerektiğini düşündüm ve hep öyle olmaya
çalıştım. Yani: "Yüreğimle Doğulu, Üretim ve Disiplinle Batılı" olmaya
çalıştım.
- Bunun mümkün olabilirliğini gösteriyor, bunu yaşama geçiriyorsunuz gerçekten.
- Umarım başarılı oluyoruzdur.
- Çok teşekkür ederim, yüreğiniz kadar güzel, ilkeleriniz kadar mükemmel
bir yaşam dilerim. Sizden yıllarca daha çok türküler dinlemek,
güzellikleri paylaşmak isteriz.
- Hep birlikte. Anlayanla anlatan birmiş biliyor musunuz? Anadolu'da bir söz var; "Görene. Köre ne?" Anlayan olmasa anlatan, anlatan olmasa anlayan hiçtir. Hepsi
bir bütün. Umuyorum ki anlaşılırız, anlayanlar hiçbir zaman eksik olmaz.
Anlayanlar çoğaldıkça anlatanlar da çoğalacaktır.
- Hiç şüpheniz olmasın. Dinletilerinizde sizi dinleyen insanlar
duygularını, yansımalarını alkışlarıyla dışa vuruyorlar zaten. İyi ki
varsınız, gerçekten çok teşekkürler.
EROL PARLAK KİMDİR? 1964 yılında Ağrı Eleşkirt’ de doğdu. Müziğe küçük yaşta bağlama ile başladı. Ankara’da ki ustaları izledi, etkilendi ve bağlama çalmayı öğrendi. 1982 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarı’na girdi.
1985-1986
öğretim yılında öğrenimini tamamladıktan sonra aynı kurumda dört yıl
süreyle öğretim görevlisi olarak çalışmalarına devam etti. İstanbul
Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 1987 yılında başladığı
Yüksek Lisans eğitimini 1990’da "Bozlaklar" konulu tezi ile tamamladı.
Aynı yıl TRT İstanbul Radyosu’na sınavla "yetişmiş sanatçı" olarak
girdi. Sekiz yıl sürdürdüğü bu görevinden 1998’
de istifa ederek ayrıldı. İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü’nde 1992 yılında başlamaya hak kazandığı ‘‘sanatta doktora’’
eğitimini 1998 de tamamladı.
Anadolu’nun değişik yörelerinde özellikle "bağlama çalış teknikleri, saz ve ses tavırları" konusunda araştırma incelemeler yaparak yurt içi ve yurt dışında katıldığı konferans, seminer ve konserlerde tanıttı. 1000’e yakın halk ezgisi derledi. Anadolu’ da unutulmaya yüz tutmuş "el ile bağlama çalma tekniği" (şelpe) nin yeniden gündeme getirilmesi konusunda başta Ramazan GÜNGÖR, Nesimi ÇİMEN olmak üzere birçok usta üzerinde çalışmalar yaptı. Özellikle Batı, Güneybatı Anadolu ve Türkî Cumhuriyetlerde yaptığı araştırmalarla Anadolu ve Orta Asya müziği arasındaki temel benzerliklere bağlı olarak çeşitli sesler üzerinde yoğunlaştı.1993 yılında Arif Sağ ve Erdal Erzincan ile birlikte bağlama üçlüsü oluşturarak dünyanın çeşitli yerlerinde konserler verdi. 1996 yılında Köln Flarmoni Orkestrası eşliğinde Köln Flarmoni Salonu'nda verilen ve büyük ilgi gören konser bunlardan biridir. Neşet ERTAŞ’dan Davut SULARİ’ye kadar Anadolu’nun önemli birçok ustasını yorumlamasıyla tanınan sanatçının müzik dinleyicilerine sunduğu bir adet Arif SAĞ ve Erdal ERZİNCAN’la üçlü, iki sözlü, bir enstrümantal olmak üzere üç solo albümü bulunmaktadır. "Bozlaklar" kitabı yayınlanmak üzeredir. "Türkiye’ de el ile (tezenesiz ) saz çalma geleneği ve çalış teknikleri" ve "Şelpe Tekniği Metodu-1 El ile Bağlama Çalma" adlı iki kitabı yayınlanmıştır. Halen İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarında Öğretim Görevlisi olarak görev yapmaktadır. Kaynak: Vikipedi. |
19 Şubat 2013 Salı
Erol PARLAK ile hasbıhal; TÜRKÜ GİREN EVE KÖTÜ DÜŞÜNCE, SAZ OLAN EVE SİLAH GİRMEZ…
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder