18 Ocak 2013 Cuma

TAHTACILARDA AĞAÇ KÜLTÜ




İNSAN İÇİN DOĞA - DOĞA İÇİN İNSAN
TAHTACILARDA AĞAÇ KÜLTÜ


Ağaç, hemen tüm dünya kültürlerinde olduğu gibi İslamiyet öncesi ve sonrası Türk ve Anadolu topluluklarında da kutsal kabul edilmiştir. Toprağın derinliklerine varan kökleri, göğe uzanan gövdesi, dalları, yaprakları, çiçekleri, meyve ve tohumları, her mevsimde kendini yenileyip don değiştirmesiyle ölümsüzlüğü sembolize etmiş, inançlara esin kaynağı olmuş, başlıca bereket kaynaklarından biri olarak benimsenmiştir.


Animizm'de ağaçlar, kişiliğe ve ruha sahip olan varlıklardır. Türk Mitolojisi'nde Oğuzların “Hayat Ağacı” veya “Evliya Ağaç” dediği ağaçlar Tanrı’nın ilahi özelliklerinin maddi dünyadaki sembolü haline gelmiş ve Tanrı’ya kavuşmanın yolu olarak kutsanmıştır.

Çeşitli kaynaklarda belirtildiği gibi Türk boylarının geldisi ile ilgili efsanelerde ağacın önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Uygur efsanesinde Uygur hakanlarının ağaçtan türedikleri belirtilir. Dede Korkut kitabında adı geçen bir kahraman (Basat) “Atam adını sorarsan kaba ağaç, anam adını sorarsan kağan arslan” diyor. Oğuz destanlarında Kıpçak boyunun kökeni hakkındaki rivayette de ağaçtan türeme efsanesine rastlıyoruz. Bir rivayete göre Oğuz Han bir seferden dönüşünde, savaşta ölen bir askerinin eşi ağaç kovuğunun içinde bir oğlan doğurur. Oğuz han bu çocuğu evlat edinerek ona Kıpçak (yani “ağaç kovuğu”) adını verir.

Yer-Su kültüne bağlı inanç sistemi içinde yer alan “Ağaç ve Orman”ı sadece İslam öncesi Türk kavimlerinde değil onların dışındaki çeşitli kavimlerde de görmek mümkündür. Türklerde olduğu gibi diğer kavimlerde de ağacın kutsallığının inanç sistemleri içinde yaşamaya devam ettiği anlaşılmaktadır. Masallar, efsaneler, destanlar ve evliya menkıbeleri hep bu kültün izleriyle doludur.

Eski Türklere göre, ağacın yalnız gövdesi ve yapraklar değil; kökleri de önemli idi. Çünkü "Dede Korkut" kitabında da dendiği gibi, onun kökleri dipsiz, yani, yeraltı âleminin en derin noktalarına kadar gidiyor ve oralardan da haber getiriyordu. Sibirya'da yaşayan Yakut Türklerinin efsanelerinde, böyle bir ağaç için, şöyle deniyordu:

Gitmiş sormuş ağaca, benim anam, kim diye! Elbet bir atam vardır, benim babam, kim diye! Ağaç da dile gelmiş, soyunu sayıp dökmüş, Er-Sogotoh adlı er, saygı ile diz çökmüş. Gök tanrısı Er-Toyon, onun babası imiş, Karısı Kübey Hatun, onun anası imiş.

Türk mitolojisindeki bu ağaç da, tıpkı İslamiyet'teki "Tuba ağacı" gibi, gökyüzünde ve cennette bulunuyordu. Fakat Türklerin bu ağacının, bir de sahibi vardı. Yakut efsanesi, ağacın bu sahibini de şöyle anlatıyordu:

Bu kutsal ağacın da, var idi bir sahibi, Bir dişi Tanrı idi saçları da kar gibi! Kendisi ihtiyardı, göğsü de ap alaca! Görenler sanır idi, bir keklik gibi kırca! Memeleri büyüktü, aşağıya sarkardı! Uzaktan bakan kimse, iki tulum sanardı! Aslında ise ağaç, normal boydan küçüktü! Ana Tanrı gelince, ona göre büyürdü! Büyürken sesler çıkar, gürültüyle esnerdi, Bu sesler yavaş yavaş, gittikçe genişlerdi.

Sibirya'nın en kuzeylerinde yaşayan ve yüzyıllar boyunca, hiçbir yabancı görmeyen Yakut Türklerinin bu efsanesinde ağacın sesler çıkardığı ve içinde bir "Ana Tanrı"nın bulunduğu, açık olarak görülmektedir. Bazı Türk efsanelerine göre ise, bu "Ana Tanrı" zaman zaman ağaçtan çıkıyor ve göklerde geziniyordu. Bazı efsanelerde ise, bu Ana-Tanrı, denizin diplerinde yaşardı. Altay Türkleri bu Ana Tanrı'ya "Ak Ana" adını veriyorlardı. O'da bir yaratıcı idi. Yeri, göğü ve insanları yaratan Tanrı Ülgen'e yaratma gücünü de o vermişti.
Yakut Türklerinin inanışlarına göre şamanlar, yeryüzüne bir kartal tarafından getirilirlerdi. Onlara göre şaman olacak olan bir çocuğun ruhu, çocuk daha doğmadan bir kartal tarafından yenirdi. Bu ruhu yiyen kartal, bundan sonra güneşli bir bölgeye göç ederdi. Ortası büyük bir çayırlıkla kaplı olan bu bölgede, güneşin ışıkları solmaz ve her zaman pırıl pırıl parlarmış. İneklerin ilk defa süte geldiği yer de yine bu çayırlık alan imiş. Tam bu çayırların ortasında ise, kırmızı bir çam ile bir gürgen veya kayın ağacı varmış. İşte bu kartal bu ağaçların üzerine gelir ve yumurtasını bıraktıktan sonra gidermiş. Yumurta, bir süre ağaçların üzerinde kaldıktan sonra yarılır ve içinden bir çocuk çıkarmış. Ağaçların altında bir beşik bulunurmuş. Çocuk yumurtadan çıkar çıkmaz, hemen bu beşiğin üzerine düşer ve orada büyüme başlarmış. İnanışına göre, iyi şamanlar kırmızı çam üzerindeki yumurtadan; kötü şamanlar ise, gürgen ağacı üzerindeki yumurtadan çıkarlarmış. Yumurtadan çıkan bu şamanlar doğal olarak hayatları süresince, “Kartal-Ana”ları tarafından korunurlarmış. Bu kartal, onların her işlerinde en büyük yardımcıları olurmuş. Her şamanın özel bir ağacı bulunur ve şamanla ağacı arasında bir bağ olduğuna; birinin hayatının ötekinin varlığıyla süreceğine inanılırmış.

Yakutlar en yüksek ruhları taşıyan hayvanın kartal olduğuna inanıyorlardı. Şaman göğe yükselirken dünya ağacını vasıta olarak kullanıyordu. Bahsedilen bu dünya ağacının üstünde kuşlar ve tepesinde de kartal bulunuyordu. Bazen bu dünya ağacı uzun bir sırık şeklinde düşünülüyordu. Sırığın tepesinde genellikle gök kuşu denilen kartal veya çift başlı kartal bulunuyordu. Tasavvura göre bu sırığın üzerindeki kartal, Gök tanrının kuvvet ve kudretinin temsil ediyordu. Dünya ağacı zaman zaman Türkler ve çevrelerinde ki topluluklar tarafından kutsal olarak kabul edilen kayın ağaçları gibi ağaçlardan seçilirdi. İlk şaman yaratıldığı zaman, yaratıcının çocuklarının bulunduğu yedi dallı bir huş ağacı ilahi bir mesken olarak kurulur. Bunun dışında üç ağaç daha dikilir. Bu kozmik ağacın tepesinde de yukarı da bahsettiğimiz sırığın tepesinde olduğu gibi, Gök tanrının bir biçimi olan kartal yer alır. Kartalın yanındaki kuşlar ise, geleceğin kam’larının ruhlarını temsil eder. Kartal’ın ormanın ruhunu temsil ettiğinin söylenmesi bu dünya ağacının aynı zamanda orman kültüyle de alakalı olduğunu da gösterir.

Ağacın Tahtacı Kültüründeki yerini ele almadan önce kimliklerine göz atmak gerekirse:
Tahtacılar, diğer adıyla Ağaçerleri, Adem'in beşiğinden Kabe'nin eşiğine kadar bütün yaşamımızı donatan ağacı kesen, işleyen, dönüştüren, kucaklayan insan topluluğunun adıdır. Ormanların onbinlerce yıllık ıslığını çoklayan, serin ardıç ve sedir ağaçlarının altında doğan çocuklarını güneşin tertemiz ışıklarıyla paklayan, kavruk yüzlerinde ve derin çizgilerinde ağaçların sırrını sonsuza dek saklayan, onlar yanarken yüreği ateşler içindeki bebeği için çarpan ana gibi bekleyen, keserken gözyaşlarıyla helalleşen doğaya sevdalı insanlar…
Adlarından da anlaşılacağı üzere, Anadolu'da yaşayan Türkmen topluluklar içinde geçimlerini daha çok ağaç kesmekle sağlamışlardır. Nasıl demirciye demirci, kalaycıya kalaycı denirse ormandan ağaç kesip biçen insanlara da Tahtacı denmiş. Etnik olarak Türkmen, dinsel olarak Alevi inancına sahip oldukları bilinmektedir. Şamanist etkilerin çokça görüldüğü toplulukta ağaç kültünün çok yaygın olduğu görülmektedir. Yüzyıllardır ormanı yurt tutan, ağaçların altında doğup ölen, bütün yaşamlarını onlarla iç içe yaşayan bu insanlar olarak ağaçların kadrini ve cefasını şüphesiz en iyi onlar bilir.

Çoktanrılı dinlerin ağaç, su, ateş ve havaya yüklediği kutsallık tektanrılı dinlerin tanrısına duyulan saygı kadar önemlidir. Tahtacılar da bazı ağaçlara büyük saygı ve bağlılık duyar, başta ardıç olmak üzere bütün ağaçları ve onların evi ormanı kutlu sayarlar. Bu nedenle Tahtacı İnsanı ve ağaç belki de bütün kültürlerden daha fazla iç içe geçmiş, ağaç Tahtacıyı, Tahtacı ağacı çağrıştırmıştır. Onlar için kimi zaman hayat ağacı olan, kimi zaman şeytan ve kötü ruhları kovmada, Tanrı'ya ulaşmada, tabiat olaylarını yönlendirmede (yağmur duası gibi), sağaltmada, defin veya bereketi arttırmaya yönelik mevsimlik törenlerinde ağaç hep yanıbaşlarındadır. Hemen hepsi gök tanrının oğlu, evin direğidir. Adına adaklar adanıp çaputlar bağlanan, gölgesinde kurbanlar kesilen, altına gömülen ölümlüyü cennete götüren birer evliyadır ağaçlar.

Ekmeklerini ormandan ağaç kesip işleyerek kazandıkları, yani bu işi sanat olarak yapmadıkları, ahşap ustaları gibi ağaç işinin inceliklerini pek öğrenmeye zamanları olmadığı halde yaptıkları araçlarda yontma, oyma, boyama ve bazı basit nakış tekniklerini kullanarak günlük hayatta kullandıkları birçok tahta eşya ve aracı kendileri yapmışlardır. Çam dallarında çocuklarının hıllangacı (salıncak) sallanırken onlar rızıkları için helalleşip kestikleri ağaçları senit ve oklağa ile ekmeğe dönüştürmüş, çorbalarını onun çomça (kepçe) ve kaşıklarıyla, hayatın kaynağından akan serin suları mis kokulu çam ağaçlarından yaptıkları "Çotura" (çamdan oyulan matara)'lar ve "Tığla" denen tahta bardaklarla yudumlamışlar. Pamuk bulamayıp defne yapraklarıyla doldurdukları minderlerini her dertlerini çeken tahta divanlara serip dinlendirmişler yorgun bedenlerini. Bebelerini anaların ninnileri kadar sarmalayan beşikleri, kızlarının çeyizini koyacakları işlemeli sandıkları, toprağın şifrelerini çözen yaba ve dirgenleri, atlarının peşinde dünyayı kıskandırırcasına dönen düvenleri, at arabalarını, katır ve eşeklerine kuşandırdıkları semerleri, "harman yerinden kehribar başaklı sap çeken" kağnıları, "Hakka Yürüyen"l canlarını taşıdıkları "Sal Ağaçları"nı (tabut) ondan yapmış, dikenli ardıcından oydukları sazları çalıp ceylanlarla samah tutmuşlar.

Haftanın 5 günü dağda ağaç kestikleri için yalnızca tatil oldukları Salı ve Cuma günleri merakı ve el yatkınlığı olup büyüklerinden öğrenenler bu ağaç işlerini yapmışlardı, yani bu işi başlı başına meslek edinen fazla kişi olmamış, olamamıştı. Boş zamanlarında yaptıkları aletlerin ihtiyaçtan fazlasını para, iş gücü ya da başka bir şey karşılığında başkaları ile değiş tokuş ederlerdi. Çoğu zaman yakın obalarda yaşayan Yörükler gibi göçebe topluluklar da beşik, senit, oklava gibi araçları ürettikleri hayvansal besinler karşılığında Tahtacılardan alırlardı.

Yapılan eşyanın türüne göre kullanılan ağaç da değişir. Burada dikkat edilecek en önemli unsur bu âletlerin saz, cura gibi hassas olanlarında kullanılacak ağacın "Gerli" olmaması gerektiğidir. Yuvarlak haldeki ağacın ormancılıkta "Eksantrik Büyüme" olarak bilinen, Tahtacıların "Kuşözü" dediği ortasından itibaren bir yanı kızıl olur. "Ger" ağacın bu kızıl ve kuzeye bakan tarafına verilen addır. Bu taraf sert olur ve bu taraftan yapılan âletlerin şekli bozulur, yerel deyimle "atar" veya "döner". Âleti yapan kişi hangi tarafın gerli olduğunu damarlarından, renginden ve tabi deneyimlerinden bilir. Ağacın kalitesi (niteliği) çatlaması halinde de belli olur. Kendiliğinden çatlayan ve çatlağı doğru giden ağaçlardan yapılan âletler sağlam olur. Çatlağı eğri olan ağaca "Piredoklu Ağaç" veya "Dolaş" denir ve bu ağaçtan yapılan aletler döner. Bu yüzden özel kullanıma has âletler dağda çalışırken seçilen bu özelliklere sahip özel ağaçların güneye bakan taraflarından yapılır.

- Senit denen hamur tahtası dikdörtgen ve kendinden ayaklı olup 80x40 cm ebadında çam ağacından,
- "Evreğeç" denen yufka ekmeğini sac üzerinde çevirmeye yarayan yassı ve ince tahta araç ve oklava 90-
110 cm uzunlukta çam ve katran ağacından,
- Et kıyılan tahta et yapışmasın diye çınardan,
- Balta sapı Çıtırgan (Pıynar)'dan,
- Kürek sapı fazla dayanıklı olmasa da hafif olması için İledin (Çınar)'dan,
- Tahta kaşık şimşirden, tahta çomça (kepçe) Hartlap (sandal) ağacından,
- Tahta dirgenler Ergen (Kızılcık)'den, tahta yaba ise Sukaraağacı'ndan,
- Saz ve cura dut ve dikenli ardıçtan,
- Beşik ve çeyiz sandıkları tahta biti barındırmadığı için Tahtacıların katran dediği sedir veya ardıç ağacından yapılır. Ancak beşiğin eğmeç denen kavisli bölümlerinde "Ağı Ağacı" denen ve cehennemde bulunduğuna inanılan zakkum, "Har Ağacı" ya da "Tehnel" denen defne, söğüt ve yaş ardıç kullanılır.

İnançlarına göre, Muharrem ayında ağaç kesmek şiddetle yasaktır. Hafta içinde Salı ve Cuma günleri de ağaç kesilmez, işe başlayacakları zaman ağaçlar için dua okunur. Onlar yüzyıllardır ormandan ormana bulutlar gibi aktıkları için yaşamlarını ve umutlarını onun üzerine kurmuşlardır.

Eski Türklerin ağaçtan türeme inancının izlerine Tahtacılarda da rastlarız. Hor görülen, önemsenmeyen insan "Ağaç kovuğundan mı çıktım?" sözü ile kendini savunur ya da yine aynı gerekçeyle başkası tarafından kayırılır.

Ayrıca ormanlarda çalıştıkları zamanlarda kestikleri kadar dikip yerine koydukları ağaçları köylerine de dikmişler, dağlarda alete dönüşen ağaçlar düzde meyveye durmuşlar. Tahtacılar yerleşik hayatta da yaşadıkları yerleri iklime göre çokça elma, portakal, nar, üzüm, zeytin vb. meyve ağaçları ile donatmışlardır. Meyve getiren ağacın kesilmesi de günah sayılır ve kesildiği takdirde, kesene zarar vereceği düşünülür.

Ardıç ağacı Tahtacılar için başka ağaçlardan farklı bir önem taşımaktadır. Obaya yeni varılıp evler tutulmadan ilk önce ardıç ağaçları beylenirmiş ( tespit edilip seçilirmiş). Çünkü onun altı eğer yağmur yağarsa yağmur suyunun, aşırı sıcak varsa güneşin toprakla en geç buluştuğu yermiş.
Söylentiye göre Muğla tarafında deprem olmuş. Ağaçlar toplanmış hasbıhal ederken bu olaya da değinmişler. İçlerinden biri:
- Filan yerde deprem olmuş, evler hep uçmuş, deyince ardıç ağacı;
- Acaba bizim uşaklardan biri yok muydu? Bizden biri olsaydı bu iş böyle olmazdı (evler göçmezdi) demiş.

Onlar için göçebe zamanlarında ibadet için seçtikleri ulu ağaçlar, genellikle Şah diye adlandırılan Ardıçlar, yerleşik hayata geçtikten sonra Abdal Musa, Hacı Bektaşı Veli gibi Alevi Bektaşi ulularının makamları gibi kutsal yerlerdir. Çalışmaya gidilen ormanlarda oranın en büyük ağacı ulu, kutsal ve oranın sahibi kabul edilip altında kurban kesilir. Ona diğer bütün ağaçlardan azıcık fazla önem verilir. Ormandan ağaçlardan helallik almak için ortaklaşa alınan kurban bu ulu ağacın altında kesilir ve eşit pay edilip pişirilerek birlikte yenir.
Bu ulu ağaçlar yağmur duası yapılırken de tapınma yeridir. Bu ağaçların altında kesilen kurbanın ciğeri ağacın bir dalına asılır. Eğer bu ciğeri bir kuzgun götürürse dualarının kabul olacağına inanır, bunun örneklerini anlatırlar.
Kutsal ağacın küçük bir dalını bile kesmeye kimse cesaret edemez, görkemli ağaç karşısında baş eğip saygı gösterilir. 1950'li yıllarda toprağa yerleştikleri köylerde bile kutsal kabul edilen bir ağaca rastlanılmaktadır.

Anadolu'nun başka bir çok bölgesinde yaşayan Aleviler de ardıç gibi ulu ağaçları kutsayarak ve onların etraflarını taşlarla çevirmiş, ziyaret haline dönüştürmüşlerdir. Erzincan, Malatya, Elazığ, Tunceli yörelerinde; Sakız Baba, Ardıç Dede, Çitlenbik Dede, Çınar Dede, Buğday Dede, Nohutlu Baba, Çam Baba gibi adlar verilen ağaçlara rastlanmaktadır. Genç ağaçlar ve fideleri kesmek bir insan öldürmek kadar günahtır. Ağaç kültü; dağ ve su unsurlarıyla birlikte telakki edilerek “üçlü kutsallık” izafe edilir.

Pir Sultan Abdal:

“Öt benim sarı tanburam /Senin aslın ağaçtandır
Ağaç dersem gönüllenme/Kırmızı gül ağaçtandır.”

Aşık Veysel de;

Ben gidersem sazım sen kal dünyada,
Gizli sırlarımı aşikâr etme.
Lal olsun dillerin söylersen yâd'a,
Garip bülbül gibi ah-ü zar etme.

Bahçede dut iken bilmezdin sazı, 
Bülbül konar mıydı dalına bazı? 
Hangi kuştan aldın sen bu avazı? 
Söyle doğrusunu gel inkâr etme deyişlerinde ağaca öykünmektedirler.

Gaybi Baba; varoluşculuğu ağaçta şöyle tanımlamaktadır:

Bir ağaçtır bu alem
Meyvası olmuş adam
Meyvadır maksut olan
Sanmaki ağaç ola...

Ozan Adil Ali Atalay ise ağaçlar için:

Hem ısıtan hem ışıtan
Bir güneşe benzer ağaç
Hem yeşerten hem yaşatan
Bir kaynağa benzer ağaç.

Ağaca tapınmanın bir başka ifadesi de evin temeli atıldığında evin direği olan ağaca kurban kesme geleneğidir.

Ayrıca yanlarında iğde, kavak veya sedir ağacından küçük bir parça bulundurmanın onlara gelebilecek kötülükleri uzaklaştıracağına inanırlar.
Düşte çiçekli ağaç görmek dünyaya çocuk geleceğinin ve refahın, yıkılan ağaç görmenin de ölümün işareti olarak yorumlanır.

Ağaç kültünün yansımalarını ölüm adetlerinde ve mezarlarında da görürüz. Ölmek üzere, kendi deyimleriyle "çeknekte" olan insanın daha fazla acı çekmemesi için yatağının üzerine yeşil bir dal atılır. 20-30 yıl öncesine kadar mezarların tamamıyla tahtadan yapıldığı, bu mezarlara eski Türk motifleri çizildiği bilinmektedir. Bugün bu mezarların çok azı doğaya direnerek günümüze ulaşmışlardır. Ayrıca ölülerin yıkanacağı suya yapraklı murt (mersin) dalları atılır ve ölü gömülürken mezarın içi ve dışı bu dallarla bezenir.

Anadolu'nun birçok yerinde mezarları ağaç ve çiçekle süslenirse ölenin kabir azabı çekmeyeceğine, ayrıca mezardaki ağaçlar sallanıp yaprakları döküldükçe ölünün günahlarının döküleceğine inanılır. Bazı bölgelerde de kabrin başına bir iğde ağacı dikilir, bunun tutması halinde ölen kişinin cennete gideceğine inanılır.

Tahtacıların ağaçlarla kurdukları iletişimde Günlük (Sığla) ağacının da önemli bir yeri vardır. Bu ağacın kabukları bir kap içindeki kızgın kömüre atılarak evin her yeri dolaştırılır. Bu işleme "Buhur" denir. Ölümde, Cuma akşamı (Perşembe) günleri veya yeni yapıldığında evler tütsülenir, bu suretle kötü ruhlara karşı korunup iyi ruhlarca kutsandığına inanılırdı. Bu inanç Kırgız Türklerinde ayin sırasında ardıç ağacı ile “alazlamaları” (tütsüleme), belli ağaçların koruyucu ve arındırıcı niteliğine inanma şeklinde görülmektedir. Alazlama uygulamasında ağaç kültü ile ateş kültü bir arada görülür. Ayrıca tek bitmiş ardıç ağacına “mazar” (kutsal yer) denilir ve özel amaçlı ziyaretler yapılır. Kumaş parçaları bağlanır, dilek tutulur. Ağaçlara paçavra bağlayarak dilek tutmak ve çocuğu olmayan kadınların tek biten ardıç ağacının altından geçmeleri Anadolu Türklerinde de görülen bir vakadır.

Tahtacıların ağaç sevdasının izleri ölülerinin başında sabaha kadar cura ve sazlardan dökülen acıklı gaydalar eşliğinde yaktıkları ağıtlara da yansır;

Yüce dağ başında bi çam oturur
O çam bizim yaylamızın başudur,
Yağmır yağar şipirdeşir dalları,
O da bizim ale gözün yaşudur.

Samahlarında da bu kez meyve veren bir ağaç, armut geçer:

Armut Ağacı, Armut Ağacı, başında tacı
Kalksın samah eylesin anaynan bacı.

Tahtacılarda da ocaktaki odun ve ekmek veya hamur teknesi ayakla ittirilmez, ocağa su dökülmez.
Çocukların omzuna nazardan korunmak için çıtlık ağacından kertilen (bıçakla yontulan) ve adına "bardak" denen bir süs asılırdı.
Ağaçları süslenmede bile kullanmışlar. Yeni doğan kız çocuğunun kaşına çam isinden yorgan iğnesi ile sürme çekilir. Bazen de ağacı bir tuval olarak kullanır, sevdalarını ona resmederler.
Tahtacılar gün doğmadan ormana varırlar. Güneşin ilk ışıklarıyla kesilecek ağaca öncesinde ve kestikten sonra da niyaz ederek af dilerler. Bazı yaşlılar zorunlu oldukları halde kesilen büyük ve güzel ağaçları boylu-boslu, güçlü-kuvvetli, dürüst, yiğit ve erdemli, meziyetli bir insana benzeterek ağlarlar...

Dinsel açıdan da ağaçlarla ilgili bazı inanışlar vardır. Hz. Muhammed’in biat aldığı ve Müslümanlarında ikrar verdiği “Ridvan Ağacı”nı Halife Ömer kestirir. Aleviler bu ağacın kutsiyetinden dolayı dallarını Ayin-i Cem’lerde “Tarık” (asa/sopa) olarak kullanmaktadırlar. “Üzerlik otu” kutsal kabul edildiğinden Cemevi meydanı açılmadan önce, ateşe (ocağa/kürek üstüne) atılarak tütsülenir ve efsunlanır. Bu cins otlara veya boyalarının renklerine ilahi bir güç yüklenmiştir.

Tahta kılıç gönüllülük temelinde Aleviliğe girişin ve ikna metodunun bir sembolü olmuş; tüm Alperenler bu tip bir kılıç taşımışlardır.

Cemevinin tahta kapısı Hz. Muhammed’i, eşiği Hz. Ali’yi, yan dikmeler Hasan ile Hüseyin’i, kapının üst atkısı da Hz. Fatıma’yı temsil eder. Yani Ahşap kapı beşleri “Ehl-i Beyt”i sembolize ettiği için, cemevine girişte törensel bir saygı gösterilip eşiğe niyaz edilir, asla basılmaz.

İran’da Maku Hanlığı’nda yaşayan Karakoyunlu Alevi Türkmenlerinde de orman kültünün varlığı ve devam ettiği anlaşılmaktadır. Maku Hanlığı’nın güneydoğusundaki 26 köyden ibaret olan bu Türkmen topluluğundaki “Sofu Köyü" çevresinde kutsal kabul edilen bir orman vardır. Bu bölgedeki ağaçlara dokunmak yasaktır. İlkbahar gelince Karakoyunlu kadınları bu ağaçlara çiçekler bağlarlar. Kesilen kurbanların erkek olmasına dikkat ederek kurban edilen hayvanların kemiklerini ormana gömerler. Tahtacılarda da bu gelenek başta Hacı Bektaş-i veli ve Abdal Musa Dergâhları olmak üzere bütün inanç merkezlerindeki ağaçlara kendinden bir parça bağlayarak (çaput, saç) onda var olan kutsallıktan pay alma umudu şeklinde sürmektedir.

Tahtacılar arasında anlatılan, onlara karşılık gelen ağaç ve doğruluk gibi kavramlarla ilgili bir söylence ile tamamlayalım:

Hz. Musa Tanrı'nın huzuruna çıkarken ünlü asasına dönüp;

" - Bak kıymetini bil, seni Tanrı'nın huzuruna getirdim" demiş. Asa da dile gelip;

" - Beni buraya sen getirmedin, ormana geldin, bütün ağaçları tek tek gezdin. İçlerinde en doğru düzgün beni buldun. Beni buraya sen değil doğruluğum getirdi" demiş. (Antalya - Elmalı - Akçaeniş Köyü'nde Hamza TANAL'dan derlenmiştir.)

Doğa ve doğruluk hep rehberimiz olsun.

Sağlıcakla.

*Antalya Kültür ve Turizm Müdürlüğü Halk Kültürü Araştırmacısı

14 Mart 2008 ANTALYA


Kaynaklar:
Bahaeddin ÖGEL: Mili Eğitim Bakanlığı - Eğitim Dizisi, "Türk Mitolojisi - I"
ÇIBLAK, Nilgün: Türk Kültürü, Y.XL, S.474, ss. 605-614. (2002) Anadolu’da Ölüm Sonrası Mezarlıklar Çevresinde Oluşan İnanç Ve Pratikler
ÖNEY, Gönül: Anadolu Selçuklu Mimari Süslemesi ve El Sanatları, T. İş Bankası, Yay., 1988. Anadolu Selçuklu Sanatında Hayat Ağacı Motifi, Belleten XXXII., 1968ÇORUHLU, Yaşar: Türk Resim Sanatında Hayvan Sembolizmi, M.S.Ü. Doktora Tezi, İstanbul, Mayıs 1992.

YAŞAYAN BİR ANTALYA HAZİNESİ : KEMAL KABAKLI





İlk Yayın tarihi: 10.08.2010

 





















Düşün, uzay çağında bir ayağımız,
      Ham çarık, kıl çorap olsa da biri
      Düşün, olasılık, atom fiziği
      Ve bizi biz eden amansız sevda..


                                                              Ahmed ARİF
Kemal KABAKLI Kaş’ın Belenli Köyü’nden bir çarık ustası. Kendine sorarsanız Fethiye’den Serik’e kadar “her yerin ustası” çünkü yaptığı çarıklar yapıldığı yıllarda Fethiye’den Serik’e bütün insanlar tarafından bilinip giyilmiş. Kemal Amca 71 yaşında ve okuma yazması yok ama bülbüllerin bile gıpta edeceği öyle bir dilden konuşuyor ki hayran olmamak elde değil. İnanç, emek, sevgi ve sabır gibi erdemli harfleri olan bu dilin en iyi ustalarından biri hem de. Anadolu’da çok az kalan, neredeyse bitme aşamasında “Çarık Sanatı”nın son erbaplarından.

8 yaşında geçirdiği çocuk felcinden sonra bacaklarını kaybedince okula gidememiş. Babası da 1965’te O’nu Gömbe’de ayakkabıcı dükkânı olan (kendi deyimiyle) Kaşlı Memmed Usda’nın yanına çırak vermiş. O günden sonra yaradan bacak ve ayaklarının gücünü ellerine vermiş olacak ki deyimin tam anlamıyla dört elli olmuş, hayata dört elle sarılmış.

Orda ustası ve O’nun kalfası ile bir ay Gömbe’de, altı ay Kaş’ta karın tokluğuna çıraklık edip mesleği öğrendikten sonra tekrar Gömbe’ye gelip terfi ederek günde 1 lira yevmiye ile çalışmayı sürdürmüş. Günlerden bir gün köylünün biri pabuç diktirmek için bir parça şaplı gön getirmiş. Kendisinden bu gön ile bir çarık dikmesini istemişler. Pek güzel dikmiş olacak ki ustası bunun üzerine; “-Sende ekmek var” demiş. Bu ekmek öyle bereketliymiş ki böylece pişmeye başlayıp yıllarca mis gibi tütmüş.

Ancak gelin görün ki üç ayın sonunda ustası 1 liradan 90 lira eden yevmiyesini vermeyince zaten sevmediği ayakkabı tamirciliğini bırakıp önce kendi köyünde, sonra da Yeşilbarak Köyü’nde açtığı dükkânlarda tabaklanmış deriden tasarlayıp yaptığı ve hayatı boyunca bir kez bile ayağına giyemediği bu özgün çarıklarla tam 25 sene sürecek çetin bir yolculuğa çıkmış.
Ustasından öğrenip kendi yeteneği ve gayreti ile geliştirdiği sanatla, yıllarca insanüstü bir azim ve çaba ile günde ortalama altı çift çarık dikmiş. Halk bu çarıkları öyle sevmiş ki köyün %80’i kırıp sarıp bugün bile pahalı sayılabilecek bu çarıkları almış. Çünkü birçok sağlık sorununa yol açan lastik pabuçlarda hamlayıp börten, yara, sızı bulan ayakları, ayağı yakmayan, terletmeyen ve koku yapmayan bu doğal deriden çarıklar içinde nefes alıp, rahat etmiş.
Genç Kemal Usta ilk işine babasının İzmir’den getirdiği “şaplı”, “tabaklanmış” ya da “beyaz gön” denen yumuşak ve kılsız derileri bir kış günü işleyerek başlamış. İlk aldıkları 300 kilo deri kilosu 8 liradan 250 liraymış, sonra bu kilo fiyatı üçer beşer artıp gitmiş, bugün 35 lira dolayında. Bir kilo deriden 2 çift çarık yapıp her birini 12 liraya satan Kemal Amca bir günde 35 çift çarık sattığını anımsıyor.

Çarık yapmak için; önce şaplı deriyi 10 dakika suya ıslayıp keser, deride açtığı deliklerden “sırım” dediği ve yine deriden yaptığı ipleri çuvaldız gibi sivrilttiği teneke bir parça yardımıyla geçirir, çıtlık ağacından kendi yaptığı kalıplara “vurup” sırayla 10 numara bakır çivilerle burnunu ve “kulak” dediği topuk tarafını yaparak dikermiş. Kalıba vurduktan sonra 3 saat kadar güneşte bekletir (ki bu işleme “atmaklamak” diyor) ondan sonra müşteriye verirmiş. Bunu kişilere ayağın ölçüsünü alarak değil, babasından öğrendiği numaralara göre uyarlarmış. Kemal Amca yalnız çarık yapmakla kalmaz, sattığı çarıklar eskidiğinde plastik parçalarla pençe yapıp, kopan sırımlarını yenileyerek tamir de edermiş.
İşin önemli bir ayrıntısı bu çarıkları kendi deyimiyle; “ileşber olan, orak biçen gadınlar” dışında sadece erkekler giyermiş. “Sadece erkeklere yönelik mi?” sorumuza; “Turislere yönelik” diye cevap veriyor. Daha sonra kastettiğinin o yıllarda Dalaman gibi turistik yerlerdeki otellerde yapılan Türk Geceleri’nde sahne alan halk dansları ekipleri tarafından kullanılması olduğunu anlıyoruz.
Çarığın bir kayıt şartı da yün çorapla ve sadece yazın giyilmesiymiş. Kemal Amca’nın özgün çarıklarında boncuk, ayna gibi süs ve aksesuarlar yok. Bu çarıkların kullanıldığı zamanlarda ayakkabı boyası olmadığı için yumuşatılıp daha çok dayanması için püse sürülürmüş.
Püse yapmak için çintilmiş (kıyılmış) çam çıraları bir tenekeye doldurulup ağzı yine teneke bir kapak ile kapatılır, çamur ile de sıvanırmış. Daha sonra dışında ve üstünde yakılan ateşin sıcaklığıyla çıranın özü eritilip akıtılırmış. Bu halde eriyip akan yağlara “püse” denir ve bu haliyle çarığa sürülürmüş.
Kemal Amca yazları sipariş üzerine, kışları stok için 300 taneden az olmamak üzere durmaksızın çarık yapmış. Böylece çalışma yaşamına koşut, günler günleri kovalamış, çalışmış, üretmiş, kazanmış. O günleri; “Çok para kazandım, saymadan gatardım, işim çoğudu” diye anlatıyor. Kazandıklarıyla önce tarla - tokat almış daha sonra evlenip ev-dünek yapmış, çor-çocuk yetiştirmiş.
Bekâr zamanlarında bir yandan çalışırken yaşamdan da kopmamış. Sabahları 50 -60 yaşlarındaki köylüler, akşama doğru da gençler gelirmiş yanına, düğün, dernek, eğlence olunca da O’nu sırtlarına alıp götürürlermiş. Bunların içinde kendisine çok emeği geçen, O’nu çok sırtında taşımış yakın arkadaşı, Yeşilbarak Köyü’nden “Tebbet” lakaplı Osman KISAOĞLU’nu bir başka minnetle anıyor.
25 yaşında iken evlenip 7 senedir çalıştığı Yeşilbarak Köyü’nden ayrılarak kendi köyündeki baba evinin altında açtığı dükkânda çalışmayı sürdüren Kemal Amca’nın evlenme serüveni de hayli ilginç. Bir gün merkeple Eğirdir’den doktordan gelen bir arkadaşına geçmiş olsun”a gittiği Çukurbağ Köyü’nde yaşlı ve kör bir adam kendisini evinde konuk etmek istemiş. Akşam olunca yaşlı adam karısına seslenip;
 “Yengee, ben acıkdım” diyecek olmuş. Bundan sonrasını Kemal Amca’dan dinleyelim;
 “Hay meçik yeyesi hay, dedi garı, hane sahibi. Yeyon yeyon, tuvaletleri pisleyon”. Bu benim çok ağırıma getdi. Çünkü ben de mazuruna (engelliyim ya) gari. “Ulan dedim, ben yarın evlenip bi evletim olmazsa bene de yakınlarım böle derse benim ağırıma getmemi?”

Bunun üzerine evlenip çoluk çocuk sahibi olmaya karar vermiş. Gelen evlilik tekliflerini değerlendirirken adayların içinde kendisi gibi engelli olanları onlara çoban olabilecek, onları da çekip çevirecek durumda olmadığı için elemiş. Bu düşüncesini; “Bunun için aklı başında bi gadın istedim. Aldığım gadın da akıllıydı” diye tanımlıyor. Sorup soruşturduğu, Avullu Köyü’nden iyi bir ailenin bu akıllı kızını düğün yerine Mevlütle gelin etmiş ve gerdanına o günlerde gelenek olduğu üzere Osmanlıdan büyük altınlardan bir kolye, koluna da iki bilezik takmış.

Güzel ve misafirperver eşi ile ikisi kız, ikisi oğlan dört çocukları olmuş, tam 20 yıl Kemal Amca’nın ana - babasının evinde, onlarla birlik yaşamışlar. O çarıkçılık yaparken eşi de ev işlerinin yanısıra tarla işlerini yapmış, kireç yakmış, dikiş dikmiş. O yörede yaygın bir inanış olan; “can yakan (av yapan), yaş kesen, taş yakan onmazmış” sözünü anımsattığımızda sadece işini yapan, boş inançlara prim vermeyen tavrıyla diğer öteki hurafelerde olduğu gibi kayıtsız kalıyor.
Kemal Amca 10 yıl önce ölen, kendisinin O’ndan ayakkabıcılığı, O’nun da kendisinden çarıkçılığı öğrendiğini söylediği ustasını da vefa ile yâd ediyor. Kendisi için çalışmaktan oturup yemek bile yiyemediği ustasının yaptığı haksızlıkla bugün; “bir lira yevmiye vermedi emme bir milyar olsa da halel olsun” sözleriyle, gözleri dolu dolu helalleşiyor. Onun ustası olarak yaşama dair kendisine neler öğütlediğini merak ediyorum:
“Bi sattığın malı bi daha satma” derdi, diyor. “Bu ne demek?” diyorum, “Yani beş lira fazla buldun mu başkasına satma derdi. Bu arkadaş geliyo, 10 lira veriyo. Sen geliyon 15 veriyon, satıldıkdan sonra” diyor. Başka, başka? diyorum.
Sonra “on liraya malettiğin çarığı onbeş liraya satabilirsin” derdi. Yalnız on liraya malettiğin malı yirmi liraya satamazsın derdi, yirmibir liraya satamazsın derdi. “Çünkü üstü haram olur derdi.”
Kemal Amca gerek eşini kaybettikten sonra üzüntüden gerekse hep karnına dayayarak yaptığı çarıkların olumsuz etkisinden geçirdiği mide kanamasından sonra 20 yıldır çarık yapmıyor.  Bu kadar benzersiz bir ustanın hiç çırağı da olmamış üstelik. Kimse O’ndan bu sanatı öğrenip para kazanmaya, kendi deyimiyle; “havas etmemiş”. Babasını sürekli gördüğü için olsa gerek sanatının sırlarını (babası kadar olmasa da) bilen tek kişi; büyük oğlu Cemil. O’da sürekli bu işle uğraşmıyor, sadece geçen yıl Denizli’den toplu bir sipariş gelince çarık yapmış. Üstelik yaptığı ve babasının paranın para zamanında 12 liradan sattığı çarıkları 150-200 liradan satmış.
Kemal Amca’nın yaşadıklarından ve ürettiklerinden hareketle gençlere ve aslında hepimize öğütleri var. Onlara kahvelere gidip oyun oynamamalarını, bağımlılık yapıcı maddelerle hem bedenlerine hem keselerine zarar vermemelerini, eğlenceyi kararında tutmalarını ama çalışmayı fazlaca önemseyip, aynı zamanda sabır ve kanaat etmelerini öğütlüyor.
Sağlam bir insanın yaptığından çok fazla şeyi başarmış bu eli öpülesi insan şükür ki bugün hayatta ama o sonsuzluğa göçünce eşsiz sanatı, hüneri, sırları da kendisi gibi, sahip çıkamadığımız her değer gibi yok olacak. Sanatı öksüz, şimdi iyi kötü varlık gösteren çarıkları sus pus olacak.
Demem o ki canlar;
Bu gidişle ülkemizde şimdiye kadar çok kez olageldiği gibi bundan sonra da, doğrular yanlışlanır, yanlışlar alkışlanırsa, hiçbir “değer”imiz kalmayacak. Elimizde kalan son hazineler de zaman ya da “zamane” tarafından elimizden alınmadan;
Bize göz verildi gözleyelim diye,
Kulak verildi dinleyelim diye,
El gövdede kaşınan yeri bilir,
Dert bizde, derman ellerimizdedir.




Antalya Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nce 2010 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığımıza ülkemizin de taraf olduğu Somut Olmayan Kültürel Miras Sözleşmesi kapsamında İlimizde “Yaşayan İnsan Hazinesi” olarak kabul edilmesi için önerdiğimiz Kemal Amca’ya güzel bir ömür diliyor, Anadolu’nun tüm duyarlı yürekleri adına ellerinden saygıyla öpüyorum. Sözü çarık ve "çarıklılar" ile ilgili dizelerle tamam edelim.

UYAN ÇARIKLI GARDAŞ

Kuşluk zamanı geçti,
Uyan çarıklı gardaş,
Soyguncu seni seçti,.
Dayan çarıklı gardaş.

Geçilmez çamur yoldan,
Nasır eksilmez elden,
Hiç anlamaz ki halden,
Doyan çarıklı gardaş.

Bağrın yerde sürünür
Beden yara bürünür,
Sana dostça görünür,
Soyan çarıklı gardaş.

Sen dava güdemezsin,
Halin arz edemezsin,
İleri gidemezsin,
Yayan çarıklı gardaş.

Yoksulluğun azıktır,
Su akmaz çark bozuktur,
Hallerine yazıktır,
Diyen çarıklı gardaş.

Öpme kıyan elleri,
Kesmeyesin dalları,
Şalvarına şalları,
Giyen çarıklı gardaş.

Ozan Efe’yle yürü,
Gazelce benzin sarı,
Seni böylece geri,
Koyan çarıklı gardaş.

DENİZLİLİ OZAN EFE

“GEÇTİ DOST KERVANI EYLEME BENİ…”






İlk Yayın tarihi: 20.08.2010

Yazın bu en yakıcı günlerinde köyümde izindeyim. Kaç gündür hava için için yanan bir yangın gibi. Herkes gündüzleri sıcaktan tepidikten (gevredikten) sonra akşamları geniş ev önlerinde gündüze inat, gündüzki yangını söndürmek istercesine buz kesen havayı kutsar gibi yaşıyorlar.

Bir gece yeğenlerimle geç vakit köy içine doğru yürüdük. Köyün sürmeli sessizliğinde ara yoldan anayola çıkmak üzereyken birden önümüzden tozu dumana katan bir kamyon geçti. Arkasından uzun uzun baktığım bu kamyonun yükü arpa, buğday, pancar veya çimenli yaylalarda büyümüş koyun - kuzu değildi. Üstünde bu büyük bir kamyonun arka kasasını kaplayacak büyüklükte yekpare bir mermer blok yüklüydü. Ya yakındaki Dur Dağı’nda, ya Armutlu Köyü’nde ya da Çığlıkara’da açılan utanç ocaklarından birinden geliyordu.

Maden ya da taş ocakları nicedir ülkemizin başına örülen çoraplardan sadece bir tanesi. Aslıyok Yaylasında 1500 koyunu olan vicdansız “tüccarlar” eliyle servis ediliyorlar. Bu ocakların çoğu son zamanlarda “sermaye odağı” haline gelen şahıslar ve onların “yakın” çevrelerinden insanların ruhsatını alıp bilmem kaç el değiştirdikten ve hayli kâr ettikten sonra kullanım hakkı Çinlilere geçen memleket hazineleri. Ancak kamyon sürücüsü Çinli falan değildi tabi. Ağacın baltaya; “Sen beni kesemezdin ama ne yapayım sapın benden” dediği gibi özbeöz “yurdum insanı”ydı.

Bugün Elmalı Ovası’nda açılan sayısız maden ocağı nedeniyle yaylalarda artık kuzular eğleşmez, otlar bitmez olmak üzere çünkü güzelim mor dağlar içler acısı bir durumda, delik deşik. Biliyorum ki yurdumuzun hemen her yerinde durum aşağı yukarı böyle veya böyle olmaya doğru sürükleniyor.

Burası Anatolia, “Işığın geldiği yer”

Hepimiz doğanın birer parçasıyız ve doğaya bağımlıyız. Taş veya maden ocakları yalnız doğaya karşı işlenmiş bir suç değil, insanın doğa ile bağlarını koparmaya yönelik birer katliamdır.

Doğaya rağmen doğa kanunlarına aykırı yapılan hesapların tutacağını sanmak insanoğlunun binlerce yıllık yanılgısı ve felaketidir. Çünkü sonuçta bu savaşın galibi yine doğa olmuştur.

Doğanın ruhunu bilmeyen, anlamayan, göremeyen halklar yok olmaya mahkûmdur. Buna sözüm ona çok akıllı olan bilim insanları da dahildir. Akıl sezgi ile birleşirse insanlığın ve evrenin hayrına yaratılar çıkar. Taşocakları hem akla hem de bütün ruhlara aykırıdır ve oradan elde edilecek kazanç benim aklıma ve inancıma göre, tarihi eser kaçakçıları gibi, kimseye kâr etmez, etmeyecektir. 

Bu doğa katliamlarını yapanları kutsayıp besleyenler ağzı dili olmayan tüm varlıkların katline de ortaktır ve onların lanetinden kurtulamazlar. Doğa kanunları bu kadar kusursuz ve apaçıkken günlük çıkarlara tapan, hırslarına esir olanlar bu yangının bizim gibi kendilerini de yakacağını çok iyi bilmelidirler.

Bu ve benzeri katliamları yapanların adı yoktur, iyi duygularla da anılmazlar. Oysa onların yüzünden yaşamalarını yitiren isimli, isimsiz binlerce masum insan yüreğimizde yaşar. Bilindiği gibi bir zamanlar yine canavar ruhlu insanların neden olduğu Çernobil Katliamı’ndan sonra yakın coğrafyalardaki yüzbinlerce insan kanser olmuştur. Bugün hepimizin yüreğinde sevgi çiçekleri açtıran Kazım KOYUNCU’nun bayraklığını yaptığı masumların katillerini kim iyilikle anabilir? Onlar gibi güzel vatanımıza bu belaları reva görenler de lanetlenecektir.

İnsanoğlu için en önemli şey temiz hava, temiz su ve bunları üretecek ağaçlar ile yeşerecek “yaşam hakkı”dır. Hava ve suyun acımasızca kirletilip yok edilmesi karşısında tepkisiz kalmak yüreklerimizi de kirletmektedir. Suskunluk ve biat doğa katliamlarına suç ortaklığı, bu topraklar için çalışan, yaşayıp ölen atalarımıza da soysuzluktur.

Büyük Şair Nazım HİKMET’in dediği gibi;
“Gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu satan, bir lokma bile tatmadan nimetlerin hamurunu yoğuran” (bkz: Bir Hazin Hürriyet, Nazım Hikmet 1951) bu insanların hakları Anadolu’da yaygın söylenişi ile “bakır kapları deler.” Anadolu’da una-nimete basan kişiyi şeytanın çarpacağı inancı yaygındır. Uğruna ne yaşamların adandığı bu toprakların değerlerini talan edenlerin cezası acep ne olur?

Bugünlerde sıkça, üç yıl önce seksenli yaşlarda kaybettiğimiz babamı ve Onun kuşağını düşünüyorum. Süha ARIN’ın Altın Portakal ödüllü “Tahtacı Fatma” belgeseline konu olacak kadar doğal, onurlu, toplumsal sorumlulukları ve sendikal hakları konusunda bugünden çok öte bilinçlerini gıptayla anıyorum. “Onlar bugün yaşasalardı kimse bunları yapmaya cesaret edemezdi” diye hayıflanıyorum. Onlar bizler gibi bu haksızlığa boynunu uzatmaz, söyleyecek iki çift lafları olurdu. Büyük olasılıkla; “Siz kimin malını kime satıyorsunuz? Bu dağların kahrını siz mi çektiniz? Ömrünüzde buraya bir ağaç dikip dibini suladınız mı?” Ya da; “Bu dağlarda aç çıplak büyüttüğümüz çocuklarımızın birinin sümüğünü mü sildiniz?” derlerdi. Sanki “haksız gücün zalim, güçsüz hakın çaresiz olduğu” (Pascal) tek zaman bu zamanmış gibi. Hoş bugün yaşayan, kurdun kuşun, ağacın, börtü böceğin dilinden anlayan Anadolu bilgelerine verilen değer de ortada ya.

Söylenceye göre; “Kâbe’ye gideceğim” diyen karıncaya “hadi be ordan, daha yolun başında ölürsün” dediklerinde; “hiç olmazsa Kâbe yolunda ölürüm” diye cevap vermiş.  Bugün kendimizi adadığımız yüce değerler hızla yok oluyor. Bırakın “adanmışlık”ları ideal bile denemeyecek kadar amaçsız, çıkarcı yaşanmışlıkların ortasında insan bu topraklara emek veren canları özlüyor.

Evet, Onlar güzel insanlardı ama geri dönülmez bir yoldan göçüp gittiler. Gün onların yasını tutma, hatıralarına ağlama değil, çözüm üretme zamanıdır. Bizler de gelecek neslin anne-babalarıyız ve onlara karşı sorumluyuz. Belki Abdal Musa Dergâhı’nın odun bittiği zaman ayaklarını kazanın altında yanan ateşe uzatan aşçısı Budala Sultan’ca derviş ve masum değiliz ama her birimizin içinde benzersiz güzellikler ve güçler var. Gün onları besleyip memleketin değerlerine sahip çıkma zamanıdır. Her birimiz birer Dadaloğlu olmazsak Hazreti Ali’nin dediği ve şimdiye kadar olduğu gibi; “iyilikler takdir edilmedikçe umutsuzluğa kapılmakta, kötülükler cezasız kaldıkça cesaret bulmakta”dır.

Gün “Çok nimetini yediğimiz “Işığın Ülkesi” Anadolu” ile helalleşmek veya helalleşmeden gitmek zorunda kalmadan karartılmaya çalışılan ışıkları, sönmeye yüz tutan ocakları elbirliği ile ışıtma günüdür. Şimdi el ele verelim ve gelecek güzel günler için çalışalım. Doğa katliamlarına yüreğimizi ve aklımızı siper ederken bizi inandığımız değerlere giden yoldan alıkoyan her kim ne varsa onlara hep bir ağızdan seslenelim;

“Geçti Dost Kervanı Eyleme Beni.”