TÜRK KÖYLÜSÜ
Topraktan öğrenip, kitapsız bilendir.
Hoca Nasreddin gibi ağlayan, Bayburtlu Zihni gibi gülendir.
Ferhad'dır, Kerem'dir ve Keloğlan'dır.
Yol görünür onun garip serine, analar, babalar umudu keser,
Kahbe Felek ona eder oyunu.
Çarşambayı sel alır, bir yâr sever el alır, kanadı kırılır çöllerde kalır,
Ölmeden mezara koyarlar onu.
O, «Yûnusû biçâredir, baştan ayağa yâredir»
Ağu içer su yerine fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine.
Ve bir kerre vakt erişip :
«—Gayrık yeter!...» demesinler.
Ve bir kerre dediler mi:
«İsrafil surunu urur mahlûkat yerinden durur»,
Toprağın nabzı başlar onun nabızlarında atmağa.
Ne kendi nefsini korur, ne düşmanı kayırır,
«Dağları yırtıp ayırır, kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...»
Temmuz
ayının ortalarında bir gündü. Güneşin Antalya’yı -saldırdıkları düşman
mevzilerinden yenilip ayrılırken can havliyle heryeri yakıp yıkan
askerlerin hırsıyla- kavurduğu vakitlerin birinde yazma oyaları ile
ilgili derleme görevi için Akseki’ye gittik. Manavgat’ı geçip yukarılara
tırmandıkça ağaçların tatlı mırıltıları arasında dolaşan hava gittikçe
insana esenlik veren bir hoşluğa dönüşmeye başlamıştı. Akseki’ye
vardığımızda bize uzaktan hoş gelen bu çelik gibi mert havanın
insanların yüzlerine ne derin çizgiler nakşettiğini görecektik.
İlk
nefes aramız mihmandarımız, Akseki H.E.M. Müdürü, saygıdeğer
öğretmenimiz İmdat Mithat Bey ile buluştuğumuz mamur ve ferah bir Akseki
sokağıydı. Akşama işimizi tamamlamış olarak geri dönebilmek için hemen
kendisi ile gideceğimiz uzun yola koyulduk. İlk uğrak yerimiz Cevizli
Beldesi idi. Belediye Başkanımızla görüşmemizden yörede köklü bir yazma
oyası geleneği olmadığı sonucu çıkınca düştüğü yerden bir avuç toprakla
kalkan bütün Anadolu insanları gibi sorduk;
“Eee
efendim, buralara kadar gelmişken, sizin buraların nesi meşhur,
kaydadeğer bir insan ya da hüner var mıdır, bunca gelmişken…?” Sayın
Başkan;
“Bizim
buralarda bir zamanların en önemli geçim kaynağı kuru çiçekçilik idi.
Bu konuda bilgi almanız için sizi Cavcav Dayı’ya göndereyim!” dedi.
Sözettiğim
derin çizgilerin en tipik örneklerini taşıyan, adından menkul sevimli
yüzüyle Cavcav Dayı’yı renk renk kuru çiçeklerin dinlendiği yorgun
dükkânında bulduk. Söz haliyle yörede bir zamanlar en çok yapılan bu
sıradışı işten açıldı. Cavcav Dayı o sıcakkanlı haliyle bir çırpıda her
şeyi anlatmak istiyordu. Biz sorduk O söyledikçe bütün o gözalıcı renk
ve güzellikte çiçeğin içinde ne çok emek ve acı gizli olduğu dökülmeye
başladı.
Dünyanın üzerinde kurulu direk,
Emek zayolmadan sızlar mı yürek?
Bu düzeni kim kurdu, bizler de bilek,
Söyle canım söyle, dinlesin canlar…
Şimdilerde
belde olan Cevizli köylüleri bundan tam 41 yıl önce Ankara’da
çiçekçilik yapan bir hemşerilerinin öngörüsü ve “Size henüz dumanı
tütmeyen kazançlı bir iş getireceğim” teşviki ile başlamışlardı kuru
çiçek işine. Hasan Abilerinin; “Şu şu otları toplayıp boyayacaksınız,
yöremizi Türkiye’ye tanıtacağız” dediği kuru otların tanıtımını bir
festivalde gördükten sonra işe bacandıklarında (giriştiklerinde) köyün
hemen her evinde yaşayanların eli önce sağlam bir iş, sonra da hatırı
sayılır bir para görür olmuştu.
Daha işin yapılışına geçmeden Asıl adı Mustafa BİLGİÇ olan 68 yaşında ve 5 çocuk babası Cavcav Dayı’ya böyle anılma öyküsünü sorduk, dosdoğru söyledi;
- Bizim
bi bölge şefimiz vardı Trabzonlu. Çok seviyordum. Böyle bi işim olduğu
zaman o zaman tabi orman işçisi olarak çalışıyorduk, şefimden herşeyi
isdeyordum ama bir şeyi isdeyemedim. İki tane maden direğine ihtiyacım
vardı, cesaret edip isdeyemedim. Sonra da gittim ormandan aldım, O da
beni yakaladı ve; “herşeye cavcavlık ederken iki maden direğini neye
isdemedin benden?” dedi. Benim
lakabımı “Cavcav” olarak O koydu. Cavcav’ın kelime anlamını bilmiyorum
ama Hacivat Karagöz’e Cavcav dediğine göre öyle bişey işte.”
Adem eker yeryüzüne ekini,
Ekin saklar yeraltında kökünü.
Ayıkla gör karasını akını,
Söyle canım söyle, dinlesin canlar…
İlkin “Germeğen”
mevkisinde yetişen “sedef” otu ile başlayan kuru çiçekçilik Cevizli’de
esahladıkça İstanbul’daki çiçek pazarında hızla rağbet görmeye başlar. İstanbul’dan
sonra Türkiye’nin birçok bölgesinden talep gelince, işler iyiden iyiye
artar. Bilinen binlerce bitki (ot veya çiçek) tam olgunlaştığı (örn.
buğday ve yulaf başak olduğu), kolayca kesildiği, daha güzel, dayanıklı
ve aside daha elverişli olduğu çağda biçilir, böylece bitkiler tohumunu
atmış olur ki seneye o tohumla yeniden ekim yapılır yani doğanın
doğurganlığı engellenmezmiş. Toplandıktan sonra asite yatırılıp
beyazlatılan bitkiler istenen renklerde boyandıktan sonra uygun görülen
kap veya yüzeylere dekoratif şekillerde yerleştirilirmiş.
Kurutulmak üzere toplanan bitkiler içinde; Kekik, Papatya, Altınotu, Adaçayı, Titreyen Otu, Ayva Denesi, Ekin Anası, Çimi Kafası ve Lale gibi doğada kendiliğinden yetişenler olduğu gibi buğday, yulaf, keten ve kuş yemi
gibi ekilerek üretilenleri de varmış. Her bir kolda yirmibeş - otuzbin
demetin yapıldığı, bunları demetleyen tarakdan geçiren, asite yatıran
onlarca işçinin çalıştırıldığı, bitkilerin ekiminden toplanmasına, tohumcusundan
ekip – biçen ırgatına, hizmet veren traktör sahibine kadar herkesin
para kazandığı dev bir sektöre dönüşmüş. Bu kadar hummalı bir çalışmanın
yanısıra birçok olumsuzlukla da mücadele etmek zorunda kalmışlar. Pek çok kez dolandırılmış, çok
üzücü olaylar yaşamışlar. Doktorların uyardığı gibi, Cavcav Dayı’nın
iki ağabeyi, kullandıkları asit nedeniye kansere yakalanıp vefat etmiş.
Ateş düştüğü yeri, Cavcav Dayı ve ölen ağabeylerinin
ailelerini yakarken köyün genelini de yapay (plastik) çiçeğin çıkması
ile kuru çiçeğe rağbetin birdenbire bitmesi yakmış. Asitlendiği için
nedense yıllardır görülmeyen bir; “evlerde kelebek yaptı” söylentisinin
alıp yürümesi ile her şey birdenbire bitince bu işten doyunan yüzlerce
kişi suyu kesilmiş değirmen gibi ıpıssız kalıvermiş. (Tanrım nasıl da
bir yazda Beydağları’nın bütün mucize arılarını bitiren Varroa
“zararlısı” veya Anadolu’nun bütün tavuklarının köküne “gıran girdiren”
kuş giribi olaylarına benziyor???)
Ocağa koymuşlar köşe taşını,
Hakk onarsın gerçeklerin işini…
Bir gün ağrıtırlar senin başını,
Söyle canım söyle, dinlesin canlar…
Cavcav
Dayı’nın çilesi ise sadece burada bitmemiş. Yıllarca “Dağların
verdiğini beyler vermez” diyerek Toroslar’ın, geyiklerin yurt tuttuğu
sarp tepelerinde, canı pahasına dolaşıp toplayarak sırtında indirdiği
binlerce ton bitkiyi yöredeki deyimi ile “iğnenin yurdusundan
geçirdikten” yani onca cefasına dayandıktan sonra hak etmediği paralara
satıp sefasını süremediğine mi yansın, bu tehlikeli işte kendisini
yalnız bırakmayarak koşturan, bu yüzden bugün ayaklarına basamayan
emektar eşine mi bilememiş... Daha ölen iki ağabeyinin yasını tutamadan
kendine durumdan vazife çıkarmış, hala onlardan kalan son kuru
çiçeklerin adaçayı, kekik, papatya, altınotu gibi bu hem kuru çiçekte
hem de yemek - içmekte kullanılanlarını pazarda, diğerlerini de bir
talipliye satarak onların çocukları için nafakaya dönüştürmeye
çalışıyor.
Tek tesellisi yaşadığı bunca çileli yıl boyunca bölgesinde hiçbir engel ile karşılaşmayıp aksine hep destek görmüş olması. Bu
yüzden acıyı bal eyleyen tipik Anadolu insanı tavrıyla kendisini;
“Antalya Emniyet Müdürü” ilan etmiş. En kutsal değer olan emeğine, tatlı
dili, güler yüzüne, bize kattıklarına saygıyla huzurundan ayrılırken
elimize tutuşturduğu birer demet kekik ve altınotunu yaşanan acıların
gamını duyan yüreğimize bastık.
***
Diğer
uğrağımız Akseki’nin benzersiz doğasına usulca sokuluvermiş, sakin
Bademli Beldesi idi. “Balın olsun sinek Bağdat’tan gelir” derler,
yörenin bir diğer değeri için yönümüzü beldede Akçam kozalağından sepet
yapan bir ustaya doğru döndük. Yörenin ünlü düğmeli evlerinin
sıralandığı yol yolculuğu öylesine hoş kılıyordu ki tahta bir ata binmiş
bir çocuk sabırsızlığı ile sürüp gittik bölgenin tek kozalak sepet
ustası Hasan ERDOĞAN’a... Vardığımızda 75 yaşındaki ustamızı gülümseyerek çalışır bulduk.
Bu
köylü olup ilk ekmek parasını yörenin meşhur uğraşı kaşıkçılık ile
kazanmaya başlayan usta daha sonra İstanbul’a gidip orada seyyar
satıcılık ve plastik çiçekçilik yapmış. Ancak iflas edip bir de astım
hastalığına yakalanınca eşi ve 4 çocuğunu orda bırakıp oraya göre
havadar olan köyüne geri dönmüş. Ustanın kozalak sepet serüveni de köye
döndükten bir süre sonra, 2000 yılında, yöreye Adana’dan getirildiğini
söylediği -yaptığımız araştırmaya göre Hatay’da yapılıyor- kozalak
sepeti görmesi ile başlamış. Çocuk oyuncağı şeklinde tanımladığı bu
sepeti iyice etüd edip kozalağı keserek kendine göre yorumlamış usta. Bu
işlerin “gediklisi” olduğu için ilk önce 15 tane kadar sepet yapıp;
“eğer orada satılırsa her yerde satılır” düşüncesi ile oğluna bunları
İstiklal Caddesi’nden “geçirmesini” söylemiş. Ordaki test başarılı
olunca tamamen kendi tasarımı olan bu muhteşem yaratıları çokça üretmeye
başlamış.
Ömrünü
tamamlayarak kuruyup ağaçlarının dibine dökülen Akçam kozalakları ile
yapılıyor sepetimiz. Çuvallarca getirilip her biri yan keski ile
ortasından kesiliyor. İç ya da üst kısmı atılıp kullanılacak dış ya da
alt kısmı teller ile birbirine ekleniyor. Ancak bu ekleme öyle ustaca
yapılıyor ki iyice içine girmeyince görmeniz olanaksız. Pense ve
kargaburnu yardımıyla önce yuvarlak veya oval bir taban, daha sonra
gövde yapılıp en son da sap takılarak tamamlanıyor. Sonuçta ortaya dışı
taş gibi berk, içi çiçek çiçek açan, adeta düşsel bir mucize çıkıyor…
Hayli
emekli ve sabır isteyen bu işte, eldiven takmasına rağmen ellerini
parçalayarak günde ortalama bir-iki tane yapabildiği sepeti isteyene
vernikli, isteyene doğal olarak, büyüklüğüne göre 25 ile 40 lira
arasında bir ücretle sunuyor. Sepet dışında avize ve tabak altı gibi
tasarımlar da geliştiren Hasan Usta bu hoş tasarım için –altının
kıymetini bilen sarraf misali- orta gelir düzeyinde kişilerin –pinti
zenginlere göre- daha yüksek bedel ödediklerini de söylemeden edemiyor.
Hasan
Amca bu özgün hünerini basın-yayın mezunu oğlunun da çabasıyla çeşitli
yayın kuruluşlarında, çevre yerleşimlerde yapılan mevsimlik bayram ve
festivallerde duyurmaya çalışıyor, yerel pazarlarda ve eski
alışkanlıktan olsa gerek kendisi arasıra da İstanbul’a gidip seyyar
dolaşıp satıyor. Bir sosyal güvencesi olmayan ustamız bu suretle
yaşadığı ve iş tuttuğu sürece “elinden emekli” olmaya çalışıyor.
Bu
işe merak sarıp yörenin ilk ve –şimdilik- son ustasından öğrenerek
yapmaya çalışanlar olduysa da başaramamışlar sepet yapımını. Böyle
olunca da usta İstanbul’dan gelen fazla sayıda sepet vb. talebini kendi
başına karşılayamamış. Yaptığı işi; “bir daha dünyaya gelsem yine bu işi
yaparım” diyecek bahtiyarlıkta seven, “Biz de yaparız!!” deyip başlayan
ama ikisini bir araya getiremeyenleri hoşlukla anan usta, yine de
yetebildiği kadarını yapmaktan, insanların buna büyük bir hayretle ilgi
ve sevgi göstermesinden, bu sayede güzel insanlar tanımaktan büyük
mutluluk duyuyor.
Ustanın
yaptığı işte kendisi hastalanıp köye döndüğünde dört çocuklarını
öğrenip yaptığı yazma oyaları ile menzile ulaştıran eşi, büyüklerin
deyimi ile “keramet sahibi” O’nun hitabıyla; “Ayşe Hanım”ın payı çok
büyük. Elimizde ustamızın el emeği göz nuru sepetler, yanağımızda Ayşe
Anne’den topladığımız mis kokulu öpücükler, dilimizde yine O’nun yaptığı
muhteşem kurabiyeler ile bahçesinden topladığı aşılı yerli kirazların
tadı Bademli’den ayrılırken benim her zaman gidip “paspasın altındaki”
anahtar ile girebileceğim bir evim daha olmuştu. Eğer bir gün yolunuz
oralara düşer ya da bizim gibi yol azıtırsanız daha fazla gülücük ile
karşılanacağınızdan adım gibi eminim.
***
Sözümüzü yine bir yaşam dersi ile bağlayıp bitirelim;
Bir
gün ormanda yangın çıkar. Palamutlar, piynarlar, yabani çilekler çıtır
çıtır yanarken orada yaşayan hayvanlar da telaşla yuvalarını terk etmeye
başlarlar. Ancak içlerinden yalnızca bir tanesi, küçük serçe ırmaktan
ağzının aldığı kadar su ile ters yöne, ormana doğru gider. Görenler
şaşkınlık ve endişeyle ona ne yapmaya çalıştığını sorduklarında
ağzındaki suyu ateşin üstüne attıktan sonra yanıt verir;
- Yangını söndürmeye çalışıyorum…
- Hadi ordan, bu koca yangın senin ağzındaki bir damla su ile söner mi? dediklerinde;
- Benim elimden gelen bu. Herkes elinden geleni yapsa pekâlâ söner, der.
Pir Sultan ABDAL’ım farz ile sünnet,
Yola gelmeyene edilmez minnet…
Cümlenin muradı dünyada cennet,
Söyle canım söyle, dinlesin canlar…
Değerlerine
sahip çıkmayıp bir bir, bilgelerine kulak vermeyip binlerce yıllık
yaşam sırlarını bin bin yitiren bir yurt yangın yeridir. Bu toplumumuzun
eksik ve yanlış eğitimi kadar yıllardır kültürümüze hiçbir hizmet
etmeyip aksine yozlaştıran, bizi birbirimizden uzaklaştıran insancıkları
baş tacı etmişliğimizden değil midir? Bir sürü insana hak etmedikleri
değeri verdiğimiz, büyük düşürdüğümüz bu yangın yerinde gözlerindeki bir
tutam yaşı yangına serpmek için ellerinden geleni ömürlerince pes
etmeden, sevdayla yapan, Cavcav Dayıların, Hasan Amcaların da yaşayıp
yarattıkları ışığında;
“Vatanını en çok seven işini en iyi yapandır”
diyen Ulu Önder Atatürk ve hiçbir şeyi mazeret kabul etmeden bu yurda
emek, yürek vererek 89 yıl önce şanlı bir zafere imza atmış yüce
değerlerimizin huzurunda bizler de kendimize çoktan beri kaçtığımız
soruyu sormalıyız;
“Ya biz ne yaptık, ne yapıyoruz???”
İşe
ilkin yüzlerce yıldır emeğine sahip çık(a)madığımız, bizi doyuran,
donatan ve sahip çıkanların hakkını vererek başlamaya ne dersiniz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder