Nazilli’den Aydın’a doğru giderken, adını kimi tarihçilere göre; “Büyük halk önderi”, kimilerine göre ise; “Eşkıya” olarak nitelenen “Atçalı Kel Mehmet”e de (1780- 1830) veren “Atça Kasabası”ndan geçersiniz.
Fakir bir zeybek olup çiftliklerde
ırgatlık yaparak yaşamını sürdürmekteyken, Atça’nın varlıklı
kişilerinden birinin kızına sevdalanır Kel Mehmet... Kızı istediğinde
büyük bir hakaretle karşılaşıp üstüne üstlük, ağanın adamları tarafından
dövülünce birkaç kişiyi yaralayarak dağa çıkar. Devletle veya bölgenin
varlıklı ağalarıyla sorunları olan birçok kişi de o’na katılır. Zamanla
Aydın ve çevresinde “Atçalı Kel Mehmet Efe” adıyla nam salar. Bu arada
sevdiği kızın babası, kızını bir başkasıyla evlendirmek istediğinde
damat adayını dağa kaldırarak yüklü miktarda fidye alır ve kızın
evlenmesini engeller. Sevdiği kızı kendisine vermediği gibi hep
düşmanlık eden babasını da hapisten kaçırır.
Aydın
bölgesinde vali ve devletin diğer ileri gelenlerinin baskısından bıkan
köylülerden de destek görerek gücünü her geçen gün artırır. Kapatılan
Yeniçeri Ocağı askerlerinin de katılması sonucu sayısı binleri aşan
büyük bir güce sahip olur ve Aydın çevresinde büyük bir ayaklanma
başlatır.
Atçalı Mehmet'im bilsinler beni,
Yoksulun yanında görsünler beni.
Koyarım bu yola tatlı canımı,
Dünya bir olsa tutulmam gari.
Yoksulun yanında görsünler beni.
Koyarım bu yola tatlı canımı,
Dünya bir olsa tutulmam gari.
Kel Mehmet'in liderliğindeki, Atçalı Kel Mehmet İsyanı “Aydın İhtilali” (1829 - 1830) Osmanlı
İmparatorluğu’nda bilinen bütün ayaklanma ve isyanların aksine zeybek,
yörük, esnaf ve alt tabakadan insanların tek yürek katıldığı bir halk
hareketi olma özelliği taşır.
İsyandan sonra hakim olduğu bölgeyi eşitlikçi esaslara göre idareye etmeye başlayan Atçalı; “Vali-i Vilayet, Hademe-i Devlet, Atçalı Kel Mehmet”
yazan bir de mühür bastırarak kendini vilayetin valisi, Devletin
hademesi ilan etmiş, Padişaha ve devlete bağlılığını bildirmiştir.
Zulüm ve haksızlıklardan bıkıp usanan halk; kendisine umut olan, onlara hakça bir düzen kurup dertlerini bölüşen, 10 Haziran 1830’da Aydın’ın devlet güçleri tarafından geri alınması üzerine çıkan çatışmada öldürülen efe için efsaneler anlatmış, türküler yakmış.
Bir rivayete göre;
Atçalı
bir gün dağda yalaksız bir çeşme görmüş, hemen önüne bir yalak
yapılmasını istemiş. Kızanları hemen ağaçtan bir su teknesi yapıp
çeşmenin önüne koymuşlar. Yapılan işin doğal olarak kendisine
maledilmesi üzerine olsa gerek Kel Mehmet Efe teknenin üstüne şu muzip
dizeleri işlemiş:
Başını kaşımaya eli değmezdi Kel’in,
Su elin çeşme elin,
Tekne Atçalı Kel'in.
Anlatının bir başka çeşitlemesi de (varyant) bugünkü Atça İstasyonunda kurulu bir çeşme ile ilgili olarak anlatılır. Çeşmenin üzerinde:
"Suyu elin, çeşmesi
elin, tası Atça'lı Kel'in" sözü yazılıdır. Hikâyesine gelince;
Kadının birisi kocası
erken ölünce onun hayratına bu çeşmeyi yaptırır, oluğunun yanına da suyun rahat içilmesi için kalaylı bir tas koydurur. Fakat o tas orada durmaz çünkü birileri o
tası hep çalarmış. Atça'lı Kel'in "Halk günleri"nden birinde çeşmeyi
yaptıran kadın bu durumu Atça'lı Kel'e arz eder. Atça'lı Kel
maruzatı dinler ve;
"- Çeşmenin alnına şu sözü yazdırın," der.O günden sonra korkudan hiç kimse "o" tası çal(a)maz...
Atçalı
Mehmet Efe’nin yaşamı hakkında daha fazla bilgi edinme işini gönlünüze,
kişiliği ile ilgili değerlendirmeyi yüreğinize bıraktıktan sonra bu
sözünü aklıma neyin getirdiğini anlatayım:
Kasım
ayı başında Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel
Müdürlüğü tarafından Türkiye’nin dörtbir yanında görev yapan Halk
Kültürü Araştırmacıları için düzenlenen bir hizmetiçi eğitim seminerine
katıldık.
Kaldığımız yer Alanya’nın Konaklı Beldesi’ndeydi. Oraya yaklaşırken Anadolu’da doğmuş olmaya binlerce kez şükrettiren Emişbeleni, Baklabeleni gibi Yörük Kültürüne ait, sevimli adların verildiği yerlerden geçtik. İnsanda tam da; Anadolu Kültürü’nden umudunu kesmeme hissi uyandıran bu “bizden” yerleri geçer geçmez sağlı sollu sıralanan yabancı isimli oteller, dükkânlar, araçlar ise bizi bu düşten çarçabuk uyandırdı.
Yaşanılası Dünya’nın ne tadı ne tuzu kaldı.*
Ömür denen şu zamanın, çoğu gitti, azı kaldı…
Otelin
kapısında Ankara’dan o sabah gelen arkadaşlarımızın, uzun zamandır
kanser tedavisi gören meslektaşımız Meltem’in yasının bürüdüğü buğulu
gözleri karşıladı bizi. Yine meslektaşımız Alparslan’ın eşi ve 10
yaşındaki Güneş’in annesi sevgili Meltem’i kaybetmenin hüznü çöktü
programa… Bazı arkadaşlar izlerinin üstüne Ankara’ya dönüp arkadaşımız
için “son görev”e gittiler. Şavkı bol olsun, Allah kalanlarına sabır ve
güç versin. Sonra hep olageldiği gibi ateş en çok düştüğü yeri yaktı,
bize biraz yavaşlamış gibi gelse de zaman bildiğini işledi.
Oldukça
yoğun seminer programı Genel Müdürümüz Sayın Mahmut EVKURAN’ın Anadolu
Kültürüne sıcacık bir güzelleme yaptığı açış konuşması ile başladı.
Bilgi, söylediklerine inanmış bir yürekten dolanıp geliyorsa tadına
doyulmuyor. Bizlere UNESCO tarafından 1972 yılında “Doğal ve Kültürel Dünya Mirasının Korunması Sözleşmesi” ile başlayıp sürdürülen çalışmalardan 2003 yılında ülkemizin de taraf olduğu “İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Sözleşmesi”ne uzanan süreci özetledi. Bu sözleşme ile mesleğimizin artan önemi yanında Anadolu denen eşsiz hazineyi araştırırken; “Denizcinin değerinin karşılaştığı fırtınalarla değil gemisini limana yanaştırıp yanaştıramadığı ile ölçüleceği” noktasındaki sorumluluklarımızı da anımsattı. Tespit
etmek ve milletçe korumak zorunda olduğumuz bu değerlerin kültürel
kimliğimiz, tarihi mirasımız, ulusal birlik ve geleceğimiz olduğunu da…
Seminer
saatleri dışında er sabah veya akşamüstleri çevrede gezintiler yaptık.
Bu gezilerden birinde Ortaçağ kiliselerinde olduğu gibi yüksek, kusursuz
kuru duvarlarla çevrili bazı villalar dikkatimizi çekti. Bir akşamüstü
arkadaşlarla bu villalara doğru yürüdük. Kapısında bağlı irice köpek
olmasa bile insana az ötede durması gerektiğini hissettiren bu
villaların sahiplerini merak ettik. Köpekten giremediğimiz, turizm
sezonu bittiğinden çevrede soracak kimse de bulamadığımız için çaresiz
arkasındaki benzer duvarlarla çevrili ve daha ihtişamlı olanlara
yöneldik. Kapıdaki bekçiye heyecanla, bu muhteşem yapıların mimarlarını
ve sahiplerini sorduk. Ancak aldığımız cevaplar bizi çok mutlu etmedi.
Alanyalı bir yüklenici (müteahhit) tarafından 30 dönüm üzerine yapılmış 74 muhteşem villadan oluşan bu sitede satılan “malikâne”lerin
tamamı, büyük kısmı Danimarkalı olmak üzere, yabancılarındı ve tahmin
edeceğiniz üzere sitenin adı da elbette Türkçe değildi. Değeri beşyüzbin
ile bir milyon lira arasında değişen villaların sahipleri arasında hiç
Türk olmadığını şaşkınlıkla öğrenip nedenini sorduğumuzda aldığımız
yanıt bizi şaşkına çevirdi;
“-
Villaların hiç Türk sahibi yok çünkü ‘Onlar’ düzeni bozuyor. Bu yüzden
yabancı villa sahipleri Türkleri istemiyor. ‘Onlar’a satılması tamamı
satılmayan villaların yabancılarca alınmasını riske sokacağı için de
müteaahhit Türklere satmıyor!”
Dostum dostum güzel dostum,**
Bu ne beter çizgidir bu?
Bu ne çıldırtan denge?
Yaprak döker bir yanımız,
Bir yanımız bahar, bahçe…
Yine; “Su elin, çeşme elin, tekne Atçalı Kel’in”di ama bu kez “niyet”
aynı değildi. Memleketimizin bu cennet köşesinde (ve belki daha birçok
yerinde), bu memleketin evladı ekmeğini yiyip suyunu içtiği ülkesinin
toprağına yaptığı “villa”ları kendi insanına satmıyor ya da satamıyordu.
Oysa aynı Türkler bu villaları
çepeçevre saran, kendi insanına servet ya da düş, yabancılara ise; kendi
ülkelerinde kiraya verdikleri evlerinin üçte bir kirası ile bütün kışı
geçirdikleri, aslında yılın her günü emirlerine amade “ganimet” “all
exclusive” (herşey dahil) sayısız turistik tesiste; günde 12 saat, büyük
bir tevekkülle, çoğunlukla sigortasız, ayda 700 lira karşılığında
“Onlar”ın güven içinde yaşayabilecekleri “düzen”i sağlamaya
çalışıyorlardı…
***
Eskiden ilkokullarda “Yerli Malı Haftası”
kutlardık hatırlarsınız… Evde analarımızın kınalı elleriyle emek emek
hazırladığı darı patlağı, çitlembik, iğde, incir, ceviz, döngel, elma ve
portakallar, türlü tahılın kavrulup eldaşında ezilerek unufak edildiği,
içine şeker katıp kaşıklayınca abimle birbirimizin gözünü hedef alıp “papaz” derken gülmekten menzili şaşırdığımız “çekilik”ler sıraların üstüne yayılınca gözümüz doyar, gönlümüz zenginleşirdi…
Çoktandır,
yıllarca kutsayıp kutladığımız haftaya adını veren yurdun mallarının
yerini “popcorn”lar, “wafels”lar, “pancake”ler almış, yılda bir kez de
olsa gitmekle kendimizi “şanslı” saydığımız, Türk Kahvesinin “ekstra” ve
hayli pahalı olduğu tesislerimizde hatırımız en adisinden
“nescafe”lerle sayılmaya başlar olmuştur. Bize ait çok az şeyin kaldığı,
onların da hızla yozlaştığı bu tesislerde başımız zebil edilmiş
kalitesiz, belki de kaçak içeceklerle, midemiz en ucuzundan
“yemek”lerle, hemen her yerde kulağımıza dayatılan, özümüzden uzak
cısdak cısdaklarla doldurulmaktadır. Her şeye rağmen “tatil”den sonra
yollandığımız “reception”larında defterimiz dürülüp uzun ince bir yola
revan olurken Anadolumuzun binlerce yıllık emeği, sabrı, güzellikleri ve
yaşanmışlıkları ardımızdan yas tutmaktadır. Her geçen gün yabancı
kültürlerin yıkıcı istilasına uğrayan değerlerimize sahip çıkmadıkça
kendimize ve biribirimize yabancılaşmamız kaçınılmazdır.
Haftasını kutlayacak “Yerli Malı” malına hasret kaldığımız, ülkenin bütün olanaklarının yabancılara “seferber”
edildiği, kendi insanımızdan hiçbir üstünlüğü olmadığı halde yaşamın
her alanında her türlü iyi niyet, yardım ve önceliğin sağlandığı şu
günlerde tanık olduğumuz bu olay çok üzücü ve düşündürücüdür. Acaba
yaptığı konutları kendi milletine satamayan yüklenici bu durum hakkında
ne düşünüyor, üzülüyor mudur, bilmiyorum? Ama çok iyi bildiğim bir şey
var ki; dara düşse, yüreği yansa bizim ciğerimiz yanar, yarasını o “düzenli” müşteriler değil biz sararız…
Çalışmadan yiyenlerin, derimizi giyenlerin,
Nice; “benim!” diyenlerin, ne izi, ne tozu kaldı…
Herşeye
rağmen umutsuz değiliz, olmayacağız. Bütün bunları atalarımızdan
devralan bizler bu mirasa sahip çıkmıyor sanılsak da yeri gelir onlar
gibi canımız pahasına sahip çıkar, yine ve daha güzelini yaparız.
Anadolu’da o “yabancı”ların akıl sır erdiremediği, hayal bile edemeyecekleri öyle ilahi bir “düzen”
var ki biz ona inancımızı hiç yitirmedik, yitirmeyeceğiz… Ve bu düzeni
korumak için hepimiz daha çok çalışacak, nöbet yerimizi terketmeyeceğiz…
Şimdilik onların teknesine aksa da suyun gözesi biziz, çeşme bizimdir. Onlar konuk gelir, “geldikleri gibi de giderler” ama biz buraların asıl ve asil “yerlisi”yiz. Ve bilmeyenler iyi bilsin, bilenlere de selam olsun ki; kendi ülkemize, değerlerimize, hele hele -tek tük aykırımız olsa da- birbirimize “yabancı”laşmaya hiç niyetimiz yoktur. Gerektiğinde herşeye rağmen nasıl tek yürek olduğumuzu da çok iyi bilirler…
Dilimizde
emdiğimiz helal sütlerin tadı, gönlümüzde vatan sevgisi ve gelecek
güzel günlere inancın destanını yazan atalarımız, damarlarımızda muhtaç
olduğumuz kudretin mevcut olduğu asil kanımız, elde olan varımızla;
“Yerli Malı Haftamız Kutlu Olsun…”
* Alevi - Bektaşi Babası, Ozan, UNESCO Yaşayan İnsan Hazinesi: Dertli DİVANİ
** Hasan Hüseyin KORKMAZGİL
BU ÜLKE BİZİM , HARAMİLER GELDİKLERİ GİBİ GİDECEKLER
YanıtlaSil