18 Ocak 2013 Cuma

“SU ELİN, ÇEŞME ELİN, TEKNE ATÇALI KEL’İN”






İlk Yayın tarihi: 11.12.2010

 


Nazilli’den Aydın’a doğru giderken, adını kimi tarihçilere göre; “Büyük halk önderi”, kimilerine göre ise; “Eşkıya” olarak nitelenen “Atçalı Kel Mehmet”e de (1780- 1830) veren “Atça Kasabasından geçersiniz. 

Fakir bir zeybek olup çiftliklerde ırgatlık yaparak yaşamını sürdürmekteyken, Atça’nın varlıklı kişilerinden birinin kızına sevdalanır Kel Mehmet... Kızı istediğinde büyük bir hakaretle karşılaşıp üstüne üstlük, ağanın adamları tarafından dövülünce birkaç kişiyi yaralayarak dağa çıkar. Devletle veya bölgenin varlıklı ağalarıyla sorunları olan birçok kişi de o’na katılır. Zamanla Aydın ve çevresinde “Atçalı Kel Mehmet Efe” adıyla nam salar. Bu arada sevdiği kızın babası, kızını bir başkasıyla evlendirmek istediğinde damat adayını dağa kaldırarak yüklü miktarda fidye alır ve kızın evlenmesini engeller. Sevdiği kızı kendisine vermediği gibi hep düşmanlık eden babasını da hapisten kaçırır.

Aydın bölgesinde vali ve devletin diğer ileri gelenlerinin baskısından bıkan köylülerden de destek görerek gücünü her geçen gün artırır. Kapatılan Yeniçeri Ocağı askerlerinin de katılması sonucu sayısı binleri aşan büyük bir güce sahip olur ve Aydın çevresinde büyük bir ayaklanma başlatır.

Atçalı Mehmet'im bilsinler beni,
Yoksulun yanında görsünler beni.
Koyarım bu yola tatlı canımı,
Dünya bir olsa tutulmam gari.

Kel Mehmet'in liderliğindeki, Atçalı Kel Mehmet İsyanı “Aydın İhtilali” (1829 - 1830) Osmanlı İmparatorluğu’nda bilinen bütün ayaklanma ve isyanların aksine zeybek, yörük, esnaf ve alt tabakadan insanların tek yürek katıldığı bir halk hareketi olma özelliği taşır.

İsyandan sonra hakim olduğu bölgeyi eşitlikçi esaslara göre idareye etmeye başlayan Atçalı; “Vali-i Vilayet, Hademe-i Devlet, Atçalı Kel Mehmet” yazan bir de mühür bastırarak kendini vilayetin valisi, Devletin hademesi ilan etmiş, Padişaha ve devlete bağlılığını bildirmiştir.

Zulüm ve haksızlıklardan bıkıp usanan halk; kendisine umut olan, onlara hakça bir düzen kurup dertlerini bölüşen,  10 Haziran 1830’da Aydın’ın devlet güçleri tarafından geri alınması üzerine çıkan çatışmada öldürülen efe için efsaneler anlatmış, türküler yakmış.

Bir rivayete göre;

 Atçalı bir gün dağda yalaksız bir çeşme görmüş, hemen önüne bir yalak yapılmasını istemiş. Kızanları hemen ağaçtan bir su teknesi yapıp çeşmenin önüne koymuşlar. Yapılan işin doğal olarak kendisine maledilmesi üzerine olsa gerek Kel Mehmet Efe teknenin üstüne şu muzip dizeleri işlemiş:
 
Başını kaşımaya eli değmezdi Kel’in,
Su elin çeşme elin,
Tekne Atçalı Kel'in.

        Anlatının bir başka çeşitlemesi de (varyant) bugünkü Atça İstasyonunda kurulu bir çeşme ile ilgili olarak anlatılır. Çeşmenin üzerinde: 

        "Suyu elin, çeşmesi elin, tası Atça'lı Kel'in" sözü yazılıdır. Hikâyesine gelince;

       Kadının birisi kocası erken ölünce onun hayratına bu çeşmeyi yaptırır, oluğunun yanına da suyun rahat içilmesi için kalaylı bir tas koydurur. Fakat o tas orada durmaz çünkü birileri o tası hep çalarmış. Atça'lı Kel'in "Halk günleri"nden birinde çeşmeyi yaptıran kadın bu durumu Atça'lı Kel'e arz eder. Atça'lı Kel maruzatı dinler ve;

        "- Çeşmenin alnına şu sözü yazdırın," der.O günden  sonra korkudan hiç kimse "o" tası çal(a)maz... 
 
Atçalı Mehmet Efe’nin yaşamı hakkında daha fazla bilgi edinme işini gönlünüze, kişiliği ile ilgili değerlendirmeyi yüreğinize bıraktıktan sonra bu sözünü aklıma neyin getirdiğini anlatayım:

Kasım ayı başında Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü tarafından Türkiye’nin dörtbir yanında görev yapan Halk Kültürü Araştırmacıları için düzenlenen bir hizmetiçi eğitim seminerine katıldık.

Kaldığımız yer Alanya’nın Konaklı Beldesi’ndeydi. Oraya yaklaşırken Anadolu’da doğmuş olmaya binlerce kez şükrettiren Emişbeleni, Baklabeleni gibi Yörük Kültürüne ait, sevimli adların verildiği yerlerden geçtik. İnsanda tam da; Anadolu Kültürü’nden umudunu kesmeme hissi uyandıran bu “bizden” yerleri geçer geçmez sağlı sollu sıralanan yabancı isimli oteller, dükkânlar, araçlar ise bizi bu düşten çarçabuk uyandırdı.


Yaşanılası Dünya’nın ne tadı ne tuzu kaldı.*
Ömür denen şu zamanın, çoğu gitti, azı kaldı…

Otelin kapısında Ankara’dan o sabah gelen arkadaşlarımızın, uzun zamandır kanser tedavisi gören meslektaşımız Meltem’in yasının bürüdüğü buğulu gözleri karşıladı bizi. Yine meslektaşımız Alparslan’ın eşi ve 10 yaşındaki Güneş’in annesi sevgili Meltem’i kaybetmenin hüznü çöktü programa… Bazı arkadaşlar izlerinin üstüne Ankara’ya dönüp arkadaşımız için “son görev”e gittiler. Şavkı bol olsun, Allah kalanlarına sabır ve güç versin. Sonra hep olageldiği gibi ateş en çok düştüğü yeri yaktı, bize biraz yavaşlamış gibi gelse de zaman bildiğini işledi.

Oldukça yoğun seminer programı Genel Müdürümüz Sayın Mahmut EVKURAN’ın Anadolu Kültürüne sıcacık bir güzelleme yaptığı açış konuşması ile başladı. Bilgi, söylediklerine inanmış bir yürekten dolanıp geliyorsa tadına doyulmuyor. Bizlere UNESCO tarafından 1972 yılında “Doğal ve Kültürel Dünya Mirasının Korunması Sözleşmesi” ile başlayıp sürdürülen çalışmalardan 2003 yılında ülkemizin de taraf olduğu “İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Sözleşmesi”ne uzanan süreci özetledi. Bu sözleşme ile mesleğimizin artan önemi yanında Anadolu denen eşsiz hazineyi araştırırken; “Denizcinin değerinin karşılaştığı fırtınalarla değil gemisini limana yanaştırıp yanaştıramadığı ile ölçüleceği” noktasındaki sorumluluklarımızı da anımsattı. Tespit etmek ve milletçe korumak zorunda olduğumuz bu değerlerin kültürel kimliğimiz, tarihi mirasımız, ulusal birlik ve geleceğimiz olduğunu da…

  Seminer saatleri dışında er sabah veya akşamüstleri çevrede gezintiler yaptık. Bu gezilerden birinde Ortaçağ kiliselerinde olduğu gibi yüksek, kusursuz kuru duvarlarla çevrili bazı villalar dikkatimizi çekti. Bir akşamüstü arkadaşlarla bu villalara doğru yürüdük. Kapısında bağlı irice köpek olmasa bile insana az ötede durması gerektiğini hissettiren bu villaların sahiplerini merak ettik. Köpekten giremediğimiz, turizm sezonu bittiğinden çevrede soracak kimse de bulamadığımız için çaresiz arkasındaki benzer duvarlarla çevrili ve daha ihtişamlı olanlara yöneldik. Kapıdaki bekçiye heyecanla, bu muhteşem yapıların mimarlarını ve sahiplerini sorduk. Ancak aldığımız cevaplar bizi çok mutlu etmedi.

Alanyalı bir yüklenici (müteahhit) tarafından 30 dönüm üzerine yapılmış 74 muhteşem villadan oluşan bu sitede satılan “malikâne”lerin tamamı, büyük kısmı Danimarkalı olmak üzere, yabancılarındı ve tahmin edeceğiniz üzere sitenin adı da elbette Türkçe değildi. Değeri beşyüzbin ile bir milyon lira arasında değişen villaların sahipleri arasında hiç Türk olmadığını şaşkınlıkla öğrenip nedenini sorduğumuzda aldığımız yanıt bizi şaşkına çevirdi;

“- Villaların hiç Türk sahibi yok çünkü ‘Onlar’ düzeni bozuyor. Bu yüzden yabancı villa sahipleri Türkleri istemiyor. ‘Onlar’a satılması tamamı satılmayan villaların yabancılarca alınmasını riske sokacağı için de müteaahhit Türklere satmıyor!”


Dostum dostum güzel dostum,**
Bu ne beter çizgidir bu?
Bu ne çıldırtan denge?
Yaprak döker bir yanımız,
Bir yanımız bahar, bahçe…

Yine; “Su elin, çeşme elin, tekne Atçalı Kel’in”di ama bu kez “niyet” aynı değildi. Memleketimizin bu cennet köşesinde (ve belki daha birçok yerinde), bu memleketin evladı ekmeğini yiyip suyunu içtiği ülkesinin toprağına yaptığı “villa”ları kendi insanına satmıyor ya da satamıyordu. Oysa aynı Türkler bu villaları çepeçevre saran, kendi insanına servet ya da düş, yabancılara ise; kendi ülkelerinde kiraya verdikleri evlerinin üçte bir kirası ile bütün kışı geçirdikleri, aslında yılın her günü emirlerine amade “ganimet” “all exclusive” (herşey dahil) sayısız turistik tesiste; günde 12 saat, büyük bir tevekkülle, çoğunlukla sigortasız, ayda 700 lira karşılığında “Onlar”ın güven içinde yaşayabilecekleri “düzen”i sağlamaya çalışıyorlardı…

***
 

Eskiden ilkokullarda “Yerli Malı Haftası” kutlardık hatırlarsınız… Evde analarımızın kınalı elleriyle emek emek hazırladığı darı patlağı, çitlembik, iğde, incir, ceviz, döngel, elma ve portakallar, türlü tahılın kavrulup eldaşında ezilerek unufak edildiği, içine şeker katıp kaşıklayınca abimle birbirimizin gözünü hedef alıp “papaz” derken gülmekten menzili şaşırdığımız “çekilik”ler sıraların üstüne yayılınca gözümüz doyar, gönlümüz zenginleşirdi…

Çoktandır, yıllarca kutsayıp kutladığımız haftaya adını veren yurdun mallarının yerini “popcorn”lar, “wafels”lar, “pancake”ler almış, yılda bir kez de olsa gitmekle kendimizi “şanslı” saydığımız, Türk Kahvesinin “ekstra” ve hayli pahalı olduğu tesislerimizde hatırımız en adisinden “nescafe”lerle sayılmaya başlar olmuştur. Bize ait çok az şeyin kaldığı, onların da hızla yozlaştığı bu tesislerde başımız zebil edilmiş kalitesiz, belki de kaçak içeceklerle, midemiz en ucuzundan “yemek”lerle, hemen her yerde kulağımıza dayatılan, özümüzden uzak cısdak cısdaklarla doldurulmaktadır. Her şeye rağmen “tatil”den sonra yollandığımız “reception”larında defterimiz dürülüp uzun ince bir yola revan olurken Anadolumuzun binlerce yıllık emeği, sabrı, güzellikleri ve yaşanmışlıkları ardımızdan yas tutmaktadır. Her geçen gün yabancı kültürlerin yıkıcı istilasına uğrayan değerlerimize sahip çıkmadıkça kendimize ve biribirimize yabancılaşmamız kaçınılmazdır.

Haftasını kutlayacak “Yerli Malı” malına hasret kaldığımız, ülkenin bütün olanaklarının yabancılara “seferber” edildiği, kendi insanımızdan hiçbir üstünlüğü olmadığı halde yaşamın her alanında her türlü iyi niyet, yardım ve önceliğin sağlandığı şu günlerde tanık olduğumuz bu olay çok üzücü ve düşündürücüdür. Acaba yaptığı konutları kendi milletine satamayan yüklenici bu durum hakkında ne düşünüyor, üzülüyor mudur, bilmiyorum? Ama çok iyi bildiğim bir şey var ki; dara düşse, yüreği yansa bizim ciğerimiz yanar, yarasını o “düzenli” müşteriler değil biz sararız…

                                                                                   
Çalışmadan yiyenlerin, derimizi giyenlerin,
Nice; “benim!” diyenlerin, ne izi, ne tozu kaldı…

Herşeye rağmen umutsuz değiliz, olmayacağız. Bütün bunları atalarımızdan devralan bizler bu mirasa sahip çıkmıyor sanılsak da yeri gelir onlar gibi canımız pahasına sahip çıkar, yine ve daha güzelini yaparız. Anadolu’da o “yabancı”ların akıl sır erdiremediği, hayal bile edemeyecekleri öyle ilahi bir “düzen” var ki biz ona inancımızı hiç yitirmedik, yitirmeyeceğiz… Ve bu düzeni korumak için hepimiz daha çok çalışacak, nöbet yerimizi terketmeyeceğiz…

Şimdilik onların teknesine aksa da suyun gözesi biziz, çeşme bizimdir. Onlar konuk gelir, “geldikleri gibi de giderler” ama biz buraların asıl ve asil “yerlisi”yiz. Ve bilmeyenler iyi bilsin, bilenlere de selam olsun ki; kendi ülkemize,  değerlerimize, hele hele -tek tük aykırımız olsa da- birbirimize “yabancı”laşmaya hiç niyetimiz yoktur. Gerektiğinde herşeye rağmen nasıl tek yürek olduğumuzu da çok iyi bilirler…

Dilimizde emdiğimiz helal sütlerin tadı, gönlümüzde vatan sevgisi ve gelecek güzel günlere inancın destanını yazan atalarımız, damarlarımızda muhtaç olduğumuz kudretin mevcut olduğu asil kanımız, elde olan varımızla;

“Yerli Malı Haftamız Kutlu Olsun…”


* Alevi - Bektaşi Babası, Ozan, UNESCO Yaşayan İnsan Hazinesi: Dertli DİVANİ
** Hasan Hüseyin KORKMAZGİL




1 yorum:

  1. BU ÜLKE BİZİM , HARAMİLER GELDİKLERİ GİBİ GİDECEKLER

    YanıtlaSil