İlk Yayın tarihi: 24.03.2011
Bahar gibi bir kışı tam “atlatacakken” kapıdan
baktırıp kazma kürek yaktıran, Antalya’ya bile sulu sepken kar yağdıran
Mart’ın ortasındaki günlerden biriydi. Daha camızı eşinden ayıran “aprılın beşi”
gelmediği halde bu birkaç günlük sıkıya gelemeyen, günlerdir sıkıntıdan
patlayan Güneş Hanım güleç yüzü ile evrene arzı endam ediyordu. Yollar
sağlı sollu taze, arsız otlar arasında “seviyor” diye fısıldayan
papatyalar ve utangaç anemonlarla bezeliydi.
Günler önce TRT Antalya Radyosu’ndan yapımcı Sevgili Canan KELEŞ
aramıştı. Yazılarımı okuduğunu, yaptığım işe ve anlatımıma duyduğu
muhabbetten açtığı söz yöre kültürünü turalarken Serik Çandır’da yaşayan
ve “Berbat Usta” diye tanınan bitirim demirciye gelmişti. Canan
Hanım’la 27 Mart’ta yapacağımız radyo programına kadar tanımalıydım
Usta’yı. Çok da iyi etmişim, ortaya sizinle paylaşacak birçok güzellik
çıktı.
O’na doğru yaklaşırken okuduğum Osman Şahin öykülerinde
anlatılanlarla daha görmediğim bu sıradışı insan arasında gelgitler
yaşıyor, O’nu tezgâhının başında aklının heybeti ile düşlerken “Son
Yörük” gibi binlerce güzelliği düşleyicisi büyük ustaya öykünen yeni
öyküler kuruyordum. Yüzlerce kez geçip Çandır’a gittiğini bilmediğim
sapaktan itibaren, O’nu sorduğum herkeste tanırken, kurgusuna başladığım
öyküler düşüncelerimin gerisinde tıkır tıkır işliyordu.
Bir usta tanıdım, lakabı “Berbat”
Ne yüreği kötü, ne özü hoyrat.
Takdir edilmemiş güttüğü gayret,
Zay’olan ömürün biri de O’nun.
Ne yüreği kötü, ne özü hoyrat.
Takdir edilmemiş güttüğü gayret,
Zay’olan ömürün biri de O’nun.
Duvarında tarif edildiği gibi “BERBAT” yazan “sıcak
demirci” dükkânına vardığımızda bir müşteri ile helalleşiyordu. O’nun
uzattığı parayı bütün doğallığı ve; “Allah seni parasız ve garısız
gomasın” dileğiyle alıp uğurlarken bizi selamladı. Biz lafın ucuna o
sözden tirkenince (eklenince) devam etti;
“İnsanların aklının dadı var emme gözünün dadı yok, gözüle akıl birleşip de ileriyi görmedikden sonra neye yarar?”
Bunu somutlaştırıp hemen yaşama bağladı “ustadan içeri usta”;
“Bizim Serik’te bi devlet hastanesi yapıldı, Antalya’da yok, öyle lüks.
Gel gelelim koridorundan 3 gişi yan yana geçemeyor. Devletin memuru
bunu zamanında düşünemeyor mu?
Zamanında Atatürk’e; “Kızılay Caddesindeki yolun genişliğini
ne kadar yapalım?” diye sormuşlar. “100 metre yapın” demiş. “Ula bu
zeroş (sarhoş) herala demiş, getmişler. Ertesi gün sorduklarında gene
aynısını deyince anlamışlar ki zeroş değil. Hindi ne gadar haklı olduğu
ortada.
Bir insanın en zayıf yeri gözüdür, ileriyi göremiyor. Bi sivrisineğin
bile gözü yatdığın cibindirikde girecek yeri arayıp buluyor. Fakat
garnı doydumu o da şaşırıyor, girdiği yeri bulamıyor, işin içinden
çıkamıyor. İnsanoğlu da işde öyle,”
Böylece başladığı sohbetin tadı körükteki ateşten, altına
attığımız sandalyelere kurulduğumuz güneşe dek uzadı, Cuma selası
duyulana kadar bazı acı, bazı umutlu sürüp gitti. “Berbat Usta kimdir?”
sorumuzu; “Aslen Akbaş’lıyım, resmen Çandır Beldesi’nde oturuyorum” diye
yanıtlayarak kendini tanıtmaya başladı usta.
Altısında öksüz kalmış anadan,
Kayırmış yavruyu Ulu Yaradan.
O-bu bakmış O’na, çıkış aradan,
Acep ne çok sustu biçare yanın?
Kayırmış yavruyu Ulu Yaradan.
O-bu bakmış O’na, çıkış aradan,
Acep ne çok sustu biçare yanın?
Serik’e, bağlı Akbaş Köyü’nde doğar, küçük yaşta annesini
kaybettikten sonra yoksul ebesinin yanında büyümeye çabalar. Arkasızlık
ve imkânsızlıktan ancak ilkokula kadar okuyabilir, küçücük bedeni daha
anasızlığın yükünü kaldıramamışken bu kez çırağı olduğu demircinin
“ağır” ve “sıcak” işleri altında ezilmeye başlar.
Asker ocağına gidene kadar demircilik zanaatının her cefasını çeker.
Asker dönüşü ustası Almanya’ya gidince kendi dükkânını açar. Anlattığına
göre o zamanlar insanların elinden emekli olduğu, el sanatları ve
sanatkârlarının altın çağlarını yaşadığı zamanlardır. Çandır’da ustanın
da içinde olduğu çarıkçı, semerci, bakırcı gibi birçok zanaatkârın
dükkânlarının topluca bulunduğu mahallenin adı da “Hünerli
Mahallesi”dir. Usta bir gün bu kadar “hünerli” insan arasında fark
yaratabilmek için “bişey yapmalı” diye düşünür, düşünür, düşünür...
El çocuğu bozmuş, O yapıp çatmış,
El melekesine aklını katmış.
Uykuya mucize düşüyle yatmış,
Irahat düşmemiş payına senin.
El melekesine aklını katmış.
Uykuya mucize düşüyle yatmış,
Irahat düşmemiş payına senin.
1970-80’li yıllarda yörede o yıla kadar en çok ekilen pamuğu
taşımaktan bezgin düşen toprakların verimini artırmak için, devletçe
susam, soya, mısır gibi çeşitli tarım ürünlerinin ekilmesi salık
verilir. O zamanlar bu ürünlerden biri olan susam ekimi makinası
olmadığı için elle yapılmakta, ekerken metrekareye 1/2 ile 1 kg. kadar
tohum atılmakta, bunların toprak üstüne çok yakın ekilenleri ile çok
derine düşenleri de telef olmaktadır. Bunun üzerine gecesini gündüzüne
katıp kafa yormaya başlayan, çiftçiler ve kafadengi arkadaşları ile
fikir alışverişi yapan genç usta uzun deneme yanılmalar sonucunda
metrekareye önce 250, daha sonra 155 ve en sonunda 133 gr. tohum
atabilen bir tohum ekme makinesi (mibzer) yapmayı başarır.
Ve bu alet ile birinin tarlasına ilk defa susam ekilir. Gelin bunun öyküsünü kendisinden dinleyelim;
“Bi müşderim geldi, susam cizmek için bu aleti götürdü, 30
dölüm bi yer ekdi. Ekdi emme sonra gelip; “Ulan senin aletin batsın,
benim tarlamı boş goydun ya! 133 gr. bişey düşdü dölümüne. Böyle verim
mi olur heç?” dedi. Gafa dutdu, üzüldü getdi. Bir ay sonra, susam
tarlalarında hava eyi olur, adam tüfeği omuzlamış da tarlaya getmişimiş.
“Abo vardıdım deyor, tarlayı bilemedim, keyfim çatdı. Amman arkadaş,
amman ha, o makinanın ayarını bozma. 1 kilo, yarım kilo atmak varken 133
gr. düşürmek yani böyük bir başarı”
Bununla da yetinmez, ardından soya fasülyesi ve mısır ekme
makinaları, tir yapmak, camekan yalakları kazmak için aletler yapar.
Bunun üzerine bilcümle “hünerli”ler buyurur;
“Bu öyle berbat bir usta ki, insandan gayrı herşeyi yapar.” O günden
sonra O artık dostu için başka, düşmanı için bir başka, “Berbat
Usta”dır. Kendi deyimiyle; “kötünün de kötüsü, eyinin de eyisi.”
Çalışıp üretmiş hem kafa yormuş,
Kalfasına “usta”, eve “er” olmuş.
Berekete giden yolları görmüş,
Durup dinlenmemiş yüreğin, tenin.
Kalfasına “usta”, eve “er” olmuş.
Berekete giden yolları görmüş,
Durup dinlenmemiş yüreğin, tenin.
Adı gibi cebi de “berbat” olan usta kendi ölçeğinde büyük bir buluş
olan bu aletlerin yenilerini yapamaz ama yaptıklarını kiraya verip
emeğinin karşılığını almaya uğraşır. Bir yandan dükkânında günlük
işlerini yapmaya, iyi kötü yurt yuva tutmaya çalışır, çoluk çocuğa
karışır. Gel zaman git zaman da “müstahak’ını” bulur. Kendisini şikâyet
eden “dostları” sayesinde vergi dairesine çağırılıp tepesindeki
“aydınlatıcı” lambanın şavkında sorulur;
“Ula sen usda mısın? Demirci misin? İmalatçı mısın? İmalatcıysan hani ruhsatın? Demirciysen işine bak, ne bunla uğraşıyon?”
“Hadi bi ceza bana. 6.5 milyar. Eee, ileri getdi deyi burnuna
vuruyorlar insanın. Benim bu yapdığım aletler çiftcinin iyi hizmetine
yaradığı halde, daha geliştirileceği şekilde teşvik edilmesi gerekirken
sus-pus etdiriliyor.
“Etmen, eylemen, 6.5 milyar benim yıllık gelirim. Eee bu
şikayet eden gelsin, 6.5 milyarı ona bari veren de kiraya, ben 6.5
milyarı alan, oturan şuraya. O çalışdırsın bu gazanç varısa” diyorum.
“Ayda 10 milyar lira gazanıyor bu” diye şikâyet etmişler. “Sen duygu
sömürüsü yapıyorsun, din istismarı yapıyorsun, dediler. Senile
uğraşamacaz, hadi yallah, yatıracasın!” Eee nedelim, öte bocaladım, beri
bocaladım. Bereket bi vergi barış yasası çıkdı da çağırdılar gene vergi
dairesinden; “gel şu formülleri doldur da 2.5 milyar cezayı yatır.”
Yatırdık geldik. İşde adam böyle olayları yaşamadığından bi kel
demircisin şurda. Mücadele etmesini, savunmasını, yasaları bildiğin yok.
Bilseydim yasalara arzetdiridim. Keşifini isderdim. Benim takdir yerine
gördüğüm, demesi ayıp; “.ikdir”
Eee adam cahillik kötü işde. Hindi; “eğitim 8 yıla çıkdı”
dediler, bazıları ayaklandı. Ulan cahillik ne gazandırıyo adama? 8
yıllık eğitim okumuş olsaydım mücadele etmeye çalışırdım, gendimi belki
gurtarırdım. Belki o 2.5 milyarı yatırmaz, devletden kredi de alırdım”
Bunun üzerine hassas kalbi bu haksızlığa isyan edip grev kararı alır,
“görülen lüzum üzerine” bazı damarları tıkar. Sonrasında geçirdiği
bay-pas ameliyatını değerlendirirken;
“Üzüntü hasdalıkları alevlendiriyor. Kendini savunamıyorsun, mağdur duruma düşüyorsun” der. Çaresi mi? Elbette onu da bilir;
“İnsanlara 50 yaşından sonra en iyi ilaç; perhizle moral”
“40 yaşında olsaydım şimdi bilgisayar kursuna gedecekdim.
Biraz daha devletin imkânlarından yararlanıp aletlerimi gelişdirmeye
çalışacadım. Tarım sekdöründe aletler yapdım amma ne fayda üretemedikden
sonra. Yaratıcı olup da üretici olmadıkdan sonra bi gıymatı yok.” Sonra
her alanda dışa bağımlılığımıza dair dertlerini döker;
“Tarımda ihtiyacımız olan aletler dışarıdan niye gelsin? Bizde usta yok mu? Birlik olsak neler yapmayız?
” Bu bakımdan ilkokulda öğrendiği, birbirine bağlanıp önlerine ot
atılan eşeklerin otu yemek için önce ters yönlere asılan ama daha sonra
ayılıp teker teker yeme çözümünü bulan fotoğrafını anımsatıyor bize.
Sorunu uzlaşma ve güçbirliği ile nasıl aştıklarını imrenerek anlatırken
hayvanlardan ders alacağımız çok şey olduğuna dikkat çekiyor.
“Bizim
milletimiz iki şeyden korkutulmuş. Birisi İslami kurallar, birisi
ambargo meselesi. Ben derim ki; Ambargo kalkındırır memleketi. Bizim 30
yıl ambargoya ihtiyacımız var. Bize 30 yıl ambargo uygulallarsa kendi
imkânlarımızı, kendi çarelerimizi arayıp kendi ihtiyaçlarımızı kendimiz
karşılamaya çalışırız.”
Meslek yaşamı boyunca kullandığı araç gereçten, tanık olduğu
teknolojik gelişime anılarını bir bir yoklarken demircilik sanatının
inceliklerini soruyoruz. Bölgede “avadanlık” denen balta, tahra, orak
gibi tarım aletlerini yapmak için kullanacağı hammaddenin direncini,
çeliğin sertliği, ısıtma sırasında aldığı renge göre verilecek suyun
zamanı ve miktarı ile aletin kullanacağın yere dirençli olup olmadığına
göre ayarlamanın püf noktalarını anlatıyor. Sözün başına dönerek
meslekte olması gereken nezaket kurallarını anımsatıyor;
“Sanatta memnuniyet garşılığı insanı neşelenecek bazı
telafuzlar, sözler vardır. Mesela parasını aldığım bi bekarısa; “Bereket
versin, sevdiğine gavuş”, normal yaşda biriyse, evliyse; “Bereket
versin, Allah seni parasız, garısız gomasın.” Yaşlı bi hasdaysa;
“Bereket versin. Allah seni yatağa düşürüp çora çocuğa muhtaç etmesin”
denir. Bunu da her sanatkâr incelikli, ayrıntılı söylemez. Aslında bunu
söylersen memnuniyet olur. Gönül kazanmak para gazanmakdan daha
hatırlıdır.”
İnsanca yaşamayı önemsiyor ve bunu şunlara bağlıyor; “Bi
insanın cebinde parası olusa, evde garısı olursa, bilhassa eve
vardı(ğı)nda avrat seni yüzü güleç garşıladımı dünya da senin, ahret de
senin. Eve vardında avrat alnı gırışık, yüzü buruşuk yüzüne bakarsa
hayatın dadı olmaz”
Hakkını vermemiş bu devran sana,
Ne çare ki düzen güçlüden yana.
Kalsın senin davan Ulu Divan’a,
Tek kârın; herkesçe bilinir şanın.
Çıraklar yetiştirmiş bu insana işinin geleceği hakkındaki düşüncesini, düşünü sorunca yarasını deştiğimiz anlıyoruz;
“Çok zorluk çekdik. Ceyranı bırak jeneratörün olmadığı, elle körük
çektiğimiz zamanlardan geldik. Hindi hepsi golaylaşdı emme ben
esgidikden sonra neye yarar? Bu sefer demirçilik sanatı köhneleşdi.
Çırak da yetiştirdim, onlar da bırakdı. Oğlumda da goyduğum yerden devam
edecek bi gabiliyet yok. Ben öldümmü bu iş bitecek.”
“Berbat Usta” gibi özgün bir duruşu olan, her sözü ibretlik bir insanı bir yazıya sığdırmak güç. Kitap gibi, çevirip çevirip okunması gereken insanlardan biri. Yaşamın birçok alanında söyleyecek “sözü” var. Türkiye ve Dünya’da olumsuz hava koşullarının yaşandığı o günlerde iki yanına bakıp çevremizdeki güzellikleri betimliyor;
“Berbat Usta” gibi özgün bir duruşu olan, her sözü ibretlik bir insanı bir yazıya sığdırmak güç. Kitap gibi, çevirip çevirip okunması gereken insanlardan biri. Yaşamın birçok alanında söyleyecek “sözü” var. Türkiye ve Dünya’da olumsuz hava koşullarının yaşandığı o günlerde iki yanına bakıp çevremizdeki güzellikleri betimliyor;
“Bura ne gadar gözel, bizim memleketimiz. Kendi düşüp de
tohum kendi bitiyo, kendi meyve veriyo. Hele bizim bu Serik bölgesi. 15
dakgaya şu daya (dağa) çıkarsın, 15 dakgaya denize, 15 dakgaya şu
ormana, 15 dakgaya da şu ormana varısın. Bu memleket Türkiye’nin en
gözel, en verimli nokdası. El garın buzun içinde değil mi şimdi? Bak şu
güzel havaya, Temmuz’un havası gibi hava, ne gadar gözel. İşde Allahın
nimeti ne gadar bolusa, Allahın nankör kulu da orda. Ne gadar nimetli
yeriyse de insanımız tembel. Bizim bu yerli millet var(y)a oturu gaveye,
hükümetin aleyhinde geder. Ula sen bi aileyi çeviremiyosun, hükümetin
aleyhinde gediyosun”
Nasıl bilim adamları, aydınlar, ozanlar halkın derdini kendi derdi bilip çalışmışlarsa “Berbat Usta” da alamadığı kıt eğitime rağmen aklı ve gıpta edilecek çabası ile kendi insanının derdine deva, yarasına merhem olmuş. Ama ne çare ki, Anadolu’da sayıları pek de az olmayan “güzel ve yalnız” kader arkadaşı gibi hak ettiği değeri görememiş.
Sağlık ve huzur dışında iki muradı var “Berbat Usta”nın;
Biri şimdiye kadar yaptığı eserleri memleketi Serik-Akbaş Köyü’nde
bulunan Zeytintaşı Mağarası’nın girişinde yapılacak bir etnografya
müzesinde mankenlerle canlandırıp sergilemek. Bunun için kaymakamlığa
başvurmuş ama olumlu yanıt alamamış. Başka bir yerde sergileme önerisine
ise; “Ya satın almaya burada Holivud varıdı, film stüdyosu.
Geldiler onlar para vermeye, vermiyorum. Bugün ben para bulsam, 50
milyar - 60 milyar verseler bana, 50 milyar beni uyutmaz. Hırsız
düşüncesi düşünürün. Nereye harcayacam, nasıl muhafaza edecem? E dosdun
da çoğalağoru, para isdemeye gelenler olur. Başıma telaşe olur benim.
Bunlardan ben zevk duyarım. Şurda durmasından. Adam sen de. Para insanın
hem dostu, hem düşmanı. Onun için öyle vermiyorum. Fakat köyümüze
olsa…” diyerek karşı çıkıyor. Diğer dileği de bilgisayar kursuna gitmek.
Bu konuda kendisi umutsuz ama bence kesinlikle yapabilir.
Umutsuzluğunda yaşadıkları, geçirdiği ağır ameliyat kadar “öldürücü
değil(y)a, üzücü hasdalık” sahibi iki çocuğunun derdi de var. Umarım
cümle muratlarına erer.
Sohbetin sonlarına yaklaşırken kendisine gençlere neler öğütlediğini
soruyorum. Kısa yoldan zengin olmaya heveslenip, çok para kazanacağım
diye yasadışı işler yapmayı, “devletin aleyhinde gitme”yi “kötü suçlar”
olarak nitelendirip işini övenlere şiddetle karşı çıkıyor usta ve diyor
ki;
“Çalış, üret, seni sen değil, sanatın, yarattığın eserler
övsün. Böyle olursan ayakta da durursun, hayatta da mutlu olursun. İşde
sanatta olsun, evlat yetişdirike olsun, çırak yetişdirike olsun, en
önemlisi kabiliyet meselesiyle disiplin.” Sonrasında uykunun ölümün,
rüyaların da ahiretin örneği olduğunu, insanın bundan ibret alması
gerektiği inancıyla yapılması gerekeni öğütlüyor;
“Kanaat etmek, sabır etmek, hayır - hasanatda bulunmak.”
Konuşmasında sık sık memleketimizi hâlâ kısır çekişmelerin böyle
yerinde saydırdığına dikkat çekerek birliğin, birlikten doğacak kuvvetin
altını çiziyor usta.
Eyvaz’ın gızına göründü böyle,
Eksiğini gözet, artığın söyle.
Dilerim ki aşkın deryasın boyla,
Cennet olsun senin mekânın, hanın.
Eksiğini gözet, artığın söyle.
Dilerim ki aşkın deryasın boyla,
Cennet olsun senin mekânın, hanın.
Geleceği geçmişin temelleri üzerinde yükselten, atasını ötesini
küçümseyip inkâr etmeyen vefalı nesiller, hepimiz Berbat Usta’ları
tanıyıp, ibret almalıyız.
Ah yüce gönüllü “Berbat Usta”m. Bunca büyük düşünmüşsün, n’ola kıymetin bilinseydi? Babacığımın dediği gibi;
“Yâr için öldüğüme gam yemem, öldüğümü bilseydi”.
Şiir: Öznur TANAL – 18 Mart 2011 ANTALYA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder