İlk Yayın tarihi: 13.10.2011
|
2011
Temmuzunun sonlarında, sıcaktan piştiğimiz günlerde geleneksel “Gardıç
Bıçağı” araştırması için Kumluca’nın Guzca Köyü’ne gitmiştim. Haftada
bir-iki dolmuşun gittiği köye Kumluca Kaymakamı Sayın Salih IŞIK’tan
yardım alarak ulaşabildim. Ancak yardım için çözüm beklerken Alakır
nehri kıyısındaki köylerden Karacaören’e gitmiştim. Köy muhtarın evinde
dostlarına ziyarete gitmek üzere benim gibi araç bekleyen Perihan
Hanım’la kesişti yolumuz. Derenin şırıltısı ile harmanlanıp insanı daha
da hafifleten serin yel oturduğumuz çardağı sarmalarken ben O’na
yaptığım işten hareketle Anadolu insanının güzelliklerinden,
“kerametlerinden” bahsediyordum. O bir yandan beni dinliyor, bir yandan
da her söze “kuzuumm” diye başladığı tatlı diliyle eşinin yurtdışındaki
görevi bittiğinde asistanım olup benimle köy köy gezeceğini anlatıyordu.
Buraların insanı olduğu için ordan aldığı bir yastığı başının altına
alıp teklifsiz dengildiği bir sırada birden kalkıp konuşmaya başladı;
- Hasan’la Hüseyin akkavağa saklandıklarında keklik onları ele vermek için uzata uzata;
- Hasan- Hüseyin akkavakta, Hasan - Hüseyin akkavakta!” diye ötünce guguk kuşu evecenlikle bunu olmazlamaya çalışmış;
- Yok-yok, yok-yok… Bunun üzerine Hızır A.S. ihbarcı kekliğe kızıp;
- Alay alay yumurtla, çift çift uç! Guguk kuşuna da;
- Tek tek yumurtla, alay alay uç! demiş. Yani kekliğe ceza, guguk kuşuna ödül vermiş.
Ardından sözü muhtarın babası Durmuş Amca aldı;
- Üveyik kuşu bi kızmış. Göçüp giderken onu yurtta bırakıp (ya da unutup) gitmişler, O’da arkalarından kuş gibi ötüp seslenmiş;
- Duron, duron!…
Bundan
sonraki araştırmada not alıp iyice bellediğim bu kuş öykülerini başka
öyküleri çağırmak için deyim yerindeyse yem olarak kullandım.
- Hikâye anlatılır mı köyünüzde?
- Biz öyle şey bilmeyiz? Ya da;
- Gaç,
borda hekaye anladacak zaman mı varıdı fakirlikden? dediklerinde
anımsatmak için bu kuş hikayelerini anlattım. Bunun üzerine çorap söküğü
gibi geldi gerisi.
Ayakları Ali’nin kanına bulanmış keklik hariç
Bütün kuşları severdik…
Bilmezdik uçağı, kuş sanırdık,
Türkülerimiz kuş üzereydi.
Alevler yağdı üzerimize sonra,
Türkülerimizi kuşsuz bıraktık.
Düşman olduk gökyüzüne,
Düşman olduk maviliğe…
Nusret GÜRGÖZ (Kuş Akardı Derelerimiz)
- Hasan’la Hüseyin
düşmanlardan gaçıyomuş. Bi gavak ağacının dibine geldiklerinde orda bi
boşluk varimiş ağaçda, ordan içeri girdiklerinde Cenab-ı Allah ağacın
govuğunu doldurmuş, bütünleşdirmiş. Yokarda da bi keklik varimiş,
görümüş durumu;
- Gavakdadır
gavakda, diye ötünce bakıyolar gavağın girecek çıkacak yeri yok,
kesiyollar hizarla, adamı da kesiyollar. İniyor, onların ganıyla
eşiniyor keklik, gagasıyla da yiyor. Onun için kekliğin ayakları ve
gagası o kandan kırmızıdır. (Nuri (Ferhat) BALCI – Ormana – İbradı – ANTALYA)
Gökte uçan huma kuşu,
Ne bilir dalın gıymatın? Gargayı kondurman dala, Ne bilir gülün gıymatın.
Bunun
üstüne bir de baykuş hakkında acıklı bir anlatı dinledikten sonra bu
konuda araştırma yapmaya karar verip işe koyuldum. Kütüphaneye gidip
eşek yüküyle kitap taradım, yaprak yaprak öyküler deşirip kıssa kıssa
ayıkladım. Sonra yüreklere ve türkülere kulak verdim, halı-kilimlere
göz-gönül açıp bilgi dereme yeni sular çevirdim ve daha ucunu bile
delmediğim bu alanda ne güzellikler buldum. Öğrendikçe; İyi insan olmayı herşeyin başı sayan, her vatandaşı kardeş bilen bilge
Anadolu insanının ne güzellikler yarattığına bir kez daha tanık oldum.
Sonra gözümü asıl kaynağa, gökyüzüne çevirdim ama hiç kuş göremedim…???
Gönülden inandığım Anadolu’da gözlerime inanamadım. Herşeyden el etek
çekilip herşeyin hepten ulu bir güce ya da güçlere emanet edildiği
günlerde bir zamanların yüce ruhunu yeniden anımsamakta fayda gördüm. Gelin
isterseniz önce insanımızın yüzyıllardır var edip beslediği olağanüstü
tahayyülüne ve varlığına daha sonra da işin “ama”sına, bugüne bakalım…
Doğada
ve Anadolu insanının belleğinde kuşları öğrendikçe biz insanların
onlara ne kadar benzediğimizi düşündüm. Aslında hepimiz bir veya birkaç
yanımızla insanın alt bilincindeki ilk ses ve insanlığın ilk dili olan
kuşdilini bilerek doğan, zerreden küreye uçup giden birer kuşuz, birer
veya birden çok kuşça yanımız, kuşça da canımız var.
Çoğumuz,
ürkekliğimizle serçeye, sevdalarımızla kumruya, saf ve mübarek
yanlarımızla güvercine, toplumsal uyum isteyen yanımızla turnalara, yuvamıza bağlılığımızla kırlangıçlara, ihtişamımızla kartala, cesaretimizle “Atmaca”ya (bkz. Sabahattin Ali–Değirmen), çoğu gereksiz tekrar ve patinajlarımızla papağana, uğursuzluk haberciliğimizle (zavallı hayvanın ne suçu varsa?) baykuşa, bizi besleyenlerin gözlerini oyarcasına vefasızlığımızla kargalara benzeriz…
Çift sürüp ekin ekmeyen,
Meydana sofra dökmeyen, Arının kahrın çekmeyen, Ne bilir balın gıymatın?
Kimimiz
gönüllü – gönülsüz göçlerimizle göçmen kuşlar, kimimiz yetkin iken
birilerinin aşağılık kompleksleri veya kötü emelleri için tutsak
ettikleri “Kolları Bağlı Doğan”lar (bkz. Osman ŞAHİN),
birlik-beraberlik ve “hepimiz birimiz için” ruhumuzla sığırcıklara,
bilmeden birilerinin pis tuzaklarına yem olup, candaşımız olan
insan-hayvan varlıkları suçlu-suçsuz ele veren, dertsizlere dert açan
çığırtkan keklikleriz.
Bazılarımızın
diliyle dudu, zerafetiyle kuğu, renkleriyle tavus kuşu veya kara
kargayız.Her birimiz çektiklerimizden veya çektirdiklerimizden hâsıl
hayıflanmalar, duyduğumuz pişmanlıklarla çaresiz öter dururuz. Bazen
neye niçin ötüp, neyin sonucuna yandığımızı, nelere sevindiğimizi bile
bilmeden bazen mundar, bazen uçarak çeker gideriz. İşte belki de bu
yüzden kuşları hep çok sever, onları türkülerimize, masallarımıza,
hızımızı alamayıp tüylerini yastık ve yorganlarımıza katar, alıcı kuşun
boş koduğu beşiklerimiz, ağıtlarımıza, hayatın yüklerinden kuş olup
kaçma özlemimizi oyalarımıza işler, kilimlerimize dokur, fallarımızda
haberlerini alıp canımıza yoldaş ederiz. Şimdi gelin üstünkörü de olsa
hangi kuşları nasıl görmüş, hangisine ne demişiz bir göz atalım…
BAYKUŞ, YUSUFÇUK ANLATILARI
Anadolu
belleğinde Baykuş, (çıkardığı sesten dolayı) Dukguk, Hüthüt, Guguk,
Yusufçuk veya Puhu Kuşu gibi adlarla bilinip anılır, bazı inançlarda
kutsanırken bazılarında uğursuz kabul edilir. “Uğur”suzluğu bu keskin gözlü kuşun yoksul ve uzun Anadolu gecelerinde yalnız ölü evinde yanan “ışığa doğru uçması”dır. Aman canım, Anadolu’da “aydınlığa” ulaşmak için canından olan, “göğ ekinken biçilen” binlerce can, taze fidan varken uğursuz sayılmanın lafı mı olur? Varsın saysınlar… Anlatılara göre de Yusufçuk Kuşu denen bu kuşla ilgili bir öykücük var ki ilk dinlediğimde ve her anlatışımda gözlerim dolar;
Biri
oğlan biri kız iki küçük kardeş yaşarmış. Bir gün anneleri ölünce
babaları başka bir kadın almış. Üvey anneleri onları koyun gütmeye dağa
göndermiş. Çocukluk bu ya oyuna dalıp koyunları yitirmişler. Eve gelince
daya, sopa, işkence zaten o biçim. Koyunları arayıp bulmaları için
onları gece vakti evden çıkarmış kadın. O kadar korkmuşlar ki; “Allahım
birimizi taş et, birimizi kuş et” diye Allaha yalvarmışlar. Allah da
dileklerini kabul etmiş, kızı kuş, Davut adındaki oğlanı taş yapmış.
Şimdi baykuş gecelerde ve yağmurlu havalarda kardeşine seslenirmiş;
“ - Davuuuutttt, gel goyunu buldum güüüüttt!”
Anlatının
bir çeşitlemesinde ise hikâye Nasuh ile Davut adında iki kardeş
arasında geçer ve bu kuşlar o gün bu gün birbirlerine sorarlar;
“ – Nasuh, goyunları buldun mu?”
“ – Buldum, buldum!”
Anadolu belleğinde Yusufçuk kuşuyla ilgili efsaneler pek çok yörede, çeşit çeşit anlatılmıştır. Bu efsanelerde, genelde iki kardeşin, bir kabahat veya korku sebebiyle kuş olma isteği, kuş olduktan sonra da adı Yusuf olan kardeşin, kendi adıyla çağırılarak aranmasına dayalı olay örgüsü verilir. Muğla'da derlenmiş bir efsanede, Nasuh ve Yusuf isminde iki kardeşin, önce üvey anne, sonra devden kaçması, teyzelerinin verdiği tarak, çakı ve iğneyi kullanarak devden kurtulma çabalarının sonuçsuz kalması anlatılır. Bunun üzerine Allah'a ya taş, ya kuş olmaları için dua eden kardeşler, kuş olurlar ve birbirlerini "Yusuf koyunları buldun mu?" "Nasuh koyunları buldun mu?" diye ararlar.
Yusufçuk
vaktiyle çok yaramaz bir çocukmuş. Annesi yemek pişirirken gelir,
yemeğin üzerinden yermiş, olmadık yaramazlık yaparmış. Bir gün annesi
süt pişirirken Yusuf sütü içmeye çalışmış, Annesi de elindeki kepçeyle
başına vurup şöyle demiş:
"Sen
kuş olup pırlayasın, bir daha gözüm görmeye!" O anda Yusuf kuş olup
uçmuş. Annesi de yandım-yandıma düşmüş. Elindeki kepçeyle bir de kendi
başına vurmuş ve "Allah'ım beni de kuş eyle." demiş. Anne de kuş olup
uçmuş; başlamış Yusuf'unu aramaya. Bir yandan onu ararken bir yandan da
şöyle bağırırmış:
"Yusuuuf,
gel, iç... Yusuuuf, gel süt iç." Yusufçuk kuşlarının başlarındaki
beyazlık da kepçenin iziymiş.Yusufçuk kuşu hakkında anlatılan sayısız
hikâyeden biri de şöyledir:
Vaktiyle
bir beyin iki çobanı varmış. Tesadüf bu ya, her ikisinin de adı
Yusuf'muş. Bu çobanlar, beyin sürülerini alır, tarlalarda, meralarda
otlatırlarmış.Bir gün Yusuflardan biri sürüsünü adaşına bırakarak bir
düğüne gitmiş. O, düğünde eğlenmekte olsun, diğerini de bir gaflet
basmış, derin bir uykuya dalmış. Hayvan bu, çobanın başında bekleyecek
değil ya; almış başını, çekip gitmiş.
Akşam vakti Yusuflar süklüm püklüm beylerinin karşısına çıkmışlar. Ağanın sözü kısadır;
"Ya
sürülerimi bulacaksınız veya ben edeceğimi bilirim!" Çobanlar
başlamışlar sürüleri aramaya. Biri gitmiş bir tepeye, öbürü gitmiş bir
tepeye; durmadan birbirlerine bağırırlarmış;
"Yusuuuf!
Buldun mu?" "Yusuuuf! Buldun mu?" Bulamamışlar tabiî sürülerini, ama
Allah Teâla onlara acımış ve her ikisini de kuş yapıvermiş. Yusufçuk
kuşlarının ötüşü, birbirine bağıran iki çobanın seslerinden iz taşırmış:
"Yusuuuf, bulu bulu!..."
"Yusuuuf, bulu bulu!..." diye ötmeleri hep bu aramalarının neticesiymiş.
Fethiye'de de kaybettikleri koyunları arayan iki kardeşin, kuşun içtiği yerden su içmesiyle kuşa dönüşmesi "Yusuf koyunları buldun mu?" diye ötmesi anlatılır. Başka bir çeşitlemede ise anneleri
ölünce babaları üvey anne ile evlenmiş iki kardeş vardır ve üvey anne
yine çok kötüdür. Çocukların ölmesini ister ve onları gece ormana
yollar. Çocuklar birbirini kaybeder. Eve dönmek istemeyen kardeş; "Allahım beni kuş yap!" diye dua eder ve kuş olur. Sonra hep kardeşini çağırmaya başlamış:
"Yusuufcuk, guguuukguk, Yusuufcuk"..
Hikâyenin Azeri anlatısında bu dilek şöyle dile getirilir;
Allah meni guş ele,
Guşlara yoldaş ele…
PEPUK KUŞU EFSANESİ
Bir kuş gibi çıksam dağlar başına,
Silsem gözyaşımı oy nenni nenni. Eğer ben ölürsem mezar taşıma, Yar yazsın adımı oy nenni nenni. EMRAH
Munzur
dağı eteklerinde kış mevsiminin, etkisini yavaş yavaş kaybetmeye
başladığı günlerde karların erimesiyle kengerler yetişir. Bir taraftan
soyulup yenilen, yemeği yapılan diğer yandan sakızı toplanan kenger
üzerine türküler bile yakılmıştır. Kenger bir de acıklı efsane ile
anılır. Elazığ çevreleri ve kengerin bittiği yörelerde pepuk kuşu
efsanesi de bilinir ve çocuklara anlatılır...
Vakti - zamanda küçük bir dağ köyünde
anne baba ile iki çocuğu yaşar. Yuvayı neşe ile dolduran bu kardeşlerin
biri kız, diğeri erkektir. Oturdukları köyde gayet sevilen bu iki güzel
çocuk boylu boyunca dağların eteklerinde cıvıl cıvıl kuş sesleri, kuzu
meleyişleri, dere çağlayışları arasında mavi ve yeşilin alabildiğine
uzandığı yaylaların güzelliği, ağaçların gölgeleri ve serinliği içinde
güle - oynaya büyürlerken bir gün anneleri ansızın ölüverir. Ailenin tüm
huzur ve mutluluğunu dağıtan bu olaydan sonra gülücükler üzüntüye,
oyunlar yasa döner.
Bir
süre sonra evde kazanı kaynatıp dümeni dönderecek kadın gereksinimi
hepten kendini gösterince babaları yeniden evlenmek zorunda kalır.
Evlenir evlenmesine ya üvey anneleri hiç çocuk sahibi olamayacak bir
kadındır, bu nedenle bu güzel çocukları hiç sevmez, aksine düşmanca
davranır. Fırsat buldukça hırpalar, el kadar yavrulara zulmetmekten geri
durmaz. Hele babaları evden olmadığı zamanlarda çocukların vay haline…
Çocukları gece gündüz çalıştırıp, attıkları adımda kusur bulup döver ve
kimseye anlatmamaları için de korkutur. Zavallı çocuklar bütün bu
kötülüklere rağmen yine de babaları üvey annelerinin yaptıklarına
inanmaz diye çaresiz her eziyete katlanarak yaşamlarını çalışırlar...
Babalarının
yine evde olmadığı bir bahar günü, üvey anneleri iki kardeşe torba ve
bıçak vererek, sabah erkenden dağa kenger toplamaya gönderir. Abla bir
bir topladığı kengerleri kardeşinin sırtında taşıdığı torbaya koyar,
hava kararmaya başlayıncaya kadar kenger toplarlar. Eve dönme vakti
gelince abla, kardeşinin sırtında taşıdığı torbanın dolup dolmadığını
anlamak için torbayı yere indirip bakar ki ne görsün, torbada bir tek
kenger yok. Bu işe çok kızan abla; “Sabahtan beri topladığımız kengerleri gizli gizli yedin değil mi? Biz şimdi eve nasıl döneriz? üvey annemiz bizi öldürür!.. ” deyip kardeşine çıkışır.
Kardeşi ise; “Hayır abla, bana yemem için verdiğin bir tek kengerin dışında yemin olsun ki yemedim!” dese de ablasını bir türlü inandıramaz. Bunun üzerine oğlan;
“Abla eğer hala bana inanmıyorsan istersen karnımı aç da bak!” deyince
abla öfke ve çaresizlikten elindeki bıçakla kardeşinin karnını yarıp
kendisinin verdiği bir kengerin dışında midesini bomboş olduğunu görür.
Gidip torbaya tekrar bakınca torbanın dibinin delik olduğunu ve sabahtan
bu yana topladıkları kengerlerin döküldüğünü anlar. Meğer üvey anneleri
onlara akşam kötülük etmek için dibi delik torbayı vermiştir.
Kardeşinin sözüne inanmadığına mı yansın, Üvey anne korkusundan O’nun
canına kıydığına mı, acı ve vicdan azabıyla çaresiz döneler durur. Bir
süre sonra kendine gelip vadide akan pınarın suyuyla kardeşini yıkayıp
ağlaya ağlaya gömer. Başına da belli olsun diye bir fidan diker.
Eve döndüğünde kardeşini soran babasına; “- O biraz yoruldu, oduncularla gelecek” der. Oduncular gelir, çocuk gelmez.
“- Nahırla gelecek” der. Nahır da gelir, çocuk yine gelmez. “- Davarla
gelecek”, çocuk hâlâ ortalarda yok. Genç kız bir yandan baba korkusu,
diğer yandan vicdan azabıyla ezilir, parça parça yüreği yanıp tutuşurken
Allah’a yalvarmaya, başlar. “Allah’ım beni bir kuş yap bu dağlara sal ki dünya döndükçe dağlardan dağlara kardeşim diye seslenip durayım!...”
Efsane
bu ya o gece kızın dileği kabul olur, Allah O’nu bir Pepuk Kuşu yapar,
O’da gidip kardeşinin başucundaki fidana konup hep kardeşi için seslenip
durur. İşte o gün bu gündür pepuk kuşuna çevrilen bu kız dağlarda
oradan oraya dolaşarak kardeşini öldürdüğü için herkese kendini ihbar
eder durur. Her bahar mevsimi kengerin yerden bitmesi ile beraber pepuk
kuşunun acıklı ötüşü de başlar;
(Zazaca)“Phepu” (Pepuk)
“Kheku” (keko, canım vb. gibi sevgi ifadesi) “Kam kerd” (Kim yaptı?) “Mı kerd” (Ben yaptım.) “Kam kişt” (çişt). (Kim öldürdü?) “Mı kişt” (çişt) (Ben öldürdüm.) “Kam şüt” (Kim yıkadı?) “Mı şüt” (Ben yıkadım.) “Ax! Ax! Ax!” (Ah, ah, ah!)
Kırmancası; Ke köştiye (kim öldürdü?), Mı köştiye (Ben öldürdüm)
|
16 Ocak 2013 Çarşamba
ANADOLU’NUN EFSANEVİ KUŞ ANLATILARI - 1
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder