Kuşlar yaklaşık onbin civarında yaşayan türüyle en kalabalık dört ayaklı (tetrapod) omurgalıları oluştururlar. Kuzey Kutbundan Güney Kutbuna dünya üzerindeki tüm ekosistemlerde yaşarlar. Boyutları arı sinek kuşunda 5 cm ile deve kuşunda 2,7 m.'ye kadar değişir. Bulunan fosillere göre kuşlar, yaklaşık 150-200 milyon yıl önce, Jura Devri'nde dinozorlardan gelmektedir. Bilinen ilk kuş Jura Devri'nin sonlarında yaklaşık 155-150 milyon yıl önce yaşamış olan Archaeopteryx'tir.
Kuşlar, diğer canlılardan farklı olarak ilk sabit sıcaklıklı canlılar olma özelliğini taşırlar. Üyelerinin tümü, diğer hiçbir hayvan grubunda görülmeyen tüylerle kaplıdır. Trake ve bronşlarının bulunduğu yerde çok gelişmiş bir ses kutuları vardır. Sürüngenler ile yakın akrabadırlar. Gerçek
dişlerin ve derilerinde salgı bezlerinin olmaması, tüysüz kısımlarında
pul bulundurmaları, kafatasının omurgaya bağlanması ve göğüs kemiğinin
iyi gelişmiş olması diğer canlılarda az görülen özelliklerindendir. Bununla beraber akciğerleri havayı daha verimli kullanabilir tiptedir. Devekuşları hariç idrar keseleri, bazı türler (kaz, ördek) haricinde çiftleşme organları yoktur. Ayrı eşeyli canlılardır. Beyinden 12 çift sinir çıkar.
Görme organları diğer duyu organlarına göre çok daha iyi gelişmiş, koku
alma duyuları kısmen körelmiş olan kuşlar metabolizma hızları en yüksek
olan canlı grubudur.
Anadolu
kültüründe türkülere, hikâyelere ve geleneklere girmiş kuşlar
yaşamımızın ve kültürümüzün içine sinmiştir. Doğu Karadeniz bölgesinde “Kuş Yenmek” denen geleneğe göre sabah Guguk Kuşları
ötmeye başlamadan erkenden kalkıp bir şey yenilmezse o günün kötü
geçeceği inancı vardır. Kafkasya halkları arasında da yaygın olan ve
insanları erkenden kalkıp çalışmaya teşvik eden bu inanışta erken kalkıp
bir şeyler yemeyi başaran kişi arkadaşlarına gururla; “Guguk Kuşunu yendim!” (Lazca; Ma handğa k’ukk’uz gebocgini) der.
Bundan başka sabah gül koklamadan Gürüt Kuşu denen kuşun, “ağız” adı verilen kurabiyeyi yemeden Çoçolu Kuşu’nun, sabah ağzı çalkalamadan da Hopop Kuşu’nun sesini duymanın uğursuzluk getireceğine inanılır.
Anadolu
belleğinde kötülüklerin olmadığı, yaratıcının kullarının dilediği
şeyleri yerine getirdiği, insanların diğer canlılarla iletişim
kurabildiği ama özellikle de kuşların konuştuğu “Dileklerin kabul olduğu zaman” olarak simgelenen bir zaman dilimlerinden sözedilir. Bu
zaman diliminde Yörüklerin göçleri sırasında onlara eşlik eden, dokuma
tezgâhlarının çıkardığı sesleri öğrenip ötüşünde dokumacı
kızları-kadınları taklit eden bir kuş vardır ki; Güney Anadolu’da “gıyık-cırık”
olarak adlandırılan mavi tüylü bu kuşun insanları aldatabilecek kadar
zeki ve oyunbaz olduğuna inanılır, öğrendiği isimlerini söyleyerek
insanları kandırdığı anlatılır.
GÖĞSÜ KINALI SERÇE
Göğsü kınalı serçe kuşu vardır, ufacık... Gök gürleyince yere yatar da ayaklarını havaya kaldırırmış. "Neden yapıyorsun böyle?" diye sorduklarında; "Yerde bu kadar mahlûkat var, olurda gök yıkılıverirse dayak olmak için ayaklarımı kaldırıyorum!" dermiş. Böyle der, bir yandan da gök gürlerken titreye titreye; "Korkumdan dermiş, kırk kantar yağım eriyor!"… "Be demişler, senin kendin yoksun beş dirhem, nasıl oluyor da kırk kantar yağın eriyor?"
"Aaa! Âlemin kendine göre dirhemi, kantarı var demiş serçecik, siz ne anlarsınız?"
KAZLAR VE TURNALAR
Kazlar
ve turnalar, bir gün aynı tarlada yiyecek ararlarken birden yanlarına
yaklaşmaya çalışan avcıyı fark ederler. Turnalar daha çevik ve hafif
oldukları için hemen uçarlar. Oysa kazlar ağır hareket ettikleri için
avcıdan kurtulamazlar. Hikâyemizin kıssadan hissesi de; Demek ki yakalananlar her zaman suçlu olanlar değildir…
Kuşlar
Anadolu’nun yalnız geleneklerinde değil insan (Tuğrul, Bennu, Akdoğan
vb.) kurum-kuruluş (sarı kanarya) ve yer adlarında (Sungurlu)da
yaşamakta, yaşatılmaktadır.
İnsana
her anlamda yakın ve sevimli gelen, her alanda sayısız yarar sağlayan
bu küçük yoldaşlar dünyanın her yerinde olduğu gibi Anadolu’da da yaygın
olarak evlerde, kafeslerde beslenmiştir. Anadolu’nun çoğu yerinde de
göç zamanı evlerde beslenen bu kuşlar, özellikle sakalar; “Azat, mezat, cennet kapısında beni gözet!” deyip
salınırmış. Salınan sakalar sevdiklerinin yanına bir an önce varabilmek
için, onları tekrar yakalayıp yollarına devam edebilmek için esen sert
rüzgârlara sırtlarını vererek gökyüzünde kaybolup giderlermiş... Uçarken
de çığlık çığlığa kahkahalar atarak bağırışıp durur; “Ben artık özgürüm!” diye çırpınırlarmış...
Anadolu’da
insanların kuşlara verdiği değeri pek çok alanda bulabilirsiniz.
Örneğin Alacahöyük’teki çift kartal, kapıyı bekleyen bir gücün
simgesidir... “Hitit”lerdeki
kuş kehaneti, Şamanizm’de mukaddes bilinmesi, Selçuklu’nun ünlü çift
başlı kartalı insanımızın bu uçan varlıklara bakışının değişik
yansımalarıdır. Osmanlılar zamanında kuşlara pirinç, hayvanlara gıda ve
su verilmesi için bir zamanlar vakıflar kurulduğu da tarihi gerçekler
arasındadır.
Yabancı
gezginlerin kaleme aldıkları seyahat anılarında aktardığı izlenimlere
göre; “Türklerin çok sevip korudukları her cinsten sayısız kuş yüzünden
İstanbul’un kendine mahsus bir neşesi ve zarafeti vardır. Camiler,
korular, eski surlar, bahçeler, saraylar, her şey şarkı söyler, dem
çeker, cıvıldar, öter, şakır; her tarafta kanatların teması hissedilir,
her tarafta hayat ve ahenk vardır.
Serçeler
evlere cesaretle girip çocuklarla kadınların ellerinden yem yer,
kırlangıçlar yuvalarını kahve kapılarının üstüne, çarşı kubbelerinin
altına yapar. Sultanların veya şahısların hayratlarıyla beslenen
sayılamayacak kadar çok güvercin sürüsü kubbelerin saçakları boyunca ve
şerefelerin etrafında beyazlı siyahlı halkalar meydana getirir. Martılar
sevinçle uçuşur, binlerce kumru mezarlık servilerinin arasında sevişir.
Yedikule’de kargalar öter, akbabalar daire çizerek uçar, deniz
kırlangıçları uzun diziler halinde Karadeniz’le Marmara arasında gidip
gelir ve leylekler ıssız türbelerin üzerinde lak lak eder.
Türkler
için bu kuşların her birinin güzel bir anlamı ve hayırlı bir işlevi
vardır. Kumrular sevdaları, kırlangıçlar yuva yaptıkları evleri
yangından korur. Leylekler her kış Mekke’ye hacca gider, deniz
kırlangıçları inananların ruhlarını cennete götürür. Bu yüzden Türkler
minnet hissi ve inançları gereği kuşları himaye edip beslerler. Kuşlar
da onların evlerinin etrafında, denizin üstünde ve mezarların arasında
şenlik eder. İstanbul’da, her yerde insanın başının üzerinde, dört bir
tarafta kuşlar vardır, şehre köy neşesi dağıtan ve ruhunuzdaki tabiat
duygusunu durmadan yenileyerek içinizi serinleten cıvıl cıvıl sürüler
size şöyle bir dokunup geçer.” Malik Aksel’in “İstanbul Mimarisinde Kuş Evleri” adlı kitabında anlattığı şu duygulara kulak vermemek elde değil;
“Eski
Türk evleri yalnız insanların barındırdıkları yerler değil, büyük küçük
her çeşit hayvanların da barındıkları yerlerdi. Eski İstanbul
panoramasının rengi yeşile çalardı. Hemen hemen her evin bahçesinde
meyve ağaçları bulunurdu. Bugün artık bu yeşil renk ortadan kalkmıştır.
Yapılar eninden çok boyuna yükselmede, eski bahçelerin yerini
apartmanlar almadadır. Köşede bucakta görülen incir ağaçları, çardaklı
asmalar, erikler, kayısılar, çitlembik ağaçları da birer birer
sökülmektedirler. Ağaçlar böyle olduğu gibi hayvanlar da yeni
apartmanlarda barınamaz olmuşlardır.
Eskiden
hayvanlarla insanlar akrabalar gibi bir arada yaşarlardı. Kediler
davetsiz misafirlerdi. Köpekler hakkında hadis olduğu için eve
sokulmazdı. Fakat sokakta bunlara ekmek doğranır, hatta adaklar dahi
adanırdı. Yarasa, sansar, gelincik ise evin en kuytu köşelerini
doldururlardı. Temel yılanına dokunulmaz, görüldüğü zaman “Şahmelek veya Şahmaran’ın başı için bana dokunma!”
denirdi. İyi kötü her türlü hayvanlara dostluk ve misafirperverlik
gösterilir, ayrı ayrı konuklanırdı. Evlerin üst katlarında bir odanın
tavanı bitirilmemiş olarak bırakılırdı. Daha doğrusu bitirilen evin
sahibine uğur getirmeyeceği sanılırdı. Ağaçların tepelerinde, bacalarda,
leylekler yer tutardı. Çatı aralarında kırlangıçlar, boş tavanlarda
örümcekler olurdu. Şayet örümcekler alınacaksa öğleden sonra başka
yerlerde yuva yapabilsinler diye öğleden evvel alınmalarına dikkat
edilirdi. Hele kuş yuvalarına el değdirilmez, yavrular tedirgin
edilmezdi. Yuva bozanın günahı büyüktü. Evin alt kısmında kalan
hayvanlarla üst kısmında kalanlar ayrı ayrı değer taşırlardı.
Uçucu,
hafif vücutlular, kanatlılar üst katlardadır. Bunlar kutsal
yaratıklardır. Leylek uğurludur. Sıcak memleketlerden geldiği için
kendisine hacılık kondurulmuştur. Kumru ve güvercinler kafeste
beslenmezler, bunları kafeste beslemek günah sayılırdı. Fakat kanarya,
saka, ispinoz, flurya, iskete gibi ötücü kuşlar böyle değildi. Papağan,
dudu kuşu, muhabbet kuşu ise kibar ev ve konakların kuşları idi.”
Malik Aksel’in anlattığı bu tükeniş yalnız İstanbul için değil bütün yurdumuz için geçerli elbette… Kendi
yuvalarını ve yapılarını kurarken kuşları da unutmayan, kışın sıcak
ülkelere uçup gitmeyen, gidemeyenler için (özellikle kumru, güvercin ve
serçeler) başlarını sokacak bir delik, bir kovuk, bir yuva yapıp işi
giderek onlara boylarına göre evler, saraylar yapmaya dek vardıran,
mezar taşlarına, susamış kuşlar için bile su birikecek yerler yapan ince
ruhlu Anadolu insanları şimdi neredeler, neredeyiz?
HAŞAMELİ
Dokunmayın hayvanlara canı severseniz!
İncitmeyin karıncayı, kelebeği, kuşları!
Kimler çıkarmış bu yasaları,
İnsan dilediğini yesin diyen?
Ben Haşameli, hayvanları koruyan,
Besleyen, çoğaltan, yaşatan tanrı.
Güçsüz güçlünün kulu değil benim ülkemde.
Vurulan kırılan yem değil,
Besin değil,
Azık değil...
Ben Haşameli;
Hayvanları koruyan, üreten, besleyen, yaşatan,
Canı canlıdan çok seven tanrı.
Anadolu'yu süsledim kuşlarla,
Kelebekler uçurdum gelinciklerden.
Arı kondurdum çiçeklere, bal akıttım peteklerden.
Dut yaprağında ipekböceği besledim.
Issızdı, sessizdi yeryüzü,
Giderdim tatsızlığını, yaşanır kıldım.
Dağların üstünde dağdı Haşameli,
Kartaldan karıncaya değin bütün türküler
O’nun dilinde söylenirdi tarihten önce.
Tarihten sonra bozuldu düzen.
İnsan girmiş işin içine, değişmiş ezgilerin uyumu.
Yemişler olmadan kurumuş dallarda,
Çiçekler açmadan solmuş,
Toprak kavurmuş tohumu...
İsmet Zeki EYÜBOĞLU; Anadolu Mitolojisi. Derin Yay. İstanbul 2007
İnsanoğlu,
her şeye benmerkezci bakar, kendini yeryüzünün sahibi sanırsa, bütün
öteki varlıkları kendisi için yaratıldıklarını düşünürse çevresiyle
ilişkisi buna göre olur. Oysa kendini tüm varlıklardan biri, hem de
onlarla dengede olması gereken, onlarla birlikte var olan biri olarak
gören insanın doğayla, çevresiyle ilişkileri başkalaşır, insanileşir...
Bizim iklimimizin insanının doğayla, öteki yaratıklarla kurduğu ilişki
yüzyıllardan beri bu “insani” temelde iken bugün ne yazık ki bu koruma duygusunun yerinde yeller estiği görülür. “Hayvanlarının şükranının insanlara hayır getireceğine” inanan Anadolu insanı bugün göklerimizde üstümüze “pisleyerek” piyango bileti almamızı anımsatacak kuş kalmamasına aldırış etmez olmuştur.
Uzak ülkelerden yorgun argın uçup geldiğinde evini, gölünü, ırmağını, ağacını yerinde bulamayan, “beni
düşünen seven o insanlar nerede? Nereye gittiler acaba? Bu koskoca
gölde, yaylada, şehirde, ülkede beni kaderime mi terk ettiler?” diyen kuşun acısını duymayan, bunu umursamayan bir toplum yarın birgün aynı kaderi paylaşacağını düşünebilir mi?
|
16 Ocak 2013 Çarşamba
ANADOLU YAŞAM - KÜLTÜRÜNDE KUŞLAR…
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder