“Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım?... Görülecek
şeydir o... Yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık pencereler ve kalın
kalasların üstünde simsiyah bir çatı... Sonra bir sürü çarklar, kocaman
taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar... Ve bir köşede
birbiri üstüne yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin
çuvalları. Karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar...
Taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler uçuşur. Hâlbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır...
Ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde dolan seslere?... Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış rüzgârı gibi uğuldar. Taşların kâh yükselen, kâh alçalan ağlamaklı sesleri kayışların tokat gibi şaklayışına karışır... Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar, gıcırdar, gıcırdar...” diye başlar Sabahattin Ali insanın gönlünde fırtınalar koparan, “Değirmen” adlı ölümsüz ve acıklı aşk öyküsüne.
Değirmenin Bendine
Taş dönmüyor, dönmüyor…
Değirmenler
uzun zamandır yazmayı düşündüğüm ancak hakkını verememekten korktuğum
–birçok Anadolu Sevdalısı gibi benim için de- kutsal varlıklar.
Ama ne yazık ki bugün bu değerli varlıklarımızın çoğunu belki
yerlerinde yeller bile esmemecesine yitirdik. Değirmenli zamanlara bir
yolculuk yaparak onlarla birlikte neleri kaybettiğimizi anımsatmak,
kalan son değirmenler için benzeri birçok konuda kaybetmeye başladığımız
toplumsal duyarlılığımızı ve birçok mucize yaratıyı gerçekleştiren
ortak aklımızı yardıma çağırmak istedim.
Antalya Kent Tarihçisi Hüseyin ÇİMRİN** en ilkel tiplerinin insanoğlunun toprağa bağlandığı ve ilk tarımsal faaliyetlerinin başladığı Neolitik (Cilalıtaş) Çağ’da görüldüğünü söylüyor. İki yassı taş arasında tahıl taneciklerini ezen ve bölgemizde “el daşı” denen bu ilk el değirmeni ile un elde etmeyi başaran insan zekâsı daha sonra suyu kıt bölgelerde insan ve hayvan, akarsu bulunan yerlerde ise su gücü ile çalışan “Gara Değirmen”leri tasarlayıp yaşama sunar.
Değirmen Anadolu insanı için bütün dünyadan farklı olarak bir besin türü “ekmek”ten çok öte “nimet”in
ocağıdır. Suyun hayat verdiği taşlar ile öğütülen türlü tahıldan yaşama
tat veren binbir nimete dönüşen un’un yaşam bulduğu “kaburga
kemiğidir”. Anadolu İnsanı bu nedenle değirmenleri yediği nimetlerden
çok öte baştacı etmiş, türküsüne, öyküsüne, inancına katmıştır.
Ancak
değirmene kendisini katması ya da el atması ancak 1924’lerden sonra
olmuştur. O zamana dek Anadolu’nun bütün değirmenleri Anadolu İnsanını “una basmak günahtır” ya da “değirmende hak “Hak’ça” alınmazsa hak geçer” diye kandıran Rumların elindedir. Onlar mübadele ile gittiklerinde gürül gürül akan sulara rağmen “suyu çekilmiş değirmen gibi” kalan taşlar ihtiyaçtan “el değiştirir”.
Anadolu’da yakın zamana kadar en yaygın öğütme aracı olarak su değirmenleri kullanılmıştır. Değirmenler
konusunda derin teknik bilgiler vermekten çok konunun yaşamımızdaki
yerine eğilmeyi uygun buldum. Ancak konunun bu yönünü merak edenler
kaynakçadaki internet sitesinde(***) doyurucu bilgiler bulabilirler.
Güzün
hasat sonunda, baharın da kışlık stoklar tükendiğinde kelimenin tam
anlamıyla merasimle gidilen değirmen şenliği, içinde birçok geleneksel
uygulamayı, inancı ve zenginliği de barındırır. Bir
anlamda yazın yorgunluğundan çıkan insanların dinlencesidir un öğütme
macerası. Güzün harmanın tozuna toprağına belenmiş zahireleri
subaşlarında kendilerini yıkar gibi özenle yıkarlar. Buğdaya biraz da
arpa katarlar, un “özlü” ya da “bişgin” olsun diye.
Değirmene
genellikle orta yaş ve üstü ebeveynler gider. Başka ve uzak köylerde
kurulu bu değirmene yaptıkları gezi ağır buğday, mısır, arpa çuvalları
bir kez yüklendikten sonra kolay hatta görece tatil gibi gelir onlara.
Önceleri kendilerine yükledikleri çuvalları at arabasının çıkması ile at
ve eşeklerine çektirirler. Bazen günlerce sürer bu macera. Çünkü gidiş
dönüşü bir yana kendileri gibi birçok yakın köylünün toplaştığı bu vakur
değirmenlerde işler pek de suyun akgınına gittiği gibi tez bitmez.
Ancak “tez gitmesin, uz gitsin” dercesine sabreder kalender büyüklerimiz, analarımız zaten uyarkızıdır.
Oraya
varınca sıraya girer, beraberlerinde getirdiklerini yayınıp beklemeye
başlarlar. Bazen birkaç gece yattıktan sonra sıra gelir. Bu sırada civar
köylerden gelenlerle tanışılır, koyu sohbetler edilir. Anadolu
insanının toplumsal ilişkilerinin, kutsal saydığı “ahretlik” gibi sanal
akrabalıklarının da vesilesi olan değirmen tanışıklıkları “merak”
duygusuna da birebirdir. O sene biten mahsulden çor çocuğa kadar herşey
konuşulurken başka yaşamlar dikizlenir çaktırmadan.
Evin
büyükleri için tebdil-i mekân, alışılmış yaşamlarına bakış nispeten
ferah demek olan uzun değirmen gezileri gençler için sevdalarına güneş
doğduğu nefes aralarıdır. Geleneksel Anadolu yaşamında böyle zamanları
gözlemleyen, bu yönünü merak eden oldu mu bilinmez, bu düşüncemi muzip
bulabilirsiniz ama bence “kavuşmalar” ve kaçmalar böyle zamanlarda
çoğalmış olmalıdır.
Döner kendi kendine,
Hazal Gelin arabadan inmiyor…
Sıra
gelene kadar genellikle sulak değirmen önlerinde ateşler yakılıp
mayasız ekmekler bile yapılır. Onlar yan gelip beklerken en çok yorulan,
yüzü gözü, üstü başı ağaran değirmencidir. İnleyen taşlarda öğünüp un
ufak olan tahıllar O’nun iki güngörmüş parmağı arasında ovularak
sınanır. Kararında ise döküldüğü un teknesinden küreklerle önceleri
kıldan yapılıp sonraları yerini Amerikan Bezi, şimdilerde de gübre
çuvallarının aldığı büyük keselere doldurulur. “İnsan malının bittiğini bir tek değirmende istermiş” sözünü söyleten öğütme işi bittikten sonra zaman bu kez tersine işler, unu, bulguru, tarhanayı yükleyip eve dönerler.
Su
varlığının kıt olduğu köylerde bulunan değirmenler, su gündüz sulamada
kullanıldığı için, akşam saat beşten sonra çalışır, gündüz dinlence
saatlerinde de temizliği ve bakımı yapılırmış. En temel bakım işlemi
unun kalınlaşmaya başladığı zamanlarda taşların dişenmesidir. Dişeme
taşların demir bir keski ile yongalar koparılarak keskinleştirilmesidir
ki onların bir vinçle kaldırılmasından sonra mümkün olan bu işi
genellikle değirmenciler kendileri yaparlar. Kimse
taşlı olur diye yeni dişenen değirmende zahire öğütmek istemez ama
piyango kime vurursa kaçışı yoktur. Bakımı için yapılması zorunlu bir
diğer işlem de dişeme yapılan demir keser ve çapaların demircilerce
biletilmesi demek olan “yüleme”dir. Yani; “El eli, el de yüzü yur (yıkar).”
…
Ay Ali’dir gün Muhammed
Okunan seksen bin ayet
Balıklar deryaya hasret
Çarka döner göl içinde…
Okunan seksen bin ayet
Balıklar deryaya hasret
Çarka döner göl içinde…
Pir
Sultan Abdal’ın Tevhid’inde dediği gibi güzel Anadolu’muzda çarka dönen
su değirmenleri çoktandır suya hasret, birer virane durumundalar.
Anadolu’nun en değerli hazinelerinden biri olan su değirmenlerinin çoğu hayli zamandır kapılarına kilit vurulduğu için artık “değirmene girenin yüzünü ak çıkar(a)”maz
olmuş. Kapılarından ayak izlerinin silindiği, örümceklerin hüküm
sürdüğü değirmenlerin yorgun taşları sonsuz bir uykuya yatmış. Zamana
yenik düşmemekte direnenler de bugünlerde can çekişiyor. Su ile gelen bu
kültür su varlığının önemli ölçüde azalması yanında gerek hızla gelişen
teknoloji nedeniyle bugüne evrilen elektrikli değirmenlerden, gerekse
insanların tahammülsüzlüğünden, kadir bilmezliğinden yok oluyor.
Değirmen üstü yeldir
Önü taşlık bir yoldur…
Ben
değirmenlerin çilesi ve akibeti konusunda hüzünlü, Gömbe’den Uçarsu’ya
çıkan yolda kurulu Yayla Çukurbağ Köyü’nde capcanlı bir su değirmeni
gördüğüm için de mutluyum. Geçen güz Halk Kültürü Araştırmasına gittiğim
Yayla Çukurbağ Köyü’nde gürül gürül akan hayat sularının küçük bir
kısmı ile çalışan bu su
değirmenine rastladım. Bu değirmen köyün biri yıkılan, diğeri üzerine
lokanta yapıldığı için çalışamayıp dekor olarak kalan üç değirmeninden
hayatta olanı. Önündeki üç pınardan tadına doyulmaz suların çağladığı,
yemyeşil çayırlarla çevrili bu değirmen yüksekçe bir yerde kurulmuş.
Bahçedeki elektrik direğinde “piknik yeri ücüretli” yazsa da inanmayın,
yok öyle bişey. Kapısında “300 Yıllık Dorum Değirmeni”
yazıyor. “Deve yavrusu” demek olan Dorum’un değirmenle alakası meçhul
ama ben isim babasının buraya zahire taşıyan develer olduğunu düşündüm.
Sahibi
Nevzat ÇENGELOĞLU tam bir değirmenci. Çalışmaktan ipince, umutlu yüzü
her zaman gülümseyen bir derviş. Sabır, kanaat ve “hak” ehli olmak ise
bütün değirmencilerle paylaştığı ortak güzellikleri. Bu köylü ve aslında
çiftçi olan Nevzat Amca 1979’da belki yirmi senedir çalışmayan, evinin
yakınındaki bu değirmeni çalışıp para kazanmak amacıyla satın alıp
onartmış. Bu onarımdan sonra uzun bir süre tıkır tıkır işleyen Dorum
Değirmeni un fabrikaları çıkalı duraksamış. Bugünlerde ortalama 5-10
kile zahire öğütülen değirmene bazen günlerce gelen olmuyormuş. Öğüttüğü
unlardan bir yükte bir kile hak alıyormuş, yani 90 kiloda 9 kilo, para
olarak da 20 lira. Bir yük zahire de ortalama 2.5 saatte öğütülürmüş.
Bu yöredeki değirmenlerde arkdan gelen suyun çevrilip toplandığı beton havuza (seyirttiği içi) “seyidim”, suyun aktığı sac borulara “omman”, suyun çarpıp döndürdüğü demir aksama “çark”, suyun çarkı döndürmek üzere bir kuvvet oluşturacak şekilde daralıp çıktığı deliğe ise “boyra” deniyor.
Bu saydığımız ünitelerle gelen su çarkı, çark da bir mille bağlı olduğu
taşları döndürüyor. Taşlar da üzerinden dökülen ve miktarı makaralarla
ayarlanan zahireyi öğütüyor.
Bakracın suya daldır,
Hazal Gelin arabadan inmiyor…
Bütün su değirmenlerinde olduğu gibi burda öğütülen “has un” yumuşak
ve kepekli olduğu, kolay hazmedildiği için mide- bağırsak
rahatsızlıkları ve şeker hastalığına kalkan, bu dertlerden muzdarip
olanlara da ilaç gibiymiş. Bunca yararına rağmen yöremizdeki bu şifa
ocağı da ne yazık ki diğer birçok benzeri gibi kapanmak üzere. Nevzat
Amca’nın deyimiyle zaten “masırafını gorumayan”
değirmenin maliye, esnaf kefalet, muhasebeci, bakım ve onarım
masrafları çoktan beri bıçağı kemiğe dayamış. Bu nedenle kapatmak
istiyor değirmenini.
Doğal
yaşama delice sarıldığımız, “uzman”lardan gelecek bitkisel deva
reçeteleri için televizyon karşısına mıhlandığımız şu günlerde en temel
besinimiz ekmeğin kalitelisini tüketmek amacıyla da hayli çaba
harcıyoruz. Evlerimizin olmazsa olmazı haline gelen ekmek pişirme
makinalarında pişirmek için “seçkin” marketlerde satılan “tam un”lara
servet ödüyoruz. Diğer yandan -Elmalı Değirmenköy ve Gilevgi köylerinde,
Kumluca Dereköy’de vb. kapanan onlarcası dışında- hala çalışan, unun en
tamını, içine emeği, şifayı ve hak’ı katarak üreten değirmenler,
habersizlikten, umursamazlıktan veya hayırsızlıktan ıpıssız. Bir diğer
neden de; köylülerin harcı borcunu ödemediği için marketten almanın daha
ucuza geldiği buğdayı, “hayvan hakları” nedeniyle avı yasak olan, köylülerin “hınzır” diye andığı domuz varlığımız rekor derecede arttığı için de mısırı ekemez duruma gelmeleri.
Konuyu bağlamak, efsane değirmenlerimizi bir yazıya hapsetmek çok güç ama iki bölüme sığdırmaya çalışıp ilk bölümü tamamlayayım:
Değirmenler
küçük birer evrendir, durmaksızın dönerler dönerler. Dünya denen bu
hata götürmez sistemde dönmesi gereken şeyler durmuşsa acilen bir çözüm
bulunmalıdır. Elimizde kalan son değirmenlerin yeniden dönmesi,
çarklarının işlemesi, en azından korunması konusunda devlet ve milletçe
hepimize görev düşmektedir. Bu anlamda devletimiz tarafından yapılması
gereken kanımca;
Değirmenlerin
can damarları olan su kaynaklarının geri kazanımı ile kaybolan bu
değeri diriltecek altyapıyı yeniden oluşturacak çözümler üretip hayata
geçirmek,
Su
ile gelip yine onunla giden, varlığına gönenip yokluğunda zarar görecek
bu yurdun insanları olarak bize düşen de; kaybettiğimiz bu ve benzeri
değerlerin bilincine varıp sahip çıkarak, yaşatmaktır.
Şimdi
mevsim güz. Elmaların toplandığı, cevizlerin çırpıldığı, karyağdı
armutların, kış keleklerinin ambardaki zahirenin koynuna yerleştiği
bereketli zamanlar... Gelin kendimize bir iyilik yapalım dünyanın en
güzel kenti Antalya’da isek çağlayan sular cenneti Gömbe ve Çukurbağ’da
Nevzat Amca’ya, değilsek yakınımızdaki bir su değirmenine gidip kışlık
unumuzu öğüterek hem şifa alalım, hem de can çekişen bu benzersiz
döngüye “şifa” verelim. Bizi biz yapan paha biçilmez kültürel mirasımıza
sahip çıkamadığımız sürece onlarla birlikte yokolmaktan başka çaremiz
yok.
İkinci
bölümde biri bildiğim biri de bu konuda yazılan, söylenenlere kulak
kabartırken öğrendiğim ve beni çok duygulandıran iki söylenceyi
paylaşmak üzere, sağlıcakla…
Kaynakça:
* Halk Türküsü (Kırıkkale/Keskin - Selman Çoker - Hacı Taşan - Muzaffer Sarısözen)
** Hüseyin ÇİMRİN Değirmenlerin Öyküsü
**** blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=160514 Milliyet Blok- Su Değirmeni- Gelenekler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder