Yazın
bu en yakıcı günlerinde köyümde izindeyim. Kaç gündür hava için için
yanan bir yangın gibi. Herkes gündüzleri sıcaktan tepidikten
(gevredikten) sonra akşamları geniş ev önlerinde gündüze inat, gündüzki
yangını söndürmek istercesine buz kesen havayı kutsar gibi yaşıyorlar.
Bir
gece yeğenlerimle geç vakit köy içine doğru yürüdük. Köyün sürmeli
sessizliğinde ara yoldan anayola çıkmak üzereyken birden önümüzden tozu
dumana katan bir kamyon geçti. Arkasından uzun uzun baktığım bu kamyonun
yükü arpa, buğday, pancar veya çimenli yaylalarda büyümüş koyun - kuzu
değildi. Üstünde bu büyük bir kamyonun arka kasasını kaplayacak
büyüklükte yekpare bir mermer blok yüklüydü. Ya yakındaki Dur Dağı’nda,
ya Armutlu Köyü’nde ya da Çığlıkara’da açılan utanç ocaklarından
birinden geliyordu.
Maden
ya da taş ocakları nicedir ülkemizin başına örülen çoraplardan sadece
bir tanesi. Aslıyok Yaylasında 1500 koyunu olan vicdansız “tüccarlar”
eliyle servis ediliyorlar. Bu ocakların çoğu son zamanlarda “sermaye
odağı” haline gelen şahıslar ve onların “yakın” çevrelerinden insanların
ruhsatını alıp bilmem kaç el değiştirdikten ve hayli kâr ettikten sonra
kullanım hakkı Çinlilere geçen memleket hazineleri. Ancak kamyon
sürücüsü Çinli falan değildi tabi. Ağacın baltaya; “Sen beni kesemezdin ama ne yapayım sapın benden” dediği gibi özbeöz “yurdum insanı”ydı.
Bugün
Elmalı Ovası’nda açılan sayısız maden ocağı nedeniyle yaylalarda artık
kuzular eğleşmez, otlar bitmez olmak üzere çünkü güzelim mor dağlar
içler acısı bir durumda, delik deşik. Biliyorum ki yurdumuzun hemen her
yerinde durum aşağı yukarı böyle veya böyle olmaya doğru sürükleniyor.
Burası Anatolia, “Işığın geldiği yer”
Hepimiz
doğanın birer parçasıyız ve doğaya bağımlıyız. Taş veya maden ocakları
yalnız doğaya karşı işlenmiş bir suç değil, insanın doğa ile bağlarını
koparmaya yönelik birer katliamdır.
Doğaya
rağmen doğa kanunlarına aykırı yapılan hesapların tutacağını sanmak
insanoğlunun binlerce yıllık yanılgısı ve felaketidir. Çünkü sonuçta bu
savaşın galibi yine doğa olmuştur.
Doğanın
ruhunu bilmeyen, anlamayan, göremeyen halklar yok olmaya mahkûmdur.
Buna sözüm ona çok akıllı olan bilim insanları da dahildir. Akıl sezgi
ile birleşirse insanlığın ve evrenin hayrına yaratılar çıkar.
Taşocakları hem akla hem de bütün ruhlara aykırıdır ve oradan elde
edilecek kazanç benim aklıma ve inancıma göre, tarihi eser kaçakçıları
gibi, kimseye kâr etmez, etmeyecektir.
Bu
doğa katliamlarını yapanları kutsayıp besleyenler ağzı dili olmayan tüm
varlıkların katline de ortaktır ve onların lanetinden kurtulamazlar.
Doğa kanunları bu kadar kusursuz ve apaçıkken günlük çıkarlara tapan,
hırslarına esir olanlar bu yangının bizim gibi kendilerini de yakacağını
çok iyi bilmelidirler.
Bu
ve benzeri katliamları yapanların adı yoktur, iyi duygularla da
anılmazlar. Oysa onların yüzünden yaşamalarını yitiren isimli, isimsiz
binlerce masum insan yüreğimizde yaşar. Bilindiği gibi bir zamanlar yine
canavar ruhlu insanların neden olduğu Çernobil Katliamı’ndan sonra
yakın coğrafyalardaki yüzbinlerce insan kanser olmuştur. Bugün hepimizin
yüreğinde sevgi çiçekleri açtıran Kazım KOYUNCU’nun bayraklığını
yaptığı masumların katillerini kim iyilikle anabilir? Onlar gibi güzel
vatanımıza bu belaları reva görenler de lanetlenecektir.
İnsanoğlu için en önemli şey temiz hava, temiz su ve bunları üretecek ağaçlar ile yeşerecek “yaşam hakkı”dır.
Hava ve suyun acımasızca kirletilip yok edilmesi karşısında tepkisiz
kalmak yüreklerimizi de kirletmektedir. Suskunluk ve biat doğa
katliamlarına suç ortaklığı, bu topraklar için çalışan, yaşayıp ölen
atalarımıza da soysuzluktur.
Büyük Şair Nazım HİKMET’in dediği gibi;
“Gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu satan, bir lokma bile tatmadan nimetlerin hamurunu yoğuran” (bkz: Bir Hazin Hürriyet, Nazım Hikmet 1951) bu insanların hakları Anadolu’da yaygın söylenişi ile “bakır kapları deler.”
Anadolu’da una-nimete basan kişiyi şeytanın çarpacağı inancı yaygındır.
Uğruna ne yaşamların adandığı bu toprakların değerlerini talan
edenlerin cezası acep ne olur?
Bugünlerde
sıkça, üç yıl önce seksenli yaşlarda kaybettiğimiz babamı ve Onun
kuşağını düşünüyorum. Süha ARIN’ın Altın Portakal ödüllü “Tahtacı Fatma” belgeseline
konu olacak kadar doğal, onurlu, toplumsal sorumlulukları ve sendikal
hakları konusunda bugünden çok öte bilinçlerini gıptayla anıyorum. “Onlar bugün yaşasalardı kimse bunları yapmaya cesaret edemezdi” diye hayıflanıyorum. Onlar bizler gibi bu haksızlığa boynunu uzatmaz, söyleyecek iki çift lafları olurdu. Büyük olasılıkla; “Siz kimin malını kime satıyorsunuz? Bu dağların kahrını siz mi çektiniz? Ömrünüzde buraya bir ağaç dikip dibini suladınız mı?” Ya da; “Bu dağlarda aç çıplak büyüttüğümüz çocuklarımızın birinin sümüğünü mü sildiniz?” derlerdi. Sanki “haksız gücün zalim, güçsüz hakın çaresiz olduğu” (Pascal)
tek zaman bu zamanmış gibi. Hoş bugün yaşayan, kurdun kuşun, ağacın,
börtü böceğin dilinden anlayan Anadolu bilgelerine verilen değer de
ortada ya.
Söylenceye
göre; “Kâbe’ye gideceğim” diyen karıncaya “hadi be ordan, daha yolun
başında ölürsün” dediklerinde; “hiç olmazsa Kâbe yolunda ölürüm” diye
cevap vermiş. Bugün
kendimizi adadığımız yüce değerler hızla yok oluyor. Bırakın
“adanmışlık”ları ideal bile denemeyecek kadar amaçsız, çıkarcı
yaşanmışlıkların ortasında insan bu topraklara emek veren canları
özlüyor.
Evet,
Onlar güzel insanlardı ama geri dönülmez bir yoldan göçüp gittiler. Gün
onların yasını tutma, hatıralarına ağlama değil, çözüm üretme
zamanıdır. Bizler de gelecek neslin anne-babalarıyız ve onlara karşı
sorumluyuz. Belki Abdal Musa Dergâhı’nın odun bittiği zaman ayaklarını
kazanın altında yanan ateşe uzatan aşçısı Budala Sultan’ca derviş ve
masum değiliz ama her birimizin içinde benzersiz güzellikler ve güçler
var. Gün onları besleyip memleketin değerlerine sahip çıkma zamanıdır.
Her birimiz birer Dadaloğlu olmazsak Hazreti Ali’nin dediği ve şimdiye kadar olduğu gibi; “iyilikler takdir edilmedikçe umutsuzluğa kapılmakta, kötülükler cezasız kaldıkça cesaret bulmakta”dır.
Gün “Çok nimetini yediğimiz “Işığın Ülkesi” Anadolu”
ile helalleşmek veya helalleşmeden gitmek zorunda kalmadan karartılmaya
çalışılan ışıkları, sönmeye yüz tutan ocakları elbirliği ile ışıtma
günüdür. Şimdi el ele verelim ve gelecek güzel günler için çalışalım.
Doğa katliamlarına yüreğimizi ve aklımızı siper ederken bizi inandığımız
değerlere giden yoldan alıkoyan her kim ne varsa onlara hep bir ağızdan
seslenelim;
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder