Antalya’ya bağlı Elmalı Ovası
olayları, insanları ve fikirleri başkalarından çok önce, adeta üçüncü
bir gözle görüp çözerek halkın anlayacağı dile çeviren, yaşamının amacı
topluma ışık tutup onları yansıtmak, dertlerine derman olmaya çalışmak
olan yüzlerce bilge insanın yurdudur. Bunların çoğu da bu çetin yolda
mucizeler yaşayıp yaşatan Allahın sevgili kulları evliyalardır. Bu
nedenle yöre “evliyalar diyarı”
olarak da anılır. Bu hikmet deryasının erenlerinden biri de 14. yy’da
Tekke Köyü’nde yaşamış, ömrünü en temel ve zor işe, insanı eğitmeye
harcamış Abdal Musa’dır.
Bursa’nın
fethine katılmış, yıllarca Anadolu’nun Türkleşmesi için çalışmış bu
tahta kılıçlı Urum Abdalı daha sonraları gelip yerleştiği bu coğrafyada
kurduğu eğitim ocaklarında ilim, irfan ve erdem dağıtmıştır.
Bektaşilikteki 12 posttan 11.si olan “Ayakçı” veya sonraki adıyla “Abdal
Musa” postunun sahibinin yaşamının büyük bölümünü geçirip marifet ve
mucizeler gösterdiği Tekke Köyü’ndeki dergâhı aynı zamanda ebedi
istirahatgâhı olmuştur.
Anadolu’nun
her yerinde Alevi-Bektaşilerce adına kurbanlar kesilip Ayin-i Cemlerde
ibadet edilen Abdal Musa Sultan, türbesinde her yıl Haziran ayı sonunda
düzenlenen anma törenleri ile anılarak binlerce seveni tarafından
ziyaret edilmektedir. Şüphesiz bu salt bir mezar ya da eren-evliya
ziyareti değildir. Yaşadığı yüzyılda kurduğu dergâhı bir yandan derviş
ve gönül erlerine dini ve ilmi eğitim verilirken yıllar yıllar açların
doyurulduğu, susuzları kandırıldığı, çıplakların giydirildiği,
yoksulların barındırıldığı bir merkez olmuştur. Burada aldıkları öğreti
ile aynı kazanda pişen lokmaları hakça paylaşan, yârin yanağından gayrı
her yerde, her şeyde hep beraber yaşayan bu güruh çoklukta birliği görüp
hayata geçirmişlerdir. Dergâhı ziyarete gelenler bu öğretinin ışığında,
bilimi, doğayı ve sevgiyi rehber edinmenin, hakça bir yaşamın yaşayan
izlerini ararlar. Herkes kendince birşeyler buluyor olmalı ki 700 yıldır
kayıtsız şartsız, 27 yıldır da törenler zamanında bir organizasyon
kapsamında gelip, gönüllerini cem etmektedirler.
Ancak yüzyıllardır yüzlerce ozanlar gibi KAMBERİ’nin diliyle de;
Pir aşkına çerağları yandıran,
Değirmeni sağdan sola döndüren,
Gidişatı Kerbela’yı andıran,
Değirmeni sağdan sola döndüren,
Gidişatı Kerbela’yı andıran,
Ehlibeyti gönüllere düşüren,
Uçarsuyu yüce dağdan aşıran,
Kaygusuzu dergâhında pişiren,
Erenler serdarı Pir Abdal Musa…
Uçarsuyu yüce dağdan aşıran,
Kaygusuzu dergâhında pişiren,
Erenler serdarı Pir Abdal Musa…
diye anılırken nicedir O’nun yüce kişiliğine gölge düşüren, dergahının
üst başında sıralanan 7 kutsal tepeden birinde, aşkıyla yürürken
durdurduğuna inanılan Dur Dağı’nda açılan taş ocağı ile anılır olmuştur.
Oturak Dağı, Akçaeniş Deresi, Deliktaş Deresi, Çataldere, Gocaboğaz,
Kurban Deresi ve Garamık Burnu gibi 7 kutsal alanın çevrelediği Dur
Dağı’nda yalnız kutsal dağlara değil Anadolu insanının bahtında onulmaz
bir yara gibi açılan taş ocaklarının bilmem kaç milyonuncusu yürekleri
dağlamaktadır. Alevi inancının kadim merkezlerinden biri olan dergâhın
birinin eline batan iğneden yalnız parmağı değil yüreği kanayan
bendelerince can kabul edilip üzerine titrenen taşı toprağı insafsızca
örselenmektedir.
Bu
alanda açılan davalar, gösterilen tepkiler uzun zamandır sürerken geçen
ay Antalya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu
Müdürlüğü’nün Kültür ve Turizm Bakanlığı, Araştırma ve Eğitim Genel
Müdürlüğüne yaptığı bölgedeki inanç merkezleri ile ilgili araştırma
talebi kapsamında iki uzman ile Abdal Musa Dergâhına gittik. Orada
görüştüğümüz Abdal Musa Dergâhı Halife Babası Hüseyin ERİŞ’in yaptığı açıklamaları duyunca bana hak vereceksiniz;
“Abdal
Musa’da kurulan taşocağı türbenin ardında sıralanan 7 tepeyi ve bizi
incitmiştir. Buranın dağı, taşı, ağacı, böceği kuşu bizim için
kutsaldır. Yüzyıllardır bu tepelerde tüfek patlamaz, kuşlar küser…”
“Bu tepelerden bir dal koparılmaz, hiçbirimiz
bu dağlardan yakacak odun getirmemişizdir. Yanılıp şaşıp getirenlerin
başına da hırlı işler gelmemiştir. Abdal Musa Türbesi’nin dibinde
tarlası olan çiftçinin birinin bir gün sabanı kırılır. Türbeden aldığı
bir mıh ile sabanı onarır. Tam çift sürmeye boyanacağında goca öküz
boylu boyunca yere yatıp sonsuza dek gözlerini yumar. Burada bulunan
katreden kütleye herşey kimsenin şahsi malı değil, ortak varlığımızdır…”
“Zararı
yalnız kutsal dağlarımızı dinamitleyip gözümüzden sakındığımız ulu
ağaçlarımızı kesmekle kalmayan, sularımız kirletip yetiştirdiğimiz her
mahsulü tozla kaplayan bu taş ocağı köyümüz için çok tehlikelidir. Bu
duruma karşı verdiğimiz hiçbir mücadele sonuç vermedi, çığlığımızı duyan
olmadı. Şimdi yüzyıllardan beri olduğu gibi yalnız bu toprakların piri
Abdal Musa’nın, Dergâhı ilahi gözlerle gözleyip gözeten Oturak Baba’nın,
dergâhta odun bitince ayaklarını ateşin altına uzatan aşçısı Budala
Sultan’ın, öldüğü halde dört yöne giderken görülen fırıncısı Mestan
Baba’nın hayır himmetine sığınıyoruz.”
Bir de o tepelerden ağrı bütün ovada duyarlı yüreklerin nidaları uğulduyordu;
Anadolu’nun
binlerce yıllık sırlarını saklayan, atalarımızın dibinde doğduğu,
gölgesinde doğadan helallik isterken kurban kesip semah döndüğü ve
bazılarına sonsuz mekân olup onları cennete götürdüğüne, koynumuzda
taşıdığımız bir kıpçınızla (dal parçası) kötülük ve uğursuzlukların
uzaklaştığına inandığımız evliya sedirler, Şah ardıçlar, iğde ve
kavaklar sizin gibi bizim de ciğerimiz yanıyor. Aslında birer birer
devrilen sizler değil bizleriz çünkü siz bizsiniz, biz siziz, biz biriz…
Dönerken
Elmalı’da ziyaret ettiğimiz arkeolog Sayın Ünsal ÖZÇAKIR’da nedense taş
ve maden ocağı ruhsatlarının çoğunlukla antik yerleşimlerin
yakınlarından verildiğine, sadece Lmyra Antik Kentinde birçok antik
zeytinyağı işliğinin bu yüzden tahrip edildiğine dikkat çekti. Kutsal
yerlerin bu ülkede yaşayan herkesin ruhu olduğunu, buralarda 10.000
yıldır süren bu gelenekte antik dönemdeki Kybele tapınımından
Hıristiyan, İslam ve tasavvuf inancının izlerinin olduğunu anlattı.
Gelen hiç kimsenin eli boş gönderilmediği, ihtiyacı olabileceği
düşüncesiyle yastığının altına para konduğu bu topraklarda yüzyıllardır
süren bir ağırlama geleneğinin varlığından sözeden ÖZÇAKIR bir yerde bir
değer varsa bunda ilk hakkın (önceliğin) orada yaşayan insanlar, bu
ortak değerlere sahip çıkmanın da herkesin boynunun borcu olduğunu
belirtti.
1500
yaşındaki ardıçlara, 2500-3000 yaşındaki sedirlere kıyan zihniyetin
yalnız doğamızı değil değerlerimizi, inançlarımızı ve geleceğimizi
tahrip ettiğini, Atlantis uygarlığının da tıpkı bu şekilde ruhu
çalındıktan sonra yokolduğunu vurguladı.
Her
gelenin iyilikten, güzellikten yana birşeyler getirip götürdüğü,
dileklerin dilenip muradların hâsıl bulduğu, Abdal Musa’nın durdurmak
için sırtını verdiği, şimdi gelenlerin aynı inançla sırtladığı dergâhın
kutsal dağında yaşanan acılar ve kıyım koruma kurulu kısmi red kararına
rağmen sürse de güneşin ülkesinde yüreklerin sığındığı yüce bir umut
daha vardır. Şimdi gelin bir söylenceye kulak uzatıp gönül verelim;
Vaktiyle
Kalenderiyye yoluna mensup bir derviş, nefsle mücadele makamının sonuna
gelir. Meşrebin usulünce bundan sonraki makam Kalenderilik makamıdır.
Yani her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir.
Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür
süslerden arınması gereklidir. Saç, sakal, bıyık, kaş, ne varsa
hepsinden. Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır.
-Vur usturayı berber efendi, der.
Berber
dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş aynada kendini takip
etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer
tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir
kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış
kısmına okkalı bir tokat atarak:
- Kalk bakalım kabak, kalk da traşımızı olalım, diye kükrer.
Dervişlik bu; sövene dilsiz, vurana elsiz gerekmiş ya.
Kaideyi bozmaz derviş, ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber
mahçup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz. Kabadayı koltuğa oturur, berber
traşa başlar. Fakat küstah kabadayı traş esnasında da sürekli aşağılar
dervişi, alay eder: ‘Kabak aşağı, kabak yukarı.’
Nihayet
traş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz bir kaç metre gitmiştir ki,
gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir.
Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına
denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı
oracığa yığılır, kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar. Berber ise
şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayrı ihtiyari sorar:
- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi? Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki bu kabağın da bir sahibi var, O gücenmiş olmalı!...
Antik
dönemdeki bin tanrılı Anadolu’dan tek tanrılı Anadolu’ya bu ulu
erenlerine makam olan dağlar, tepeler birkaç yıldır hoyrat şaplaklarla
paramparçadır. Ey kabak gibi taşın-toprağın, doğada kurduğun mükemmel döngüde senin gözetiminde yaşayan kurdun-kuşun, ağacın-çiçeğin sahibi, sana
aşkla bağlanan meczup bir gönüle bu kadar özenen güzel Allahım,
Anadolu’nun gerçek sahibi binlerce can senin yüce varlığına gönül
bağlayıp imdada çağırıyor. Yaratıp yöre insanını kucağında var ettiğin
bu toprakların binlerce yıldır sevdalarımızı saldığımız dağlarını delik
deşik ediyorlar. Bütün varlıklarımıza kıyıp hayatımızı “temize çekmeye” çalışanlar yarattıklarına “Allah yarattı” demeden kıyıyorlar. Yaptıklarına Anadolu
insanının dediği gibi; cavırın canı acır. Ama gel gör ki bırak cavırı
bu toprakların milyarlarca “inançlı” insanının bile kılı kıpırdamıyor.
Ancak bazen halimizi bilip yaramızı saracak hiçbir kimse kalmadığını
düşünüp umutsuzluğa kapıldığımız zamanlar olsa da senden umudumuzu hiç
kesmeyeceğiz ya hû!
“Zalim
dediğine yaşarken saygıda kusur etmez insanoğlu. Ama zalimin ölüsüne
dua okumaz, mezarına tükürür gayrı. Yapan kadar bilip de susan da
zalimdir…” (Ulak Filminden)
Taşlarımız,
madenlerimiz, yer altı yerüstü zenginliklerimiz ham halde ecnebi
memleketlere taşınırken onları işlenmiş halde Çinden, şurdan burdan
getiren her geminin bir fabrika kapattığını ülkemizde atalarımızın
binlerce yıllık emeği gibi çocuklarımızın geleceğinin de elimizden kayıp
gittiğini kaçımız düşünüyoruz?
Akdeniz
yakası - Aydın ellerinden kuşların geldiği, cemalin görünce yürüyerek
taşların geldiği Abdal Musa’ya gelen, gelecek olan canlar;
Bizler
her gün doluştuğumuz sırça köşklerimizde başımızı kuma gömmeye devam
ededuralım yalnız Dur Dağı değil, Anadolu’nun bütün dağları, dereleri
hayli zamandır kan ağlıyor. Şimdi taşlar hikmetle değil çıkar
odaklarınca “yürütülmekte”, “değerini daha iyi bileceklere” teslim
edilmek istenmektedir. Hiç şüphesiz bugün dağın böğrünü oyan el, yarın
bizim görmeyen gözümüzü hepten oyacak, magazin programlarına ve
çıkarlarımıza delik kulaklarımıza Anadolu’nun paha biçilmez kurşunlarını
akıtacaktır…
Ey
bu kutsal yaratıların emanetçileri bütün bu olanlara sessiz kalarak
emanete hıyanet ediyor, gâhî bilir, gahi bilmez suça ortak oluyoruz.
Evet; “şeriata göre şu senin bu benim, tarikata göre hem senin hem benim
olan varlıklarımız hakikatte olduğu gibi ne senin ne benim olmak üzere
ancak bu elbette bu gidişle ilahi minvalde değil, başka bir planda yaşam
bulacaktır. Abdal Musa’dan veya yurdun dörtbir yanında açılan sayısız
taş-maden ocaklarından götürülen sadece taş, canına kıyılan sadece doğa
değil ortak ruhumuz, bütünlüğümüz ve geleceğimizdir.
Ancak
bilinmelidir ki sahibi bile çileden çıkaran bu tufan sadece şaplak
vurulanları değil hepimizi önüne katacaktır. Tufana kapılıp gitmeden
varlığımız ve birliğimiz uğruna candan bir duvar örmek zorundayız. Başka
da yolumuz yok…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder