16 Ocak 2013 Çarşamba

AYDER’DEN ÖNCE…













İlk Yayın tarihi:  23.09.2012
Erzurumlular insanları karşılarken de uğurlarken de hep; “Hoş geldin!” derlermiş. Bu söz o kadar hoşuma geldi ki -yazmadan geçen uzun yazın tortusu- yazıma ben de Onlar gibi başlamak istedim; “Hoşgeldiniz!” Umarım acısı tatlısıyla, anlatacaklarımla ben de hoşgelirim. Dilerim yurdun her karış toprağına Mustafa Kemal ve askerlerinin gelişi gibi “Hoş Gelişler” olur, şer, ihanet, savaş, acı ve kıtlık defolur.  .......

Bunlar uzun eğri burunlu ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki, sırtı lacivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için, hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin, bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler... Nazım HİKMET


Ağustos başında, ahir ömrümde nicedir muradım olan bir Karadeniz turu yaptım. Antalya’dan çıktığımız turda öğretmen, doktor, emekli vb. çoğunluğu kadınlardan oluşan bir toplulukla dura kalka, bola bostan, uyum içinde Kuzey Anadolu’yu gezip geldik. Yaşamın, yaşanmışlıkların izini türküleri ile sürdüğüm yörenin gözüm ve gönlümden yansıyan görünümünü aktarmak, varlığı ve kederi -benim gibi Anadolu Sevdalıları ile- üleşmek istedim. Süren veya yaklaşan musibetlere Ayder ve Uzundere’de çağlayan suların coşkusunu, yaylalardaki binbir çiçeğin büyüleyici kokusunu, Balıklıgöl’ün kıyısında çiğ damlalarını yaprak uçlarında bir mücevher gibi dizili tutan ebegümeçlerinin ilahi takısını, yağmur duası tadındaki horonların yürekten bedene akışını kalkan etmek, binlerce yıllık birliğe inancımla karanlık ve kötülüklere meydan okumak istedim.

Geçtim uzun yollardan, içtim soğuk sulardan,
Ben bişe anlamadum ha bu yalan dünyadan…

Antalya’dan çıkıp Afyon ve Ankara üzeri gidilen gezimiz Çorum’da Sarp Sınır Kapısı’na kadar kıyı boyunca, -zamanın ve olanakların elverdiği ölçüde- bütün Karadeniz’i kapsadı. Bu kısa yaşam arasına yıllardır istediğim o kadar şey sığdı ki aklım tutuldu. Size hepsini tek tek anlatıp nünüklemek (düdüklemek) niyetinde olmadığım için sıradan y-olanları kuşbakışı, önemli bulduklarımı da azıcık altını çizerek resmetmeye çalışacağım.

Çorum Antalya’nın yaz ve insan sıcağından sonra “hayli serindi”. Hissettiğimiz serinlik, hava kadar Ramazan Ayında olmamız nedeniyle inancın darasının hayli ağır bastırılmasındandı. Yaşamın, insanın Yaradan’la arasında sır olan ve olması gereken bu nadide yanının yaşamın merkezine bu kadar konulması bize Hz. Muhammed’in; “Dininde samimi ol, azıcık bir ibadet sana yeter.” (Heytemî, ez-Zevâcir, 1/82) diyen yüce öğretisinin değerini daha iyi duyumsattı. 

Neyse ki bu ağırlık ertesi sabah Amasya’nın iki yanına konduğu Yeşilırmak’la akıp gitti. Benim için Ferhat ile Şirin’in aşk iklimi olması Şehzadeler Kenti olma özelliğinden daha önde gelen Amasya en çok görmek istediğim yerlerden biriydi. Müzesindeki sıradışı mumyalarıyla, çok başarılı canlandırılmış mini Amasya maketiyle, ırmak boyunca sıralanmış yapıları ve duyarlı insanlarıyla bu asil ve sakin kent ruhumu dinlendirdi.

Sonra Samsun, Milli Mücadele Destanı’nın ilk satırları… İnsanın tüyleri diken diken oluyor. Giderken sadece içinden geçip bir tek müzesini gezdiğimiz için aklımda çok da bir şey kalmadı. Ordan Amazon kadınların yaşadığı Terme’ye, sonra Terzi Fikri’nin; “yoksulun söküğünü bir belediye binasının burcuna diktiği” FATSA’ya ulaştık… Karadeniz insanın özgür, mücadeleci ve yurtsever özelliklerini taşıyan en iyi örneklerinden biri olması bakımından O’ndan söz etmeden geçilemez, geçilmemeli...

Fikri Sönmez bu şafaklarda!

Terzi Fikri öyle bir giysi dikti ki Fatsa'ya,
O Gürcü öyle bir gürledi ki arkadaşlarıyla,
Noktalar, noktalı virgüller, askeri operasyonlar…
Kimseler çıkaramaz Fatsa'nın sırtından!
Emek hakkının sımsıcak çıplaklığını…  Can YÜCEL


Fikri SÖNMEZ 1938’de Fatsa’nın bir köyünde doğar ve geçimini terzilikle sağlar. 60’lı yıllarda yükselen antiemperyalist mücadelede ön saflardadır, 68’den sonra Karadeniz’de emekçilerin örgütlenmesi çalışmalarında yer alır. 1978-79 yıllarında Giresun ve Ordu yörelerinde yapılan kitlesel “Fındıkta Sömürüye Son” mitinglerini düzenler. 1979 yılında Belediye seçimlerinde bağımsız aday olur. Seçimi -CHP, AP ve MSP seçmenlerinin büyük bir bölümü de dahil- diğer tüm partilerin adaylarının aldığı oranın toplamından fazla oy alarak büyük bir halk desteğiyle kazanarak Fatsa Belediye Başkanı olur…

Fatsa'da yürütülen ilk büyük belediye çalışması; "Çamura Son Kampanyası"dır. Müteahhitlerin keyfince sürdürdüğü plansız kanalizasyon çalışmaları nedeniyle köstebek yuvasına dönen ve bütün teknik adamların; "yapımı yıllar sürer!" dediği Fatsa sokakları 2-3 ay içinde çamurdan temizlenir. İlçeye gidecek 4 km.lik yeni bir caddenin de açıldığı bu çalışmalar; çevre ilçelerin makine ve donanımların yardımı, halkın ve tüm ülkeden devrimcilerin gönüllü katılımı ile başarılır.

Ardından O’nun öncülüğünde -Can Yücel’in amacını; “Yeni bir yaşama örneği, yeni bir üretim biçimi” diye betimlediği-Fatsa Halk Kültür Şenliği" düzenlenir. Şenlik boyunca her türden sanatsal ya da kültürel etkinliklere halkın yanısıra büyük kentlerde yaşayan aydınların, demokratların, sosyalistlerin; sanatçıların katılımı sağlayarak aynı zamanda bu insanların Fatsa'da olup bitenlere tanıklık etmelerine vesile olur. Fatsa'da içki, kumar, kadına şiddet gibi olumsuzluklarla mücadele başlatır. Tefeci-tüccarların elinde bulunan köylülere ait borç faizi senetleri mağdurların lehine tatlıya bağlanır. Yol, su, kanalizasyon gibi sorunların halkın katılımını sağlayarak çözülmesi doğrultusunda adımlar atar. Geniş köylü kitlesinin katıldığı fındık mitingleri düzenler, arazi anlaşmazlıklarından kan davalarına, köy kavgalarından aile içi sorunlara kadar her türden sorun halk tarafından devrimcilerin önüne getirilmeye, halkla birlikte çözülmeye başlanır.

“Ben ne yaptıysam halkım için, halkımla birlikte yaptım…” Fikri SÖNMEZ

Onu asıl önemli yapan ise tüm Türkiye’ye hatta dünyaya verdiği yerel yönetim dersidir. Göreve gelmesiyle birlikte Fatsa’yı 11 farklı bölgeye ayırıp bu bölgelerde Halk Komiteleri oluşturur. Komite üyeleri gizli oylama yapılarak yine halk tarafından seçilir, halkın sorunlarını belediyeye aktarmak ve belediye faaliyetlerini denetlemekle görevlendirilirler. Halkı en etkin biçimde yönetime katmaya çalışan başkan bununla da yetinmez. İki ayda bir geniş katılımlı halk toplantıları yapmaya ve tüm bölge halkını yönetime katmaya başlar. Bu geniş katılımlı halk toplantılarında ülke gündemine dair tartışmalar da yapılır.

Yapılan hiçbir iyilik karşılıksız kalmaz derler ya, bu insanca çabalar görülmeyip çeşitli çevrelerce mesleğine atıfta bulunularak; “Terzi Fikri” diye aşağılanmaya çalışılır. Oysa otuz yıldan fazla ekmeğini terzilikle kazanması O’nun onur madalyasıdır, kendisi gibi halkı da bundan gurur duyar.

Fatsa’da bu gelişmeler olurken, Alevi mahallerine faşist saldırılar yapılarak 50'nin üzerinde insanın öldüğü, barikatlar ve sabahtan akşama susmayan otomatik silahlarla evlerin yakılıp yıkıldığı Çorum’da vahşi olaylar yaşanır. Bu ahval ve şerait içinde iken dönemin Başbakanı Süleyman Demirel; "Çorum'u bırakın, Fatsa'ya bakın!” der.

Ve bakılır… Sömürüye hayır diyen, güzel bir dünya özlemi ve çabasıyla bu yolda yalınayak yürüyen Fatsa halkının kara günleri bu aşamadan sonra başlayan acı olaylar, gözaltı, işkence ve ölümlerle sürüp gider. Bu dönülmez yola daha birçok yoldaşı ile çıkan o sıcakkanlı, dost insan 11 Temmuz 1980’de gözaltına alındıktan beş yıl sonra 5 Mayıs 1985’te yaşadıkları ve olumsuz cezaevi koşulları nedeniyle kırılan kalbinin durmasıyla yaşamını yitirir. Ama Fikri Sönmez…

Derler ki; kozasından çıkan bir kelebek gibi, yeni doğmuş bir bebek gibi
kendini yönetmenin tadını usul usul ellerine içirdi ilçeden insanlar.

Derler ki;
yazgıları avuçlarında, ocaktaki alev yapraktaki rüzgâr gibiydi sesleri
ve başladı orkestra yeni bir senfoninin ilk notalarını çalmaya,
yarını koparıp almaya hazırlanıyordu insanlar.
Derler ki; yayılırken içerde ihanet kör dehliziyle orkestranın şefini yitirdik
çatık bir kaş gibi gelen bir kalp kriziyle.
Derler ki; O bir çınardı,
denizin ve dağın havzasında, yetmişte de seksende de vardı.
Derler ki; bir tarih göçmüştür onun göçüşüyle… /
Ersin Ergün KELEŞ






Bu kadar acıyı anlatmaya yüreğim dayanmıyor, bu memleketin çocuklarını birbirine düşman edip kardeşi kardeşe kırdıranların Allah bin belasını versin demekten başka söz bulamıyorum. Bugün denize ulaşmak için hâlâ o dönemde yapılmış yolların kullanıldığı Fatsa’dan Onlar’a bin selamla geçtik ama izleri yüreğimizde kaldı, kalacak…

***

Upuzun tünellerden Ordu ve Giresun’u geçip Akçaabat’ı boyladık. Özgün ve lezzetli köftesi ile tanıdığımız ilçe akşamları sahilde kadınlı çocuklu tatlı tatlı sohbet edilen capcanlı bir yer olarak kaldı gönlümde. Ben bizim topluluğu bırakıp çay bahçesine çekirdek ve meyveleriyle gelen Akçaabatlı teyzelerle oturup tatlı bir sohbete daldım. Ertesi gün öğlen aynı yerde köfte yemeye geleceğimizi konuşmuştuk, koca başlarıyla beni tekrar görmeye geldiler iyi mi?...

O günün sabahında yolları taşlı Maçka’da bulunan Sümela Manastırı’na gittik. Karadağ’ın eteklerinde sarp bir yamaca kurulu manastırın aşağısında otobüsün bizi bıraktığı yerden dileyen yaya dileyen de minibüslerle çıkacaktı yukarıya ki tahmin edeceğiniz üzere ben yürüdüm. Hem doğayı ve yürümeyi sevdiğim hem de kutsal mekânlara ulaşırken emek verilmesi gerektiğine inandığım için yaya yoluna vurdum kendimi ve Ankara, İstanbul gibi kentlerden gelen hayli kalabalık insan kafilesinin en başında, minibüsle gelenlerle aynı zamanda, saçlarımdan akan zafer damlalarıyla ulaştım Sümela’ya. Ulaştığım yer neresi mi? Gelin Vikipedi’den bakalım;

Sümela, 1.150 m yükseklikteki eski Yunan Ortodoks manastır ve kilise yapılar bütünü olup, tam adı Panagia Sumela. MS 365-395 tarihleri arasında inşa edildiği sanılan kilise Anadolu'da sıkça rastlanılan Kapadokya kiliseleri tarzında yapılmış. 14. yüzyılda Türkmen akınlarına maruz kalan kentin savunmasında ileri karakol görevi üstlenen manastır için Yavuz Sultan Selim’den III. Ahmed’e kadar pek çok padişah imtiyaz tanıyan fermanlar yazdırmışlar. Osmanlı (ki kendi öz halkı Türkmenleri tarihi boyunca aşağılayan, ağır vergilere bağlayan, binlercesini kılıçtan geçirip kuyulara dolduran bir idare) döneminde manastıra sağlanan imtiyazlar  Trabzon ve Gümüşhane bölgesinin İslamlaşması sırasında özellikle Maçka ve Kuzey Gümüşhane'de Hıristiyan ve gizli Hıristiyan köyleri ile çevrili bir alan oluşturmuş. -Besle kargayı, oysun gözünü- 1916’dan 1918’e kadar süren Rus işgali sırasında Maçka civarındaki diğer manastırlar gibi bağımsız bir Pontus devleti kurmak isteyen Rum milislerin karargâhı olmuş. Nüfus mübadelesi ile bölgedeki Hristiyanların Yunanistan'a gönderilmesinin ardından önemini yitirerek T.C. Kültür Bakanlığı tarafından yakın zamanda onarılana dek kaderine terkedilmiş. Yutkunalım ve; neyse ki kurulu bulunduğu dağ hâlâ bizim topraklarımızda, çeşmesinden akan Anadolu’muzun suyu demekle yetinelim…

Daha sonra Trabzon Ayasofya Kilisesi’ni ve Atatürk Evi’ni gezdik ama ne hikmetse Atatürk’ümüzün yönetiminde düşmandan kurtarılarak Cumhuriyet idaresini kurduğu vatanımızda para vererek gezdiğimiz Atatürk Evi’nde asık suratlı görevlilerce fotoğraf çekmemiz engellendi... Ama buna şiddetle karşı çıkarak şu sözünün yazıldığı tabelayı resmetmemek olmazdı; “Ben olayım olmayayım Türk Milleti bakidir. Görevinizi bana karşı değil millete karşı yapacaksınız…” Mustafa Kemal ATATÜRK

Yaylalar serun olur, sulari buz gibidur,
Bir gören vazgeçmiyor, sanki cennet yeridur…





O akşam konaklamak üzere Rize Uzungöl’e vardık. Göl kıyısında uzun bir yürüyüş yaptığımız akşamın sabahında minibüslerle Uzungöl’ün yedi göl ile bezenmiş yaylalarına çıktık. Bu göllerden Balıklıgöl’ü sadece gördük, yüksek olan Aygır Gölü’nün içinde yüzerek canına boyandık. Yüzmeden sonra göl kıyısını pervaz dönerken kıyıda çadır kuran Trabzon Offroad Kulübü’nden birkaç delikanlımız bize unutulmaz bir deneyim yaşattı. Tank gibi görkemli arazi arabalarıyla bu cesareti gösterebilen iki kadını beni ve Selma’yı yaylanın sarp tepelerine çıkarıp pamuk gibi yumuşak inerek kısa bir gezinti yaptırdılar. Beni kendi yarattığım korku ile yüzleştirip cesaret veren çocuklarımıza bu unutulmaz deneyim için minnettarım…

Yaylalara gelince; öyle sonsuz, öyle yeşim ve kucaklanası bir doğa, öyle eli öpülesi çalışkan kadınlar bezeliydi ki tekrar ve bağımsız gidip çay toplayanlarını, ot biçip taşıyanlarını sündüre sündüre öpmek ve yardım etmek boynumun borcu olsun…

Gece oldimi yilduz sanki elle tutulur,
Karadeniz Yaylasi inan ki bambaşkadur… (Halk Türküsü)

Öğle yemeği için indiğimiz Rize’de Ramazan nedeniyle bırakın yemeği tek bir park dışında içecek çay bulamadık. Rize ve Çay müzelerini, yutkunarak da bir etnografya galerisi tadındaki Evvel Zaman Yöresel Yemekler Konağı’nı gezdikten sonra Sarp Sınır Kapısı’na dayandık. Sınırdan Gürcistan’ın Batum Kenti’ne girmek sadece bir (1) lira ama saatler süren kuyrukta beklemeye zamanınız varsa… Zaten geçmeyeceğimiz için moralmen kösmeden kapıcığında oturup ertesi gün cenneti göreceğimizden habersiz muhteşem Fırtına Deresi kıyısındaki otelimize döndük.

Deniz üstünde fener, bir yanar bir de söner,
Bu gaybana (yere batası) sevdaluk,
ne yana olsa döner…

Gel kaçalum sevduğum, dağlarun arkasindan,

Yandum da öleceğum,
bu yürek yarasindan…

Sabah coşkun dereler üzerine kurulu capcanlı tahta köprülere tutuna tutuna ulaştığımız yeryüzü cennetinin adı: AYDER’di. AYDER’e inanılmaz doğası ve havası yanında yüreğimi bağlayan biraz da, canı sağolasıca Selçuk BALCI’nın “Patika” adlı müzik ötesi bir aşkla çalınan kemençenin süzüldüğü muhteşem albümünde seslendirdiği bu türkü oldu. Hakkında hiçbirşey öğrenmeden gittiğim Karadeniz’in ruhuna dokunduğumu hissettiğim yer. Karadeniz insanı ile ilk kez can cana geldiğim, kulağımda hep kalacak büyülü ezgileri ilk kez duymuş gibi taparcasına içtiğim, kısacık konuklukta canımın yarısını bırakıp ardıma baka baka ayrıldığım Ayder sevdalarımın en tazesi oldu. 5 Ağustos 2012, Ayder’i görene dek gözlerim pek az şey görmüş. İnsana tutkun yüreğim meğer yeşile, yağmura, buluta, çağlayan sulara da o kadar açmış.

Fırtına Deresi boyunca eşsiz doğa güzelliklerini izleyerek vardığımız Rize’nin Çamlıhemşin İlçesinde yer alan Ayder, Gürgen Dibi ile Aşağı ve Yukarı Ambarlık (Gelin Tülü) Şelalesi, yayla evleri, çiçekli düzleri ile cennetten bir parça. Sırtını çam örtülü yamaçlarla Kaçkarlar'a dayamış bu düş evreninin diğer büyüleri de; türlü ve eşsiz çiçeklerden elde edilen balı ve kaplıcasından yayılan şifası... 55 derece sıcaklıktaki romatizmal hastalıklar, iç hastalıkları, kadın ve cilt hastalıklarına  iyi gelen kaplıcanın sodyum sülfatlı, holgimetalik ve radyoaktivite içeren suyunu içmek de sindirim sistemi bozuklukları gibi birçok derde banyo yapmak kadar deva.

Benden önce gidip bu uçsuz bucaksız evreni bandıra bandıra yaşayan sayısız insanın sefası olsun, yarasın. Dilerim benim gibi şimdiye dek gidip göremeyenlere de nasip olur. Ayder’i yüreğime iliştiren kadını erkeğiyle bütün canlara, -kendileri oldukları ve ora insanının özünü en iyi şekilde temsil ettikleri için- sevgiden öte hayranlıkla teşekkür ederim.

Karadeniz izleğinin devamında, “Ayder’den Sonra” ve “Karadeniz Boyunca”da görüşmek dileğiyle… Sağlıcakla… 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder