18 Ocak 2013 Cuma

EYVALLAH!..






İlk Yayın tarihi: 17.02.2011



Bu yazımda bir kenti, bir kitabı ve bir filmi işleyeceğim, yani birden çok konuya değinmek istediğim için birden çok anlamı olan bir sözcüğü başlık olarak seçmek istedim. “Merhaba” ile başlayıp “teşekkür ederim, eline-yüreğine sağlık, sen öyle söylüyorsan…”, ileden “bağışla”ya kadar süren birçok anlamı olan, Anadolu gibi benzersiz bir kelimedir eyvallah, çok severim, sıkça kullanırım. Hatta telefon konuşmaları sonunda veda sözcüğü olarak kullanmayı gelenek haline getirdiğim bu özbeöz Türkçe sözcüğün bazı dostlarımın diline yerleşmesine de vesile olmuşumdur. Yarıyıl tatilinde kızım Türkü ile gittiğimiz Hatay’da karşılaştığımız bir sürü güzelliğin buluşma noktasını oluşturan da belki bu büyülü esenleme sözcüğüydü.

Belgesel tadında yazılanlar dışında “şuraya gittik, şunu yedik, filancalarla oturup kalktık” benzeri bencil gezi yazılarından pek hoşlanan bir insan değilim. Bu nedenle kendime hoş gelmeyen bu durumu size reva görmek de istemem. Ancak yıllardır özlemini çekip ilk kez gördüğüm bir kentin ruhuma yansıyan şavkını azıcık dile getirmezsem inanın haksızlık ederim.

Akdeniz’in en ucunda yer alan bu nezih kent, girişte insanın doğayla el ele verdiği rüzgâr enerjisi üreteçleri ile yeni sevdalılarına merhaba diyordu. Bu özel kente bu panellerde üretilen mekanik enerjiden çok daha fazla yaşam enerjisi veren bu girişten sonra kent insanlarının uyandırdığı ilk izlenim yardımseverlik ve güvenden başka bir şey değildi. Hakkında dinlediğiniz onca hoş övgüden olsa belki sonra yanılırdınız ama hep sürünce anlıyorsunuz ki bir bildikleri varmış da söylemişler.

Bir kere Hatay’da hayata iki dille bir sıfır galip başlıyordu insanlar. Arapça ve Türkçe hepsinin çifte ana diliydi. Dil sadece konuşmaya yaramaz, bilirsiniz. O dilin ait olduğu kültürü de temsil eder, o toplum gibi düşünmeyi de sağlar. Bunun yanında geçmişten mimariye yansıyan ve yaşamda etkisi hâlâ süren yadsınamaz Fransız kültür etkisi de vardı. Ustaları olmadığı için bugün çoğu hayli yaşlanmış Fransız yapıları kente kimlik katan önemli unsurlardan biriydi. Bu yapıların çoğu yakında restore edilmek üzere belirlenmiş durumda ki bu Hataylılar kadar bizim gibi gelip hayran olan herkesi sevdiren bir haber.


İnsanlarda tek sıcak kanun;*
        Üzümden şarap yapmaları,
        Kömürden ateş yapmaları,
        Öpücükten insan yapmalarıdır.

İnsan bir kenti temsil eden en büyük değerdir. Hatay halkı öylesine sıcak, öylesine candan ki kime bir şey sorsanız herbiri birer gönüllü rehber gibi canla başla koşuyorlar. Hatay insanının gündelik yaşamda birbirine gösterdiği saygı, güleryüz onlar gibi gelen insanlara da huzur veriyor. Örneğin Antalya’da ben çok az kişinin yolda tanımadığı birine “çok yaşa” dediğini bilirim, bu küçük ama bence önemli davranış onlara görev sanki. Trafikte sıfır stres var. Trafik ışıklarının yetersizliğinden mi bilinmez ama insanlar karşıdan karşıya geçmek işçin sık sık araçların yolunu kesmek zorunda kaldıklarında hiçbir gerginlik yok, aksine özellikle kadınlara büyük bir saygı var. 

Günlük yaşamı anlamlı kılan en önemli unsurlardan biri de eşsiz beslenme gelenekleri. Antalya’da zenginler dışında halkın pek yapamadığı dışarıda yemek yemenin Hatay’ın birbirinden lezzetli, zevkli, sağlıklı yemek ve mezeleri ile donanan sofralarda vazgeçilmez bir yaşam biçimi haline gelmesidir. Son derece de ekonomik olan bu gelenek hem toplumsal ilişkileri güçlendirmekte hem de kent ekonomisini canlı tutmaktadır.


 İnsanlarda tek güzel kanun
         Suyu ışık yapmaları,
         Düşü gerçek yapmaları,
         Düşmanı kardeş yapmalarıdır.

Tersine akan “Asi” ırmağının tersine Hatay’ın adı bence “Uyum”du. Orada birçok inancın bir arada ve hoşgörü içinde yaşandığını bilmeyenimiz yoktur. Farklı inançlara sahip insanların kendi düşüncesini başkasına dayatmadığı belki de ender yerlerden biri olan bu kentin insanları beni bu ülkede yüzyıllardır ekilen düşmanlık tohumlarının asla filizlenmeyeceğine umutlandırdı. Bu yönüyle hem ülkenin bütününe hem de dünyaya örnek olacak bu model ile 1947’den bu yana Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi için çabalayan bütün yöneticilerin ezberlerini bozması gerektiğine inanıyorum.

Hatay denince ilk akla gelecekler şüphesiz önce eşsiz “Künefe”si, sevmediği biri ile evlenmektense bitki olmayı yeğleyen Daphne’nin defneye dönüşmeden döktüğü bir damla gözyaşından çağladığına inanılan “Şelale”si idi. Hatay’la özdeş bir diğer zenginlik de Nezih Ünen’in ölümsüz belgeseli “Anadolu’nun Kayıp Şarkıları”ndan tanıdığım, ipekböceği tezgâhı için yazdığı Arapça şarkısı “Dulabe”yi seslendiren amcanın dükkânında olduğu gibi birçok yerde yaşatılan geleneksel dokumalardı. Ve tabi ilk ve daima iz bırakan, insanı Anadolulu olmaya şükrettiren güzel insanları.

Başta kadim arkadaşım Serpil ve eşine, iyi derecede Türkçe öğrenmek için 73 yaşında okuma yazma kursuna başlayacak hayat dolu kayınvalidesine olmak üzere sabrın, özenin ve güzelliklerin sindiği bütün canlılara ve mekânlara sonsuz teşekkür ettik. Dini, dili, ırkı, rengi ne olursa olsun birbirlerini ayırıp ötekileştirmeden yaşayan, bunların zenginlik olduğunu kanıtlayan, düşmanlığı değil dostluğu besleyen insanların yurdu Hatay’dan ayrılırken ağzımızda güzel tadlar, gönlümüzde güzel anılar vardı.


İnsanlarda tek zorlu kanun;
        Savaşlara, yoksulluğa karşı
        Kendilerini ayakta tutmaları,
        Ölüme karşı yaşamalarıdır.

Uzun zamandır paylaşmak istediğim diğer konu; Gregoriy PETROV’un yazdığı “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı önemli bir kitap. Eser tüm yoksulluk ve yoksunluğa, elverişsiz doğa koşullarına karşın bir avuç aydının önderliğinde, askerlerden din adamlarına, öğretmenlerden iş adamlarına kadar her meslekten insanın dayanışma ile ülkeleri Finlandiya’yı geri kalmışlıktan kurtarmak için nasıl bir mücadele verdiklerini anlatmaktadır. “Bu kadar uzağa gitmeye ne gerek var, bizim Çanakkalemiz, Mustafa Kemalimiz, Milli Mücadelemiz var” dediğinizi duyar gibiyim ama ulu önder Atatürk öyle dememiş. Kitabı 1932 yılında yazarın anadili Rusça’ya çevrilmeden tercüme ettirip askeri okulların müfredatına konulması talimatı vermiş ve bir zamanlar kutsal kitabımızdan sonra en çok okunan kitap olmuş.

Çocukluğunda küfürden başka bir şey duymayıp sarhoşluktan başka bir şey görmeyen yazar önce din ağırlıklı bir liseyi, ardından ilahiyat fakültesini bitirdikten sonra eğitim alanını seçip lise ve üniversitelerde konferanslar vermeye başlar. Konferanslarında halkın cehalet ve fakirlik içinde yaşamasından yakınarak halkın iyiliği, ülkenin büyümesi için aydınları göreve çağırır. Halkın asırlık karanlığını, başıboşluğunu gönüllerindeki ıstırabı dile getirerek değil onları aydınlatarak, çalışarak, üreterek aşmaları gerektiğini telkin eder.

Halkın anlayacağı dilden konuştuğu ve onlara gelecek güzel günleri işaret ettiği, bunun yanısıra Gorki ve Çehov’un bile beğenisini kazanan kitaplar yazdığı için gönüllerde günden güne sağlam bir yer edinen Petrov’un başarısı milyonları mıknatıs gibi çekmeyi sürdürünce kilise rahatsız olur. Önce meslekten men edilip sonra sürgün edilir. Petrov’un sözlerinde devrime yöneltme, mevcut rejimi bozma gibi çağrışımlar yoktur. Onun düşüncelerinin tamamı; endüstriyel-ekonomik modernleşme, Batı ülkelerine ayak uydurma, halkın yaşamını “temize çekme”dir.  Ne kadar tenkite maruz kaldıysa ünü o kadar artar, halkın gözünde yücelir. Yazdığı ve anlattığı her şeyde kendi duygu ve düşüncelerini gören halkı O’nu şöyle tanımlar; “Ateşli bakışlar, derin kararlılık, tutku ve inanç”.

Her insanın kendi yaşamının mimarı olduğunu ilke edinen yazar sürgün yıllarını bile fırsata çevirip güzel çalışmalar yapmaktan bir an bile vazgeçmez. Finlandiya’daki sürgünlüğü sırasında kaleme aldığı bu ölümsüz incelemede bataklıklar içine yerleşmiş, doğal madenlerden yoksun, küçük bir ülkenin bilinçli bir mücadele ve sağlam “yaşam mimarları” ile nasıl ayağa kalktığı, kusursuz bir ekonomik, siyasal ve kültürel düzene kavuştuğunu anlatır. Bir ülkenin, halkın kurtuluşunun yalnız yöneticilere tevdi edilmemesi gerektiğini, herkesin yapacağı birşeyin mutlaka olduğunu örneklerle betimleyen, bir solukta okuyacağınız bu kitabı bu yazıyla ulaştığım herkese yürekten öneririm. Kitaptan bir paragraf aktarıp gerisini mutlaka okuyacağınız inancıyla beğeninize bırakacağım.

“İnsanın insanlarla, dünyayla, tarladaki her otla bağlılık duygusu olmalı. Eğer böyle bir bağ yoksa ne devlet, ne toplum, ne aile ve hatta insan bile var olamaz.”


 Hep var olan kanunlardır bunlar,
         Bir çocukcağızın ta yüreğinden başlar,
         Yayılır, genişler, uzar gider
         Ta akla kadar.

Sizinle paylaşmak istediğim son konu ise geçenlerde uykum kaçınca sabah karşı televizyonda izlediğim “Apocalipto” adlı bir film. Film ormanda yaşayan ilkel kabilelerden birinin diğerinin obasına saldırarak evleri ateşe verdikten, kadın ve çocuklarını öldürdükten sonra genç erkeklerini esir alıp kendi klanlarına götürmeleri ile başlıyor. Yol boyunca yaşadıkları akıl almaz acılardan sonra oraya varan gençler orada teker teker tanrılara kurban edilmeye başlıyorlar. İçlerinden en yürekli ve umutlu olanı kurban edileceği sırada güneş tutulunca bunu tanrıların “bu kadar kurban yeter, doyduk” mesajı olarak alıp öldürmediler. Öldürülmese de tutsaklığı süren bu genç canilerin elinden kaçıp inanılmaz bir inanç ve azimle topraklarına döndüğünde şöyle dedi;

“Ben Jaguar Pençesi. Babam bu topraklarda avcıydı, ben de bu topraklarda avcıydım. Burası benim ormanım ve korkmuyorum.”  

Çünkü korku sevginin ve umudun düşmanıdır. Korkusuz, sevgili günlere.
Sağlıcakla.

* Asıl Adalet / Paul Eluard

2 yorum:

  1. Güzel yazınız biz Hatay lı lari onure etmiş tır ne güzel anlatmış siniz kaleminize yüreğinize sağlık.
    Kaleminiz daim olsun sağlık la kalın selamlar saygılar...

    YanıtlaSil
  2. Çok teşekkür ederim. Hatay ve Hataylılar her zaman takdiri hakkediyor. Depremde kaybettiğimiz bütün varlıklarımızı şefkatle uğurluyor, atamızın şahsi meselesi Hatayımıza sevgiyle sarılıyorum.

    YanıtlaSil