Bu
yazımda bir kenti, bir kitabı ve bir filmi işleyeceğim, yani birden çok
konuya değinmek istediğim için birden çok anlamı olan bir sözcüğü
başlık olarak seçmek istedim. “Merhaba” ile başlayıp “teşekkür ederim, eline-yüreğine sağlık, sen öyle söylüyorsan…”, ileden “bağışla”ya
kadar süren birçok anlamı olan, Anadolu gibi benzersiz bir kelimedir
eyvallah, çok severim, sıkça kullanırım. Hatta telefon konuşmaları
sonunda veda sözcüğü olarak kullanmayı gelenek haline getirdiğim bu
özbeöz Türkçe sözcüğün bazı dostlarımın diline yerleşmesine de vesile
olmuşumdur. Yarıyıl tatilinde kızım Türkü ile gittiğimiz Hatay’da
karşılaştığımız bir sürü güzelliğin buluşma noktasını oluşturan da belki
bu büyülü esenleme sözcüğüydü.
Belgesel
tadında yazılanlar dışında “şuraya gittik, şunu yedik, filancalarla
oturup kalktık” benzeri bencil gezi yazılarından pek hoşlanan bir insan
değilim. Bu nedenle kendime hoş gelmeyen bu durumu size reva görmek de
istemem. Ancak yıllardır özlemini çekip ilk kez gördüğüm bir kentin
ruhuma yansıyan şavkını azıcık dile getirmezsem inanın haksızlık ederim.
Akdeniz’in
en ucunda yer alan bu nezih kent, girişte insanın doğayla el ele
verdiği rüzgâr enerjisi üreteçleri ile yeni sevdalılarına merhaba
diyordu. Bu özel kente bu panellerde üretilen mekanik enerjiden çok daha
fazla yaşam enerjisi veren bu girişten sonra kent insanlarının
uyandırdığı ilk izlenim yardımseverlik ve güvenden başka bir şey
değildi. Hakkında dinlediğiniz onca hoş övgüden olsa belki sonra
yanılırdınız ama hep sürünce anlıyorsunuz ki bir bildikleri varmış da
söylemişler.
Bir
kere Hatay’da hayata iki dille bir sıfır galip başlıyordu insanlar.
Arapça ve Türkçe hepsinin çifte ana diliydi. Dil sadece konuşmaya
yaramaz, bilirsiniz. O dilin ait olduğu kültürü de temsil eder, o toplum
gibi düşünmeyi de sağlar. Bunun yanında geçmişten mimariye yansıyan ve
yaşamda etkisi hâlâ süren yadsınamaz Fransız kültür etkisi de vardı.
Ustaları olmadığı için bugün çoğu hayli yaşlanmış Fransız yapıları kente
kimlik katan önemli unsurlardan biriydi. Bu yapıların çoğu yakında
restore edilmek üzere belirlenmiş durumda ki bu Hataylılar kadar bizim
gibi gelip hayran olan herkesi sevdiren bir haber.
İnsanlarda tek sıcak kanun;*
Üzümden şarap yapmaları,
Kömürden ateş yapmaları,
Öpücükten insan yapmalarıdır.
Üzümden şarap yapmaları,
Kömürden ateş yapmaları,
Öpücükten insan yapmalarıdır.
İnsan
bir kenti temsil eden en büyük değerdir. Hatay halkı öylesine sıcak,
öylesine candan ki kime bir şey sorsanız herbiri birer gönüllü rehber
gibi canla başla koşuyorlar. Hatay insanının gündelik yaşamda birbirine
gösterdiği saygı, güleryüz onlar gibi gelen insanlara da huzur veriyor.
Örneğin Antalya’da ben çok az kişinin yolda tanımadığı birine “çok yaşa”
dediğini bilirim, bu küçük ama bence önemli davranış onlara görev
sanki. Trafikte sıfır stres var. Trafik ışıklarının yetersizliğinden mi
bilinmez ama insanlar karşıdan karşıya geçmek işçin sık sık araçların
yolunu kesmek zorunda kaldıklarında hiçbir gerginlik yok, aksine
özellikle kadınlara büyük bir saygı var.
Günlük
yaşamı anlamlı kılan en önemli unsurlardan biri de eşsiz beslenme
gelenekleri. Antalya’da zenginler dışında halkın pek yapamadığı dışarıda
yemek yemenin Hatay’ın birbirinden lezzetli, zevkli, sağlıklı yemek ve
mezeleri ile donanan sofralarda vazgeçilmez bir yaşam biçimi haline
gelmesidir. Son derece de ekonomik olan bu gelenek hem toplumsal
ilişkileri güçlendirmekte hem de kent ekonomisini canlı tutmaktadır.
İnsanlarda tek güzel kanun
Suyu ışık yapmaları,
Düşü gerçek yapmaları,
Düşmanı kardeş yapmalarıdır.
Suyu ışık yapmaları,
Düşü gerçek yapmaları,
Düşmanı kardeş yapmalarıdır.
Tersine akan “Asi” ırmağının tersine Hatay’ın adı bence “Uyum”du.
Orada birçok inancın bir arada ve hoşgörü içinde yaşandığını
bilmeyenimiz yoktur. Farklı inançlara sahip insanların kendi düşüncesini
başkasına dayatmadığı belki de ender yerlerden biri olan bu kentin
insanları beni bu ülkede yüzyıllardır ekilen düşmanlık tohumlarının asla
filizlenmeyeceğine umutlandırdı. Bu yönüyle hem ülkenin bütününe hem de
dünyaya örnek olacak bu model ile 1947’den bu yana Türkiye’nin Avrupa
Birliğine girmesi için çabalayan bütün yöneticilerin ezberlerini bozması
gerektiğine inanıyorum.
Hatay denince ilk akla gelecekler şüphesiz önce eşsiz “Künefe”si,
sevmediği biri ile evlenmektense bitki olmayı yeğleyen Daphne’nin
defneye dönüşmeden döktüğü bir damla gözyaşından çağladığına inanılan “Şelale”si idi. Hatay’la özdeş bir diğer zenginlik de Nezih Ünen’in ölümsüz belgeseli “Anadolu’nun Kayıp Şarkıları”ndan
tanıdığım, ipekböceği tezgâhı için yazdığı Arapça şarkısı “Dulabe”yi
seslendiren amcanın dükkânında olduğu gibi birçok yerde yaşatılan
geleneksel dokumalardı. Ve tabi ilk ve daima iz bırakan, insanı
Anadolulu olmaya şükrettiren güzel insanları.
Başta
kadim arkadaşım Serpil ve eşine, iyi derecede Türkçe öğrenmek için 73
yaşında okuma yazma kursuna başlayacak hayat dolu kayınvalidesine olmak
üzere sabrın, özenin ve güzelliklerin sindiği bütün canlılara ve
mekânlara sonsuz teşekkür ettik. Dini, dili, ırkı, rengi ne olursa olsun
birbirlerini ayırıp ötekileştirmeden yaşayan, bunların zenginlik
olduğunu kanıtlayan, düşmanlığı değil dostluğu besleyen insanların yurdu
Hatay’dan ayrılırken ağzımızda güzel tadlar, gönlümüzde güzel anılar
vardı.
İnsanlarda tek zorlu kanun;
Savaşlara, yoksulluğa karşı
Kendilerini ayakta tutmaları,
Ölüme karşı yaşamalarıdır.
Savaşlara, yoksulluğa karşı
Kendilerini ayakta tutmaları,
Ölüme karşı yaşamalarıdır.
Uzun zamandır paylaşmak istediğim diğer konu; Gregoriy PETROV’un yazdığı “Beyaz Zambaklar Ülkesinde”
adlı önemli bir kitap. Eser tüm yoksulluk ve yoksunluğa, elverişsiz
doğa koşullarına karşın bir avuç aydının önderliğinde, askerlerden din
adamlarına, öğretmenlerden iş adamlarına kadar her meslekten insanın
dayanışma ile ülkeleri Finlandiya’yı geri kalmışlıktan kurtarmak için
nasıl bir mücadele verdiklerini anlatmaktadır. “Bu kadar uzağa gitmeye ne gerek var, bizim Çanakkalemiz, Mustafa Kemalimiz, Milli Mücadelemiz var”
dediğinizi duyar gibiyim ama ulu önder Atatürk öyle dememiş. Kitabı
1932 yılında yazarın anadili Rusça’ya çevrilmeden tercüme ettirip askeri
okulların müfredatına konulması talimatı vermiş ve bir zamanlar kutsal
kitabımızdan sonra en çok okunan kitap olmuş.
Çocukluğunda
küfürden başka bir şey duymayıp sarhoşluktan başka bir şey görmeyen
yazar önce din ağırlıklı bir liseyi, ardından ilahiyat fakültesini
bitirdikten sonra eğitim alanını seçip lise ve üniversitelerde
konferanslar vermeye başlar. Konferanslarında halkın cehalet ve fakirlik
içinde yaşamasından yakınarak halkın iyiliği, ülkenin büyümesi için
aydınları göreve çağırır. Halkın asırlık karanlığını, başıboşluğunu
gönüllerindeki ıstırabı dile getirerek değil onları aydınlatarak,
çalışarak, üreterek aşmaları gerektiğini telkin eder.
Halkın
anlayacağı dilden konuştuğu ve onlara gelecek güzel günleri işaret
ettiği, bunun yanısıra Gorki ve Çehov’un bile beğenisini kazanan
kitaplar yazdığı için gönüllerde günden güne sağlam bir yer edinen
Petrov’un başarısı milyonları mıknatıs gibi çekmeyi sürdürünce kilise
rahatsız olur. Önce meslekten men edilip sonra sürgün edilir. Petrov’un
sözlerinde devrime yöneltme, mevcut rejimi bozma gibi çağrışımlar yoktur. Onun düşüncelerinin tamamı; endüstriyel-ekonomik modernleşme, Batı ülkelerine ayak uydurma, halkın yaşamını “temize çekme”dir. Ne
kadar tenkite maruz kaldıysa ünü o kadar artar, halkın gözünde yücelir.
Yazdığı ve anlattığı her şeyde kendi duygu ve düşüncelerini gören halkı
O’nu şöyle tanımlar; “Ateşli bakışlar, derin kararlılık, tutku ve inanç”.
Her insanın kendi yaşamının mimarı olduğunu
ilke edinen yazar sürgün yıllarını bile fırsata çevirip güzel
çalışmalar yapmaktan bir an bile vazgeçmez. Finlandiya’daki sürgünlüğü
sırasında kaleme aldığı bu ölümsüz incelemede bataklıklar içine
yerleşmiş, doğal madenlerden yoksun, küçük bir ülkenin bilinçli bir
mücadele ve sağlam “yaşam mimarları”
ile nasıl ayağa kalktığı, kusursuz bir ekonomik, siyasal ve kültürel
düzene kavuştuğunu anlatır. Bir ülkenin, halkın kurtuluşunun yalnız
yöneticilere tevdi edilmemesi gerektiğini, herkesin yapacağı birşeyin
mutlaka olduğunu örneklerle betimleyen, bir solukta okuyacağınız bu
kitabı bu yazıyla ulaştığım herkese yürekten öneririm. Kitaptan bir
paragraf aktarıp gerisini mutlaka okuyacağınız inancıyla beğeninize
bırakacağım.
“İnsanın
insanlarla, dünyayla, tarladaki her otla bağlılık duygusu olmalı. Eğer
böyle bir bağ yoksa ne devlet, ne toplum, ne aile ve hatta insan bile
var olamaz.”
Hep var olan kanunlardır bunlar,
Bir çocukcağızın ta yüreğinden başlar,
Yayılır, genişler, uzar gider
Ta akla kadar.
Bir çocukcağızın ta yüreğinden başlar,
Yayılır, genişler, uzar gider
Ta akla kadar.
Sizinle paylaşmak istediğim son konu ise geçenlerde uykum kaçınca sabah karşı televizyonda izlediğim “Apocalipto”
adlı bir film. Film ormanda yaşayan ilkel kabilelerden birinin
diğerinin obasına saldırarak evleri ateşe verdikten, kadın ve
çocuklarını öldürdükten sonra genç erkeklerini esir alıp kendi
klanlarına götürmeleri ile başlıyor. Yol boyunca yaşadıkları akıl almaz
acılardan sonra oraya varan gençler orada teker teker tanrılara kurban
edilmeye başlıyorlar. İçlerinden en yürekli ve umutlu olanı kurban
edileceği sırada güneş tutulunca bunu tanrıların “bu kadar kurban yeter,
doyduk” mesajı olarak alıp öldürmediler. Öldürülmese de tutsaklığı
süren bu genç canilerin elinden kaçıp inanılmaz bir inanç ve azimle
topraklarına döndüğünde şöyle dedi;
“Ben Jaguar Pençesi. Babam bu topraklarda avcıydı, ben de bu topraklarda avcıydım. Burası benim ormanım ve korkmuyorum.”
Çünkü korku sevginin ve umudun düşmanıdır. Korkusuz, sevgili günlere.
Sağlıcakla.
* Asıl Adalet / Paul Eluard
Güzel yazınız biz Hatay lı lari onure etmiş tır ne güzel anlatmış siniz kaleminize yüreğinize sağlık.
YanıtlaSilKaleminiz daim olsun sağlık la kalın selamlar saygılar...
Çok teşekkür ederim. Hatay ve Hataylılar her zaman takdiri hakkediyor. Depremde kaybettiğimiz bütün varlıklarımızı şefkatle uğurluyor, atamızın şahsi meselesi Hatayımıza sevgiyle sarılıyorum.
YanıtlaSil