Bir
solukta gezdiğimiz Karadeniz günlerini üç bölümde anlatayım dedim ya
olmadı. Bendine sığmayan hey gidinin Karadeniz’i üç yazıya haydi haydi
sığamadı... Ben de buna takılmak yerine Onlar gibi deyip devam etmeye
karar verdim;
“Baktın olmayı, bakmacasun!...” Başlıktaki
Ağrı’yı Doğu Anadolu’muzdaki Ararat’ımız değil, bizim buralarda “ordan
ağrı gonuşma!” diye örnekleyebileceğimiz “itibaren, -den -e doğru”
anlamında kullandım. Bu nedenle anlatım yolunda adeta birer süvari olan
her anlatıcı gibi atımı Karadeniz’den Akdeniz’e sürmeyi sürdürdüm...
Taşköprüden
aldığımız yekpare kelle sarmısakların buğusunda girdik Kastamonu’ya.
Burada bunu zikretmem sizde hoş bir his uyandırmamış olabilir ancak
amacım daha üstünden iki ay bile geçmeden elimde aldığımın üçte biri
kadarının kalmış olması. Nedeni en nazik anlatımıyla böcüklenmesi ki
bana göre bu sevimli (!) canlıların yiyeceği son şey bu olsa gerek. Bu
bana gıdada bozulmanın ne boyutta olduğunu düşündürüp aklıma “herşey
bozulunca tuz atılır, peki tuz kokarsa ne atılır?” sorusunu getirdi.
Sahi sarımsak bile böcükleniyorsa ne yapılır???
Kastamonu’da
kaldığımız kısa zamana öyle çok şey sığdırdık ki otobüse döndüğümüzde
yorulmuştuk. Ezan vakti baba gününe dönen merkezdeki kocaman camisinin
etrafındaki çarşıları gezip birbirinden emekli ve lezzetli
yiyeceklerinden yedik. Kastamonu geleneksel yöre mutfağı -herbiri can
başla yaşayıp yaşatan birer lezzet mimarı bacıların hazırladığı- Tiridi,
banduması, etli ekmeği, çorbayı andıran ekşili pilavı, siyez bulguru
ile bambaşka bir bereket evreni...
Kastamonu’da Hababam Sınıfı’nın yaratıcısı, Cide’li büyük usta Rıfat ILGAZ’ın
ölümsüz varlığı ile karşılaşmak gezinin –benim açımdan- en büyük
kazanımlarından biriydi. 1940'lardaki toplumsal gerçekçi şairler
kuşağının en önemli temsilcilerinden biri olan, siyasal ve ideolojik
sorunları yalın bir dille ortaya koyup öykünmesiz ve gösterişsiz bir
dille bizi bize anlatan ustanın bunları yaparken neler çektiğini
bilenlerimiz Hababam Sınıfı’na belki bizim gibi gülmek yerine ağlamışlardır.
Ustamız
o kuşağın her idealist öğretmeni gibi bir yandan sevgiyle aydınlık
nesiller yetiştirip diğer yanda umutlu eserler yaratmaya çalışırken
düşünce iklimi yaşamına sık sık çelmeler takılır. “Sınıf”
adlı şiir kitabı yüzünden 1944 yılından itibaren, ilki o yıllarda
siyasi suçlular için hapishane olarak kullanılan bugünkü Mimar Sinan
Üniversitesi Sanat Galerisi'nden başlamak üzere, 5.5 yıl kadar hapis
yatar. Bu mahpusluklardan birinde 1945 yılında Tophane Cezaevi’nde,
ölene dek çekeceği verem mikrobu kapar. Yine de yılmaz, Mayıs 1946’da Sabahattin ALİ, Mim UYKUSUZ ve Aziz NESİN ile birlikte “Marko Paşa”
adlı dergiyi çıkarır. O hasta ciğerle, adı; “Anlat derdini Marko
Paşa’ya” deyiminden hareketle konan dergi aracılığıyla halkın dertlerini
dinleyip dillendirmeyi sürdürür. Dört yaşında cezaevi kapısını öğrenen
oğlu Aydın Ilgaz “Sınıf’ın Efsanesi” adlı kitabında babası ve aynı kaderi paylaşan yazın emekçileri için; “1940 Kuşağı yazmanın bedelini ağır ödedi!” diye yazacaktır.
ALİŞİM
Kasnağından fırlayan kayışa kaptırdın mı kolunu Alişim!
Daha dün öğle paydosundan önce Zileli’nin gitti ayakları.
Yazıldı onun da raporu: “İhmalden! ”
Gidenler gitti Alişim, boş kaldı ceketin sağ kolu...
Hadi köyüne döndün diyelim, tek elle sabanı kavrasan bile
Sarı öküz güngörmüştür, anlar işin içyüzünü!
Üzülme Alişim, sabana geçmezse hükmün ağanın davarlarına geçer...
Kim görecek kepenek altında eksiğini, kapılanırsın boğazı tokluğuna.
Varsın duvarda asılı kalsın bağlaman, beklesin mızrabını.
Sağ yanın yastık ister Alişim, sol yanın sevdiğini.
Ama kızlar da, emektar sazın gibi, çifte kol ister saracak! / Rıfat ILGAZ
1952-1960
arasında siyasi baskılar nedeniyle gerçek ismiyle yazamazken 1970’te
“Basın Şeref Kartı” verilir. 1974’te emekli olup Cide’ye yerleştikten
sonra 12 Eylül 1980 döneminde tekrar gözaltına alınan büyük ustaya -70
yaşında olmasına rağmen- gözleri bağlanıp stadyumda herkesin ortasında
sorguya çekilerek işkence yapılır. Bu -hangi düşüncede olursa olsun-
özelde o yaşta bir insan, genelde onların zengin dünyalarından beslenen
yürekler ve toplumsal bilinç için kabul edilemez bir durum...
Ancak
daha acısı olur, büyük çınarın yüreği Sivas Vahşetinin verdiği son ve
büyük acıya dayanamayarak tam 4 gün sonra; 7 Temmuz 1993’te susar. Biz,
Ahmet Arif'in; "Ne güzel, Rıfat Abi seninle bir ömrü bile bile heba ettik!" dediği
güzel yüreğin -Tuncel KURTİZ’in büyük oyuncu Erol GÜNAYDIN’ın ardından
söylediği gibi-; ''Bahar ülkesine açılan bir kapıdan” sonsuza gittiğini
varsayarak avunuruz...
Kuş dediğin Piyerlotisiz yaşamalı / Adaksız avlusuz şadırvansız...
Buluttan süzmeli suyunu / Kuşçular çarşısında tüy dökmemeli...
Rıfat ILGAZ
Türk
yazınına 12 şiir, 3 anı, 4 çocuk kitabı, 23 mizah öyküsü ve roman
katan, bu eserleri için 1982’de Orhan KEMAL Roman Armağanı ve Madaralı
Roman Ödülü, Yıldız Karayel romanıyla 1987 Ömer Faruk TOPRAK Şiir Ödülü, 1993’te Ocak Katırı Alagöz’le
TÜYAP Onur Yazarı ödüllerine değer görülen, sınıftaki öğrencilerden
delik pabucu ve ceketsiz sırtıyla tahtaya kalkınca utancından yüzü
kızaran Remzi’ye yazdığı şiirinde; “(..) Ne var bunda sıkılacak/Utanmak bize düşer çocuğum!” diyen büyük ustanın payına düşen acı sadece hapishane ile de sınırlı değildir. Saf, tertemiz yüreğiyle “Hababam Sınıfı”
adlı romanının yayım haklarını yirmi yıllığına Ak Kitabevi’ne kaptırır.
Kitaptan elde ettiği haksız kazanç ile inanılmaz bir servet sahibi olan
yayıncı kitabın kapağına adını yazarın adından büyük puntolarla;
“Yayınlayan İhsan Manavoğlu” diye yazar! Bizi hiç bıkmadan, her
izleyişte farklı bir tad alıp güldüren başyapıt, Rıfat Ilgaz’ın yaşamını
en acıtan öykülerden biri olur...
Adının
doğduğu topraklarda -Kültür ve Turizm Müdürlüğü olarak da kullanılan-
tarihi bir yapıda kurulu kültür merkezinde yaşatılması yaşayamadığı
güzel günlerin tesellisi kabul edilebilir. Her aydın gibi ömrü boyunca
sırtında ateşten gömlekle gezen, ölüm döşeğinde; “Elim birine değsin, ısıtayım üşüdüyse. Boşa gitmesin son sıcaklığım!" diyecek kadar acıyı bal eyleyen, bir şiirinde; “(…) Benden geçti mi demek istiyorsun/aç iki kolunu iki yanına/korkuluk ol!” diyen
koca yüreğe üstün emekleri için bu toprağın çocukları olarak çok şey
borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Acılara gülümseyen güzel yüzüyle hep
yüreğimizde kalacak...
***
Kastamonu’dan
sonra geçtiğimiz Safranbolu’yu ilkin geleneksel Hıdırellez
kutlamalarının yapıldığı Hıdırlık Kulesi’nden selamladık. Bir zamanlar
Osmanlı saray geleneğinin hüküm sürdüğü, Kurtuluş Savaşı’nda ise
askerlerimizin yemeni ihtiyacını gidererek destek olmuş ilçenin geçmişin
verdiği sorumluluğu tazeleyerek yaşatan mekânlarına kaygan taşlı
sokaklarından yukarı tutunup-seke tırmanarak, aşağı kaya kaya inerek
ulaştık. Gezi tayfamız Dünya Kültürel Miras Listesi’ne alınan
ilçeye geldikten sonra tıkıldığımız dükkânda lokum çeşniciliğiyle
iştigal ederken ben Safranbolu Belediyesi’nin restore edip etnografya
müzesine dönüştürdüğü Kaymakamlar Evi’ni gezdim. Sergilenen eser
sayısı ve çeşitliliği bakımından hayli zengin olan yapı aynı zamanda
Türk Halk Müziği’nin emektarlarından Sadi Yaver ATAMAN’ın değerli anı ve andaçlarına da ev sahipliği yapıyor. Dağarcığımıza; “Ali'm Gitme Pazara”, “Kavakta Turna Sesi Var” gibi
birçok eşsiz türkü kazandıran ustanın kendi ana ocağında yâd edilip
yaşatılmasından bir türkü sevdalısı olarak mutluluk duydum.
Yapının
altı –başta lokumculuk olmak üzere- eski sanat ve zanaatların cansız
manken ve etnografik eşyalarla, eski sosyal yaşamın da fotoğraflarla
canlandırıldığı dükkânlardan oluşan bir etnografya müzesi ki kulağınızı
okşayan tatlılıkta bir fon müziği ile gezmeye doyulmuyor. Yapının
arkasında yine restore edilip lokantaya çevrilmiş eski bir hapishane ve
muhteşem bir saat kulesi var. Dikdörtgen prizma şeklinde olup, 8-10 m.
yüksekliğinde, kesme taştan Saat Kulesi’ni III. Selim döneminde
Sadrazamlık yapan, Safranbolulu Sadrazam İzzet Mehmet Paşa 1797 yılında
yaptırmış. Kentte bu konuda yapılan bir bilimsel toplantıdan sonra bu
kuleden esinlenip yurdun diğer illerindeki saat kulelerinin maketleri
yapılarak büyük kulenin gözetiminde bir saat kulesi parkı kurulmuş ki
yüreğinize içinizdeki çocuğu ortaya çıkaracak denli çiçek açtırıyor.
O akşam yemek yedikten sonra Safranbolu’nun Yukarı Çarşısı’nı
gezmeye çıktık. Lokum dışında her yerde bulunabilen tek tip, çoğu Çin
malı hediyelik (!) eşyalar vardı ki bırakın parayı insanın gözüne yazık.
Birden o kalabalık arasından farklı birşey gördüm. Bu geleneksel
giysiler giydirilmiş Anadolu Anası formunda -tanım pek uygun düşmese de
başka seçenek yok- özgün bir
yapma bebekti. Bu işlerin sahibini sorduğumuzda karşımıza güleryüzlü bir
hanım çıktı. Sonrasında yaptığımız hasbihalde Safranbolu’nun ilk kadın
esnafı olduğunu belirten Saliha Erkitmen KORUR öyküsünü anlatmaya başladı;
“A.Ü.
Kimya Mühendisliği bölümünden tam mezun olmak üzereydim babacığım 52
yaşında vefat etti. Çok üzüldük tabi... Babam Safranbolu’nun en sevilen
esnaflarından biriydi. O zamanlar bu çarşı erkek egemenliği altındaydı.
Öyle ki; çarşıya sadece Safranbolulu köylüler gelebilir, buraya
gelemeyen sosyetik kadınlar alışverişe Karabük’e giderlerdi. Bu arada
geceleri rüyamda durmadan rahmetli babamın bana dükkânın anahtarını
uzattığını görüyordum. Bu birkaç kez tekrarlayınca bir karar verip
durumu nişanlıma açtım. Nişan yüzüğünü uzatıp; “siz bir mühendis
istiyorsanız ben yokum, ben babamın dükkânını açıp esnaf olacağım”
dedim.
Dükkânımızda
züccaciye, hırdavat, inşaat malz. boya, baharat, kırtasiye aklınıza ne
gelirse vardı. Nişanlımın da yardımıyla, kızkardeşimle beraber dükkânı
açtık. Dükkân küçük ama ardiyası büyüktü. Çeşit çok, hiçbir şeyin yerini
bilmiyoruz. Ben ikibin çeşidi sayıp yazıp sıkıldım, gerisini yazamadım.
Müşteriler geliyorlar; “biz yerini biliyoruz” deyip gidip alıyor,
parasını veriyorlar. Çok çalıştık, bir taş bina aldık. Dükkânımızı önce
kamulaştırdılar sonra yıkmaya kalktılar ama yıktırmadık. Herkes geri
dururken Safranbolu’nun iki tarihi taş binasını mücadele edip kurtardık.
37 senedir babamızın adını yaşatıyoruz. Komşuların dört dükkânını alıp
ikişerden 8 oğlanı diskalifiye ettik :) Ne acıdır o aldığımız
dükkânlardan birinin sahibi babamın öldüğü gece benden babamın dükkânını
istemişti de kırmamıştım bile. Ama kararlılığımız ve çalışkanlığımız
sayesinde bizimki onlara değil, onların dükkânı bize nasip oldu...
Bebek
işine gelince; ben oldu bitti bebeklere çok meraklı bir insandım.
Küçüklüğümden itibaren anne-babam, evlendikten sonra eşim gittikleri her
yerden bana bebekler getirdiler. Varlıklı bir ailenin sevilen çocuğu
olunca kimsede olmayan bebeklerim vardı. Evlendiğimde evimim her yeri
bebek doluydu. Bunu bilen bir ressam arkadaşım bana bir bebek yapmış,
çok hoşuma gitti. Dükkânımda yazar kasanın üstünde dururdu, ona
iğnelerimi iliştiriyordum. İki sene dükkâna her giren; “bu bebeği bana
sat!” deyince aklım başıma geldi. Bu bebeklerden yapmaya karar verip o
arkadaşımdan yeni tasarımlar istedim. Fikir annesi ve yeni tasarımlarını
yapan o arkadaşım biz yaşama geçiriyoruz. Aile içinde annem ve kız
kardeşimle oturup yapıyoruz. Bebekler ince çorap, pamuk ve kumaştan,
hepsi yeni malzemeler ile yapılıyor. Çorap bebek diyen olsa da biz; “Erkitmen Bebek”
demeyi tercih ediyoruz. Bazılarında pamuk, kapı pencereler çarpmasın
diye önlerine konanları da kum dolu. Dostlarımızın veya müşterilerimizin
tavsiyesi üzerine yelpazeyi genişlettik, genişletiyoruz. Bütün
fikirlere kucak açtık. Bana anneanne yerine “Salihapa” diyen torunumdan
bile fikir almışlığım vardır. Safranbolu Film Festivalini düzenleyen
Güzel Sanatlar Fak. Öğr. Üyesi bir arkadaşımın önerisiyle Sultan
Süleyman ve Hürrem bebekleri yaptık. Modellerin birer düzine olarak
patentini aldık.”
Bu
arada Saliha Hanım ile yaşamdan konuştuğumuzda hoş fikirlerini
öğreniyorum. Bunlardan biri hâlâ Osmanlı’nın şaşaalı yaşam izlerini
taşıyan, Safranbolu’da yaşayıp “saraylı” akrabaları olduğu halde hep
sarayda doğup yaşamadığı için şükretmesi. Bunun nedeni ise sarayda
yaşayan kadınların hiçbir özgürlüğü olmadığını düşünmesi. Daima özgür
bir kadın olarak yaşamak, hep çalışmak, yaşama değer katmak istiyor. Bu
özgürlüğü başta dünyada ilk olarak üzere seçme seçilme hakkı verilmesi
olmak üzere Atatürk devrimlerine borçlu olduğumuz konusunda hemfikiriz.
Diğer bir düşüncesi de yine bu eksende. Kadınlara maddi durumlarına
güvenmeden ayaklarının üzerinde durmalarını, yatmayıp çalışmalarını
öğütlüyor. 77 yaşında olduğu halde kendisine kaşıklık dikmeyi sürdüren
annesini buna örnek gösteren Saliha Hanım ev kadınlığı konusunda da;
“Ev kadınlığının teşekkürü yok, takdiri yok, emekliliği yok, kadınlar evde kapanıp kalmamalı, mutlaka çalışmalı”
diyor. Saliha Hanım’ın yanından elimizde yaptıkları bebeklerden biri,
“Fatma Deze”, dilimizde kendisiyle yaptığımız yarenliğin tadı, gözümüzde
insancıkların yumuk yumuk gülücükleri, yüreğimizde de bu denli
bereketli, onurlu bir kadını keşfedip tanımanın övüncü ve
başardıklarının bugün aptal evlilik programları ve diziler arasına
sıkıştırılan kadınlara çıkış olması dileği ile ayrılıyoruz...
Gezimizi
bunca güzel bir coğrafyayı düşman elinden alıp bize yurt eden ama daha
önemlisi çağdaş uygarlık seviyesini hedef göstererek daima gelişmemizi
salık veren Atamızın aziz hatırası önünde saygıyla eğildiğimiz Anıtkabir
ziyareti ile tamamlayıp kökboyalı kilimlerin diyarı Sivrihisar
Bayat’tan dolaşarak yuvalarımıza dönüyoruz. Karadeniz’de buraya kadar
anlattıklarımdan başka anlatılacak o kadar şey var ki... Şimdilik bir
bayram havası almak, sonrasında kederini ve sevincini paylaşmak üzere
yine Karadeniz’de buluşmak üzere izin isteyelim.
Bayramlar bayram olsun, akıbetimiz hayır olsun... Eyvallah...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder