16 Ocak 2013 Çarşamba

SAFRANBOLU’DAN AĞRI...


 







İlk Yayın tarihi:  23.10.2012

Bir solukta gezdiğimiz Karadeniz günlerini üç bölümde anlatayım dedim ya olmadı. Bendine sığmayan hey gidinin Karadeniz’i üç yazıya haydi haydi sığamadı... Ben de buna takılmak yerine Onlar gibi deyip devam etmeye karar verdim;
“Baktın olmayı, bakmacasun!...” Başlıktaki Ağrı’yı Doğu Anadolu’muzdaki Ararat’ımız değil, bizim buralarda “ordan ağrı gonuşma!” diye örnekleyebileceğimiz “itibaren, -den -e doğru” anlamında kullandım. Bu nedenle anlatım yolunda adeta birer süvari olan her anlatıcı gibi atımı Karadeniz’den Akdeniz’e sürmeyi sürdürdüm...
Taşköprüden aldığımız yekpare kelle sarmısakların buğusunda girdik Kastamonu’ya. Burada bunu zikretmem sizde hoş bir his uyandırmamış olabilir ancak amacım daha üstünden iki ay bile geçmeden elimde aldığımın üçte biri kadarının kalmış olması. Nedeni en nazik anlatımıyla böcüklenmesi ki bana göre bu sevimli (!) canlıların yiyeceği son şey bu olsa gerek. Bu bana gıdada bozulmanın ne boyutta olduğunu düşündürüp aklıma “herşey bozulunca tuz atılır, peki tuz kokarsa ne atılır?” sorusunu getirdi. Sahi sarımsak bile böcükleniyorsa ne yapılır???
Kastamonu’da kaldığımız kısa zamana öyle çok şey sığdırdık ki otobüse döndüğümüzde yorulmuştuk. Ezan vakti baba gününe dönen merkezdeki kocaman camisinin etrafındaki çarşıları gezip birbirinden emekli ve lezzetli yiyeceklerinden yedik. Kastamonu geleneksel yöre mutfağı -herbiri can başla yaşayıp yaşatan birer lezzet mimarı bacıların hazırladığı- Tiridi, banduması, etli ekmeği, çorbayı andıran ekşili pilavı, siyez bulguru ile bambaşka bir bereket evreni...
Kastamonu’da Hababam Sınıfı’nın yaratıcısı, Cide’li büyük usta Rıfat ILGAZ’ın ölümsüz varlığı ile karşılaşmak gezinin –benim açımdan- en büyük kazanımlarından biriydi. 1940'lardaki toplumsal gerçekçi şairler kuşağının en önemli temsilcilerinden biri olan, siyasal ve ideolojik sorunları yalın bir dille ortaya koyup öykünmesiz ve gösterişsiz bir dille bizi bize anlatan ustanın bunları yaparken neler çektiğini bilenlerimiz Hababam Sınıfı’na belki bizim gibi gülmek yerine ağlamışlardır.
Ustamız o kuşağın her idealist öğretmeni gibi bir yandan sevgiyle aydınlık nesiller yetiştirip diğer yanda umutlu eserler yaratmaya çalışırken düşünce iklimi yaşamına sık sık çelmeler takılır. “Sınıf” adlı şiir kitabı yüzünden 1944 yılından itibaren, ilki o yıllarda siyasi suçlular için hapishane olarak kullanılan bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi Sanat Galerisi'nden başlamak üzere, 5.5 yıl kadar hapis yatar. Bu mahpusluklardan birinde 1945 yılında Tophane Cezaevi’nde, ölene dek çekeceği verem mikrobu kapar. Yine de yılmaz, Mayıs 1946’da Sabahattin ALİ, Mim UYKUSUZ ve Aziz NESİN ile birlikte “Marko Paşa” adlı dergiyi çıkarır. O hasta ciğerle, adı; “Anlat derdini Marko Paşa’ya” deyiminden hareketle konan dergi aracılığıyla halkın dertlerini dinleyip dillendirmeyi sürdürür. Dört yaşında cezaevi kapısını öğrenen oğlu Aydın Ilgaz “Sınıf’ın Efsanesi” adlı kitabında babası ve aynı kaderi paylaşan yazın emekçileri için; “1940 Kuşağı yazmanın bedelini ağır ödedi!” diye yazacaktır.

ALİŞİM

Kasnağından fırlayan kayışa kaptırdın mı kolunu Alişim!
Daha dün öğle paydosundan önce Zileli’nin gitti ayakları.
Yazıldı onun da raporu: “İhmalden! ”
Gidenler gitti Alişim, boş kaldı ceketin sağ kolu...
Hadi köyüne döndün diyelim, tek elle sabanı kavrasan bile
Sarı öküz güngörmüştür, anlar işin içyüzünü!
Üzülme Alişim, sabana geçmezse hükmün ağanın davarlarına geçer...
Kim görecek kepenek altında eksiğini, kapılanırsın boğazı tokluğuna.
Varsın duvarda asılı kalsın bağlaman, beklesin mızrabını.
Sağ yanın yastık ister Alişim, sol yanın sevdiğini.
Ama kızlar da, emektar sazın gibi, çifte kol ister saracak! / Rıfat ILGAZ

1952-1960 arasında siyasi baskılar nedeniyle gerçek ismiyle yazamazken 1970’te “Basın Şeref Kartı” verilir. 1974’te emekli olup Cide’ye yerleştikten sonra 12 Eylül 1980 döneminde tekrar gözaltına alınan büyük ustaya -70 yaşında olmasına rağmen- gözleri bağlanıp stadyumda herkesin ortasında sorguya çekilerek işkence yapılır. Bu -hangi düşüncede olursa olsun- özelde o yaşta bir insan, genelde onların zengin dünyalarından beslenen yürekler ve toplumsal bilinç için kabul edilemez bir durum...
Ancak daha acısı olur, büyük çınarın yüreği Sivas Vahşetinin verdiği son ve büyük acıya dayanamayarak tam 4 gün sonra; 7 Temmuz 1993’te susar. Biz, Ahmet Arif'in; "Ne güzel, Rıfat Abi seninle bir ömrü bile bile heba ettik!" dediği güzel yüreğin -Tuncel KURTİZ’in büyük oyuncu Erol GÜNAYDIN’ın ardından söylediği gibi-; ''Bahar ülkesine açılan bir kapıdan” sonsuza gittiğini varsayarak avunuruz...

Kuş dediğin Piyerlotisiz yaşamalı / Adaksız avlusuz şadırvansız...
Buluttan süzmeli suyunu / Kuşçular çarşısında tüy dökmemeli... 
                                                                                                           
                                                       Rıfat ILGAZ

Türk yazınına 12 şiir, 3 anı, 4 çocuk kitabı, 23 mizah öyküsü ve roman katan, bu eserleri için 1982’de Orhan KEMAL Roman Armağanı ve Madaralı Roman Ödülü,  Yıldız Karayel romanıyla 1987 Ömer Faruk TOPRAK Şiir Ödülü, 1993’te Ocak Katırı Alagöz’le TÜYAP Onur Yazarı ödüllerine değer görülen, sınıftaki öğrencilerden delik pabucu ve ceketsiz sırtıyla tahtaya kalkınca utancından yüzü kızaran Remzi’ye yazdığı şiirinde; “(..) Ne var bunda sıkılacak/Utanmak bize düşer çocuğum!” diyen büyük ustanın payına düşen acı sadece hapishane ile de sınırlı değildir. Saf, tertemiz yüreğiyle “Hababam Sınıfı” adlı romanının yayım haklarını yirmi yıllığına Ak Kitabevi’ne kaptırır. Kitaptan elde ettiği haksız kazanç ile inanılmaz bir servet sahibi olan yayıncı kitabın kapağına adını yazarın adından büyük puntolarla; “Yayınlayan İhsan Manavoğlu” diye yazar! Bizi hiç bıkmadan, her izleyişte farklı bir tad alıp güldüren başyapıt, Rıfat Ilgaz’ın yaşamını en acıtan öykülerden biri olur...

Adının doğduğu topraklarda -Kültür ve Turizm Müdürlüğü olarak da kullanılan- tarihi bir yapıda kurulu kültür merkezinde yaşatılması yaşayamadığı güzel günlerin tesellisi kabul edilebilir. Her aydın gibi ömrü boyunca sırtında ateşten gömlekle gezen, ölüm döşeğinde; “Elim birine değsin, ısıtayım üşüdüyse. Boşa gitmesin son sıcaklığım!" diyecek kadar acıyı bal eyleyen,  bir şiirinde; “(…) Benden geçti mi demek istiyorsun/aç iki kolunu iki yanına/korkuluk ol!” diyen koca yüreğe üstün emekleri için bu toprağın çocukları olarak çok şey borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Acılara gülümseyen güzel yüzüyle hep yüreğimizde kalacak...

***

Kastamonu’dan sonra geçtiğimiz Safranbolu’yu ilkin geleneksel Hıdırellez kutlamalarının yapıldığı Hıdırlık Kulesi’nden selamladık. Bir zamanlar Osmanlı saray geleneğinin hüküm sürdüğü, Kurtuluş Savaşı’nda ise askerlerimizin yemeni ihtiyacını gidererek destek olmuş ilçenin geçmişin verdiği sorumluluğu tazeleyerek yaşatan mekânlarına kaygan taşlı sokaklarından yukarı tutunup-seke tırmanarak, aşağı kaya kaya inerek ulaştık. Gezi tayfamız Dünya Kültürel Miras Listesi’ne alınan ilçeye geldikten sonra tıkıldığımız dükkânda lokum çeşniciliğiyle iştigal ederken ben Safranbolu Belediyesi’nin restore edip etnografya müzesine dönüştürdüğü Kaymakamlar Evi’ni gezdim. Sergilenen eser sayısı ve çeşitliliği bakımından hayli zengin olan yapı aynı zamanda Türk Halk Müziği’nin emektarlarından Sadi Yaver ATAMAN’ın değerli anı ve andaçlarına da ev sahipliği yapıyor. Dağarcığımıza; “Ali'm Gitme Pazara”, “Kavakta Turna Sesi Var” gibi birçok eşsiz türkü kazandıran ustanın kendi ana ocağında yâd edilip yaşatılmasından bir türkü sevdalısı olarak mutluluk duydum.

 


Yapının altı –başta lokumculuk olmak üzere- eski sanat ve zanaatların cansız manken ve etnografik eşyalarla, eski sosyal yaşamın da fotoğraflarla canlandırıldığı dükkânlardan oluşan bir etnografya müzesi ki kulağınızı okşayan tatlılıkta bir fon müziği ile gezmeye doyulmuyor. Yapının arkasında yine restore edilip lokantaya çevrilmiş eski bir hapishane ve muhteşem bir saat kulesi var. Dikdörtgen prizma şeklinde olup, 8-10 m. yüksekliğinde, kesme taştan Saat Kulesi’ni III. Selim döneminde Sadrazamlık yapan, Safranbolulu Sadrazam İzzet Mehmet Paşa 1797 yılında yaptırmış. Kentte bu konuda yapılan bir bilimsel toplantıdan sonra bu kuleden esinlenip yurdun diğer illerindeki saat kulelerinin maketleri yapılarak büyük kulenin gözetiminde bir saat kulesi parkı kurulmuş ki yüreğinize içinizdeki çocuğu ortaya çıkaracak denli çiçek açtırıyor.


O akşam yemek yedikten sonra Safranbolu’nun Yukarı Çarşısı’nı gezmeye çıktık. Lokum dışında her yerde bulunabilen tek tip, çoğu Çin malı hediyelik (!) eşyalar vardı ki bırakın parayı insanın gözüne yazık. Birden o kalabalık arasından farklı birşey gördüm. Bu geleneksel giysiler giydirilmiş Anadolu Anası formunda -tanım pek uygun düşmese de başka seçenek yok-  özgün bir yapma bebekti. Bu işlerin sahibini sorduğumuzda karşımıza güleryüzlü bir hanım çıktı. Sonrasında yaptığımız hasbihalde Safranbolu’nun ilk kadın esnafı olduğunu belirten Saliha Erkitmen KORUR öyküsünü anlatmaya başladı;

“A.Ü. Kimya Mühendisliği bölümünden tam mezun olmak üzereydim babacığım 52 yaşında vefat etti. Çok üzüldük tabi... Babam Safranbolu’nun en sevilen esnaflarından biriydi. O zamanlar bu çarşı erkek egemenliği altındaydı. Öyle ki; çarşıya sadece Safranbolulu köylüler gelebilir, buraya gelemeyen sosyetik kadınlar alışverişe Karabük’e giderlerdi. Bu arada geceleri rüyamda durmadan rahmetli babamın bana dükkânın anahtarını uzattığını görüyordum. Bu birkaç kez tekrarlayınca bir karar verip durumu nişanlıma açtım. Nişan yüzüğünü uzatıp; “siz bir mühendis istiyorsanız ben yokum, ben babamın dükkânını açıp esnaf olacağım” dedim.

Dükkânımızda züccaciye, hırdavat, inşaat malz. boya, baharat, kırtasiye aklınıza ne gelirse vardı. Nişanlımın da yardımıyla, kızkardeşimle beraber dükkânı açtık. Dükkân küçük ama ardiyası büyüktü. Çeşit çok, hiçbir şeyin yerini bilmiyoruz. Ben ikibin çeşidi sayıp yazıp sıkıldım, gerisini yazamadım. Müşteriler geliyorlar; “biz yerini biliyoruz” deyip gidip alıyor, parasını veriyorlar. Çok çalıştık, bir taş bina aldık. Dükkânımızı önce kamulaştırdılar sonra yıkmaya kalktılar ama yıktırmadık. Herkes geri dururken Safranbolu’nun iki tarihi taş binasını mücadele edip kurtardık. 37 senedir babamızın adını yaşatıyoruz. Komşuların dört dükkânını alıp ikişerden 8 oğlanı diskalifiye ettik :) Ne acıdır o aldığımız dükkânlardan birinin sahibi babamın öldüğü gece benden babamın dükkânını istemişti de kırmamıştım bile. Ama kararlılığımız ve çalışkanlığımız sayesinde bizimki onlara değil, onların dükkânı bize nasip oldu...

Bebek işine gelince; ben oldu bitti bebeklere çok meraklı bir insandım. Küçüklüğümden itibaren anne-babam, evlendikten sonra eşim gittikleri her yerden bana bebekler getirdiler. Varlıklı bir ailenin sevilen çocuğu olunca kimsede olmayan bebeklerim vardı. Evlendiğimde evimim her yeri bebek doluydu. Bunu bilen bir ressam arkadaşım bana bir bebek yapmış, çok hoşuma gitti. Dükkânımda yazar kasanın üstünde dururdu, ona iğnelerimi iliştiriyordum. İki sene dükkâna her giren; “bu bebeği bana sat!” deyince aklım başıma geldi. Bu bebeklerden yapmaya karar verip o arkadaşımdan yeni tasarımlar istedim. Fikir annesi ve yeni tasarımlarını yapan o arkadaşım biz yaşama geçiriyoruz. Aile içinde annem ve kız kardeşimle oturup yapıyoruz. Bebekler ince çorap, pamuk ve kumaştan, hepsi yeni malzemeler ile yapılıyor. Çorap bebek diyen olsa da biz; “Erkitmen Bebek” demeyi tercih ediyoruz. Bazılarında pamuk, kapı pencereler çarpmasın diye önlerine konanları da kum dolu. Dostlarımızın veya müşterilerimizin tavsiyesi üzerine yelpazeyi genişlettik, genişletiyoruz. Bütün fikirlere kucak açtık. Bana anneanne yerine “Salihapa” diyen torunumdan bile fikir almışlığım vardır. Safranbolu Film Festivalini düzenleyen Güzel Sanatlar Fak. Öğr. Üyesi bir arkadaşımın önerisiyle Sultan Süleyman ve Hürrem bebekleri yaptık. Modellerin birer düzine olarak patentini aldık.”



Bu arada Saliha Hanım ile yaşamdan konuştuğumuzda hoş fikirlerini öğreniyorum. Bunlardan biri hâlâ Osmanlı’nın şaşaalı yaşam izlerini taşıyan, Safranbolu’da yaşayıp “saraylı” akrabaları olduğu halde hep sarayda doğup yaşamadığı için şükretmesi. Bunun nedeni ise sarayda yaşayan kadınların hiçbir özgürlüğü olmadığını düşünmesi. Daima özgür bir kadın olarak yaşamak, hep çalışmak, yaşama değer katmak istiyor. Bu özgürlüğü başta dünyada ilk olarak üzere seçme seçilme hakkı verilmesi olmak üzere Atatürk devrimlerine borçlu olduğumuz konusunda hemfikiriz. Diğer bir düşüncesi de yine bu eksende. Kadınlara maddi durumlarına güvenmeden ayaklarının üzerinde durmalarını, yatmayıp çalışmalarını öğütlüyor. 77 yaşında olduğu halde kendisine kaşıklık dikmeyi sürdüren annesini buna örnek gösteren Saliha Hanım ev kadınlığı konusunda da;

“Ev kadınlığının teşekkürü yok, takdiri yok, emekliliği yok, kadınlar evde kapanıp kalmamalı, mutlaka çalışmalı” diyor. Saliha Hanım’ın yanından elimizde yaptıkları bebeklerden biri, “Fatma Deze”, dilimizde kendisiyle yaptığımız yarenliğin tadı, gözümüzde insancıkların yumuk yumuk gülücükleri, yüreğimizde de bu denli bereketli, onurlu bir kadını keşfedip tanımanın övüncü ve başardıklarının bugün aptal evlilik programları ve diziler arasına sıkıştırılan kadınlara çıkış olması dileği ile ayrılıyoruz...

Gezimizi bunca güzel bir coğrafyayı düşman elinden alıp bize yurt eden ama daha önemlisi çağdaş uygarlık seviyesini hedef göstererek daima gelişmemizi salık veren Atamızın aziz hatırası önünde saygıyla eğildiğimiz Anıtkabir ziyareti ile tamamlayıp kökboyalı kilimlerin diyarı Sivrihisar Bayat’tan dolaşarak yuvalarımıza dönüyoruz. Karadeniz’de buraya kadar anlattıklarımdan başka anlatılacak o kadar şey var ki... Şimdilik bir bayram havası almak, sonrasında kederini ve sevincini paylaşmak üzere yine Karadeniz’de buluşmak üzere izin isteyelim.

Bayramlar bayram olsun, akıbetimiz hayır olsun... Eyvallah...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder