Yazdıklarımı
okuma inceliğini gösterenler duygu ve düşüncelerimi söylencelerle
bezemeyi ne kadar sevdiğimi de hissetmişlerdir. Söylence tutkum dünyanın
en güzel anlatıcısı olan canım babamdan yani kalü beladan gelir. Bundan
olsa gerek yüreğimden geçenleri dilden dile, gönülden gönüle dolaşırken
fazla yüklerinden arınan, kerametlerle bezenen bu sihirli anlatılarla
birlikte betimlemeyi, zenginleştirmeyi çok severim. Söylencelerin
kökeni konusundaki düşüncem de; bazılarının aklı, bilgisi ve duygusuyla
halka örnek olan “özel” kişilerce yaşanmış olan, bazılarının da halkın
kendi anlatsa dinlenmeyeceğinden kaygı duyduğu düşüncelerini bu örnek
insanlar üzerinden yaşama geçirdiği tadına doyulmaz yaratılar
olduklarıdır. Hepsinin temel özelliği; üstün bir akıl ürünü
hazırcevaplık ve davranışlarla kıssadan hisse iletiler vermesi,
kahramanlarının normal insanların belki hayal bile edemeyecekleri kadar
cesaretli olması, insanlara bu öğretici söz ve davranış kalıpları ile
örnek olmalarıdır.
Dediğim
gibi söylenceler ağızdan ağıza, akıldan akıla, nesilden nesile
aktarılırken değişirler. Her akıl sevdiği, benimsediği yerleri alıp
önemsiz bulduğu yerleri atar. Buna güzel Türkçemizde çeşitleme (rivayet)
diyoruz. Değirmenlerle ilgili kaleme aldığım yazıya sığdıramadığım ve
aşağıda aktaracağım söylencelerden ilki, birçok çeşitlemesini okuduktan
sonra benim gönlüme yatan şeklidir, sürç-ü lisan edersem affola…
Belh Hükümdarı İbrahim Edhem’den…
Söylencemiz Afganistan’ın Belh Şehrinde geçiyor… Öznemiz İbrahim Edhem bir çeşitlemeye göre şehrin hükümdarı, birine göre de şehzadesidir ama ben hükümdar olduğu çeşitlemeyi yeğledim. Avlanmayı çok seven, ahret işlerinden çok dünya işleriyle meşgul bu genç ve yakışıklı hükümdar her imkâna sahiptir. Her istediğini yer, her istediğini giyer, her emri hemen yapılır, bir yola çıktığı zaman kırk altın kalkanlı asker önünden, kırk altın gürzlü asker arkasından yürür. Ancak
kentin ileri gelenleri çok sevip gözlerinden sakındıkları bu yaman
hükümdarın inanç yönünün zayıf olması konusunda biraz endişe duyarlar. O’nun
dünya işlerinden çok manevi olarak zenginleşmesini isterler ama bunu
nasıl yapacaklarının, O’na bunu hal diliyle nasıl anlatacaklarının
derdine düşerler. Yağız
hükümdar bir gece yeni doğum yapmış gül goncası eşiyle sarayın kuş tüyü
yataklarından birinde yatarken, sahip olduklarından çok hoşnut olacak
ki;
- Hanım
seninle cennette de böyle beraber olsak, der. Tam bu sırada sarayın
tavanından gürültüler duyulur. Adamlarından gece gece sarayın damında
bir adamın dolaştığını öğrenen hükümdar sinirlenir.
- Bre gafil, bu saatte sarayımın damında ne arıyorsun? Adam gayet sakin;
- Deve sürümü kaybettim, onu arıyorum, diye cevap verir. Hükümdar iyice kızmıştır.
- Bu saatte tavanda deve sürüsü mü aranır be adam? Adam hükümdara yine korkusuzca yanıt verir;
- Ey hükümdar! Tavanda deve sürüsü aranmayacağını biliyorsun da, atlas döşeklerde cennetin aranmayacağını neden bilmiyorsun?
Bunun
üzerine kalkıp bir hırka, bir lokma ile yola çıkan İbrahim Edhem
tacından, tahtından ve ailesinden geçip kendini aramaya çıkar. Ömrünün
bundan sonrasında diyar diyar gezen bir zamanların Belh Hükümdarı artık
gönlündeki cenneti arayan bir derviş olmuştur. Dünya malından elini
eteğini çekip mürşid-i kâmil olma yolunda senelerce halka ve Hak’ka
hizmet eder.
İbrahim Edhem Hazretleri’ne…
Bu
sırada gezdiği her yerde -ruhundaki yırtıkları diker gibi- elinde bir
iğne ile durmaksızın sökükleri diker. Bir gün deniz kenarında hırkasını
dikerken şehrin valisi gelip başına dikilir. O’nun bu perişan haline
bakıp içinden;
- Şu
haline bak. Dünyaya nam salan, sevilen bir hükümdarken tacı- tahtı,
bunca dünya nimetini bıraktın da eline ne geçti? Valinin düşünceleri
malum olan İbrahim Edhem elindeki iğneyi denize atar ve balıklara;
- İğnemi
getirin, der. Bunun üzerine denizdeki binlerce balık birbirleriyle
yarışarak iğneyi ona getirirler. İbrahim Edhem adama dönüp sakince;
- İşte bu geçti, diye yanıt verir. O artık “İbrahim Edhem Hazretleri”dir.
İbrahim Edhem Hazretleri bir zaman bir bağda bekçilik yapar. Bağ sahibi bir gün gelip;
- Bana tatlı nar getir, der. Götürür, ekşi çıkar. Yine;
- Tatlı nar getir, der. Bir tabak daha götürür onlar da ekşi çıkar. Bunun üzerine bağ sahibi;
- Suphanallah! Bunca zamandır burada bekçisin, narın tatlısını, ekşisinden ayırt edemiyor musun?" deyince İbrahim Edhem;
- Benim vazifem bağı beklemek, hiç tatmadığım narın tadını nereden bileyim? diye cevap verir. Bağ sahibi şaşarak;
- Burda bekçi olduğunu bilmesem sana İbrahim Edhem Hazretlerisin diyeceğim. Bunu duyan İbrahim Edhem tanınmamak için hemen oradan ayrılıp gider.
İbrahim
Edhem Hazretleri halkın ve Hak’kın rızasını almış güzel bir varlık,
yaşamında ibretlik pek çok anlatı var ama konumuz değirmen olduğu için
yaşamının detaylarını takdirinize bırakıp beni çok etkileyen şu kıssadan
hisseye geçiyorum.
Yıllar yılları kovalarken toprak kadar enginleşen İbrahim Edhem Hazretleri bir gün Belh
şehrine geri döner. Döner ama kimse O’nu tanımaz, O da kimseye tanıtmaz
kendini. Bir camiye girer ve namazını kılar. Yatacak yeri olmadığı için
orada bir köşede yatmayı düşünüp kıvrıldığında görevli gelir ve;
- Hey sen ne yapıyorsun burda? der. İbrahim Edhem Hazretleri;
- Yatacak yerim yok, burda sabahlayacaktım, der. Görevli;
- Olmaz burayı zamanında Belh Sultanı İbrahim Edhem Hazretleri yaptırdı. Burda sabahlanmaz, otel mi burası? diyerek kovar O’nu.
İbrahim
Edhem Hazretleri hiçbirşey söylemeden yürüyüp gider. Derken bir ışık
görür ve oraya doğru yürür. Bakar ki bir değirmen ve içerde bir kişi
harıl harıl çalışıyor. Kapıdan başını uzatıp selam verir ama adam
karşılık vermez. Bunda bir keramet olduğunu sezen İbrahim Edhem
Hazretleri oraya oturur. Saatler sonra adam gelir ve selamını alıp
karşılık verir.
- Ben sana saatler önce selam vermiştim, selamımı almak için neden bu kadar zaman bekledin? diye sorunca değirmenci;
- O zaman benim iş zamanımdı, un öğütüyordum. Eğer selamına karşılık verseydim ununu öğüttüğüm kişinin zamanından çalacaktım. Onun (kul) hakkını yememek için selamını alamadım, der.
Solak Değirmen Söylencesi
Diğer
söylencemiz Antalya’nın Elmalı İlçesi’ne bağlı benim köyüme de komşu
olan Değirmenköy (Çaybaşı)’de bulunan bir su değirmeni ile ilgili. Bu anlatı Değirmenköy’e komşu Tekke Köyü’nde türbesi bulunan, XIV. yy.’da yaşamış Anadolu erenlerinden, ünlü ozan ve düşünür Abdal Musa Sultan’ın belleklerde en çok kalan kerametlerinden biri olarak yüzyıllardır anlatılagelmiştir.
Uzun
yıllar dededen babadan kalma gelenekle bu efsunlu değirmenin hizmetini
gören Şevket ASLAN’dan öğrendim söylenceyi. 1938 yılına kadar devletin
malı olan değirmeni dedesinin satın almasından beri nesillerce bu
havalenin zahiresini öğütmüşler.
Anadolu’nun
Türkleşmesinde önemli hizmetlerde bulunan, Bursa’nın fethine katılan
Abdal Musa Ege üzerinden önce Kalkan’a, ordan da bugünkü yerine gelip
bir dergâh kurar. İlim irfan yayılan bu dergâhta aynı zamanda açların
doyurulduğu, susuzların kandırıldığı, çıplakların giydirildiği,
evsizlerin barındırıldığı bir ortak yaşam da sürdürülmektedir. Günden
güne kökleşen dergâhın ünü giderek yayılır, daha çok insan tarafından
ziyaret edilmeye başlar. Bu nedenle Pir de dahil herkesin aynı yemeği
bölüştüğü dergâhta kaynayan kazanlara her geçen gün bir yenisi eklenir,
onları dolduracak yiyeceğe gereksinim de buna paralel olarak artar.
En
temel besin maddesi ekmeği yapacak unu öğütmek için çevrede bir tek un
değirmeni bulunmaktadır. Dergâhın artan un ihtiyacını karşılamak üzere
çözüm arayan Abdal Musa komşu köydeki bu değirmenin sahibi olan Marko
adındaki Rum’un yanına gider. Bir çatının altında dört taştan ibaret
değirmeni kendisine satmasını ister ama satmaz Marko. Abdal Musa bu kez
değirmeni kendilerine kiralamasını teklif eder ama O bunu da kabul etmez
ve O’nu kovar. Bunun üzerine; “burası benimdir, nasıl kovarsın?” diyen
Abdal Musa çözüm için zamanın mahkemesi kadıya başvurur. Kadı keşif
ister ama keşfe gelmeden davalılardan her birinin ifadesini alıp
değirmenlerinin özelliklerini sorar. Marko;
“Benim
değirmenim dört taşlı bir değirmendir, başka bir niteliği yoktur”
diyerek betimler değirmenini. Değirmeninin özellikleri sorulan Abdal
Musa ise;
“Marko değirmeni bilmiyor, nasıl sahibi olabilir? Benim değirmenim dört taşlı ise de sağdaki değirmen solak döner, ayrıca
ommanının başında ulu bir çınar vardır” der. Değirmenlerin yanına
varsalar ki gerçekten değirmenin biri solak dönüyor, ommanının başında
da yaprakları seher yeli ile fışır fışır salınan ulu bir çınar… O zaman
Abdal Musa’nın kerameti karşısında büyülenen Marko değirmen gibi adından
da geçer, o günden sonra Abdal Musa dervişlerinden “Murat Baba” olur.
Yörede
Solak Değirmen hakkında mucizelerin yaşandığı, solak taşın bir gece
kendi kendine çalışması üzerine gelindiğinde bir dervişin gelip
değirmene temiz bakmadığı için değirmenciyi uyardığı anlatılır. Bugün
suyu olmadığı için çalışmasa da Solak Değirmen Alevi-Bektaşi inancında
kutsal bir ziyaretgâh olarak önemini korumaktadır.
Belki
yaşandı, belki düşlendi, değirmenlerle ilgili söylenceler böyle, etkisi
yüreğinize, değerlendirmesi pırıltılı aklınıza havale. Ama ya öteki
değirmenlerimiz? Gerçek olan şu
ki; Güzel Anadolu’muzun binlerce yıldır sabır işleyen, dönerken evrenin
sonsuz döngüsünü düşleyen değirmen çarkları eskisi gibi dönmüyor. Hemen
bütün Anadolu Sevdalısında benzer yürek çarpıntısı yaratan bu sihirli
yaratılardan arda kalanlar da durdu duracak.
Henüz
çarkları döndüren suyumuz, çok çalışsalar da genetiğini tamamen
değiştiremedikleri bereketli buğdaylarımız, içindeki yüce varlığa
ulaşmak için “ihsan” dan önce “buğday” isteyen Yunus’umuz, dünyanın en ölümsüz aşkını düşleyen, kahramanı Çingene’nin bedeninden bir parçayı değirmenin tanıklığında boşlayan Sabahattin Ali’miz, zahiresini öğüttüğü insanın “Hak”kını yememek için İbrahim Edhem Hazretlerinin sabahtan verdiği selamı akşama karşılayan derviş değirmencilerimiz varken geleceğimizi boşlamayalım.
Ulusal sağlığımıza, varlığımıza, birliğimize, geleceğimize, gerçek erenler evliyalar demine “Eyvallah”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder