Bağbandım gül deremedim,
Derip yâre veremedim.
Tez geçtiniz göremedim,
Geriye dönün seneler…
Derip yâre veremedim.
Tez geçtiniz göremedim,
Geriye dönün seneler…
Türkülerin “Kıvırcık” yaprağı koptu bir seher vakti…
Hem de en bereketli çağında, en olgun meyvelerine durmuşken, zamansız.
Gönül tellerimizi sızım sızım sızlatıp gönlünde binlerce ezgiyi, kederi,
umudu yüklenip gitti…
Çok
güzel bir candı. Hemen her sene Abdal Musa’ya gelirdi. O sahneye
çıkana dek hiç kimse oradan ayrılıp meydanı boş bırakmaz, uyuyup örtüsüz
donacak çocuklarını bağırlarına basıp içlerindeki aşk ile ısıtırlardı.
Herkes sevdalısı, yavrusu, abisi gibi severdi O’nu, hepimizin hısımıydı.
Hiç kimseyi ayırmadan sevecenlikle, alçakgönüllülükle karşılar, tatlı
dilinden dökülen “canım ciğerim”lerle esenlerdi.
Öldüğünü
duyduğumda herkes gibi ben de inanamadım. O gün o kadar işim vardı ama
ben yoktum, içim yandı tutuştu, akşama kadar türkülerini dinleyip
ağladım. Akşam boş bir çuval gibi eve doğru sürüklenirken yolun
kıyısında bir taksiden O’nun bir türküsü haykırıyordu;
Buralarda dost bildiğin ısırgan otu,
Elini tuttummu bil ki elim yanıyor.
Şeref ekmek bulamazken şerefsiz buldu,
Götürdükçe ciger aney, içim yanıyor.
Yanıyor da güzel anam, yürek kanıyor.
Gözyaşlarımı
gizlemeye çalışmadan yürüdüm ve düşündüm. Hadi biz aynı kültürün
insanlarıyız diye sevdik, o Kafkas kökenli taksici Ahmet’e, bilge
kitapçımıza, aynı dilde konuşup aynı şeylere inanmayan milyonlarca
insana Kıvırcık Ali’yi sevdiren, Alevi’siyle - Sünni’siyle, sağcısı -
solcusuyla, Türkü - Kürdüyle bizi O’nun türkülerinin potasında eriten
neydi?
Kendimize
bile itiraf etmekten çekindiğimiz en çıplak halimizi yüzümüze karşı
haykırması mı? Kendini derde derman gibi gösterip, bu mucize otun
şifasını değil sadece ısırganlığını alan “otlar”ı deşifre etmesi mi?
Yüzüne bile bakmaya değmeyecek insanları baş tacı etmekliğimize ayna
tutup, bunun yerine gerçek değerlerimize sahip çıkmaya çağırması mı?
Belki de satılık “aşkları”, “âşıkları” yerden yere vurup sadık dosta
kurban olması…
Ya
haksızlığa başkaldıran asi yanı, hangimizde yoktu ki? Bastırılmış duygu
ve düşüncelerin üstünü kör cahilliklerle örtüp nefret ve şiddet olarak
devşiren bir toplum haline gelişimize dışımız inkâr etse de hangimizin
içi elveriyordu? Doğa sevgisi, vefası, güzele ve güzelliğe öykünmesi
hangimizin gönlündeki buzları eritmezdi? Ya köyümüzde iken köyü
düşündükçe içi yananlara yanmamız nedendi?
Dert sayfası sütun sütun,
Anılarımla büsbütün.
Elinizi çabuk tutun,
Geriye dönün seneler…
Anılarımla büsbütün.
Elinizi çabuk tutun,
Geriye dönün seneler…
Bu
türküleri gönüllerinde çalıp, yurdunun sahilinde mayalayan, yaylasında
döğüp mertliğe, güzelliğe, iyiliğe adak yapan, yüzyıllardır kardeşçe
yaşayan biz Anadolu insanları değil miydik? Hani bugünlerde kimyaüstü
hatta insanlıkdışı yöntemlerle ayrıştırılmaya çalışılsa da aslında etle
tırnak olan bizler… Öyleyse neden gerçek gücümüzü, dirliğimizi unutup
duygumuzun zerresine sahip olmayan, öldürmeye ayarlı “robot”lara umut
bağlar, nifak tohumlarına su taşır olmuştuk? Yüzyılların akıl ve duygu
imbiğinden süzülüp bizi birliğe çağıran türkülerimize kulak tıkamaya
çağıran daha “kârlı” şey neydi?
Bahtım ile çekişim var,
Hakka boyun büküşüm var.
Daha yapacak işim var,
Geriye dönün seneler…
Hakka boyun büküşüm var.
Daha yapacak işim var,
Geriye dönün seneler…
Kıvırcık
Ali’nin türkülerinde toprağımıza, suyumuza, yaylalarımıza giderdik.
Çünkü bir köyü olanlar için köyde yaşamak güzeldi, köylümüz -kurnazımız
olsa da- şehirliden ehvendi. Köyde kimin ne yapıp ne yapmayacağını iyi
kötü bilirdik ama şehirde bilemedik. Köyde Eyvaz’ı traktörünün sesinden,
Didili’yi iyice bükülen belinin her yaylanışında çıkardığı istemsiz
hırıltıdan, Göherce’nin eniğini her seferinde arsız çocukların yüreğini
ağzına getiren ani ürmesinden tanımak bize huzur ve güven verirdi.
Köyümüzde
her şey bizi söylerdi. Dupbani’nin gara sığırının sesini ancak biz
bilir, İbiramca’nın esprilerine gülmekten kırılırdık. Topalı, körü,
ahrazı binbir çeşit Musa’mız vardır ki Hz. Musa solda sıfır kalırdı.
Çünkü dilimizi arı soksa çamuru O çalar, keyfsizlensek iğnemizi anca O
yapardı. Onlar bizsiz, biz onlarsız olamazdık, “olamadık” da. Bu yüzden
“ali menfaatleri” için Avlan Gölü’nü kurutup bizi yoksulluğa, kıtlığa,
doğanın göz göre göre kelleşmesine tanıklığa zorlayanlar dostumuz
değildi, türkülerimiz onları tanımaya ve bizi kendimizi kollamaya,
kimliğimize çağırırdı.
Köy
çocukları toprakla, taşla, ağaçla, kuşla sarmaş dolaş oldukları için
hayatın birçok döneminde daha cesur, yetkin ve sorunsuzdu. Biz istersek
çalışıp emeğimizin karşılığını aldıkça köy dışına gezmeye de giderdik.
Ama biz istersek…
İstemeden
çıkmak zorunda kalmanın bedeli ağırdı. Gerek ekonomik nedenler, gerek
Maraş, Çorum gibi vahşetler ya da şimdi neredeyse girmediği yerimizin
kalmadığı, yavrularımızı elimizden alan, artık neredeyse kanıksadığımız
lanet olası terör nedeniyle köyümüzden ayrılmak zorunda kalmak
yüreğimizi yaktı. Kıvırcık Ali öncülü birçok ozan gibi bize bunu
gösterdi, O’nun yüreğine kulak kabartmışlığımız, sevdalanmışlığımız
bundandı. Bize bu bilinci aşılamaya adadı ömrünü, farkına varmazsak
neler olacağını ilahi bir dille ezgi ezgi aklımıza nakşetti…
Biçemedim ömre paha,
Böldüm akşama sabaha.
Gayret edin biraz daha,
Geriye dönün seneler…
Böldüm akşama sabaha.
Gayret edin biraz daha,
Geriye dönün seneler…
Türkülerinde
benzersiz emek, duygu ve sorumlulukla bıkıp usanmadan çalıp
söylediklerinin hepsi gerçekti, hayatın tamam kendisiydi, ne yazık ki
çok erken mahrum kaldık O’ndan… Sivas’ta 21 yaşında yakılmasaydı
yüzyıllık sesiyle Hasret GÜLTEKİN de bunları söylemeye devam edecekti.
Çağlarca çağlayan Pir Sultan Abdal, Hatayi, Yunus, Kaygusuz…
ırmaklarının bendi kime dönmüşse, bayrağı kim devralmışsa onlar
söylediler, söylüyorlar. Bu toprağın türkülerini yakanlar kardeş,
türküleri gönülden gönüle bir yoldu gizli gizli. O Allah vergisi
duyguları ve düşünceleri yakarak yok etmeye çalışan yürekleri bile yıkar
arındırır güçte, bire bin veren pınarlardan coşan seller gibiydi…
Bütün
çabası, emeği; toplumsal duyarlılıklarımızı arttırıp bilinçlenmedikçe,
köyümüze, kentimize, toprağımıza, suyumuza sahip çıkmadıkça, kendimize
dokunmadıkları sürece yanlışlara, zalimlere, haksızlara boyun eğdikçe,
yüreğimizi ve vicdanımızı para için sattıkça sonumuzun belli olduğunu,
bundan sonra da bize değil türkülerden, türküleri yakanlardan hâşâ
Yaradandan bile medet olmayacağını anlatmak içindi. Verdikleri
mesajların kafamıza dank etmesi için illa türkülerin susması, türkü
yakıp söyleyenlerin ölmesi gerekmezdi…
Haberin alsam Agâh’tan,
Kim geçmedi bu dergâhtan?
Bildiğiniz güzergâhtan,
Geriye dönün seneler…
Kim geçmedi bu dergâhtan?
Bildiğiniz güzergâhtan,
Geriye dönün seneler…
Kıvırcık Ali bizimdi, bizdi, biz de oyuz, ondanız. O yaşadıkça haykırarak dedi ki;
“Sözünüzde
sağlam, sevginizde sadık, yaşamınızda dimdik olun. Hak yemeyin,
kandökmeyin, ah almayın. Değerlerinize sahip çıkın, zalime boyun eğmeyin
ki zaten böylece ondan bir farkınız kalmaz. Atalarınızdan miras kalıp
çocuklarınıza borçlu olduğunuz toprağınıza göz dikenleri belleyin,
onlara fırsat vermeyin. Ünlü sözdür; “her horoz kendi çöplüğünde öter”
köyünüzden, yurdunuzdan olduktan sonra gittiğiniz yer cennet de olsa
“gurbet”tir ve gurbetin şerbeti bile ağudur.”
İşte
bunları ve fazlasını düşündü, üretti, yüreklerimizdeki gücü, sevgiyi,
umudu yeşertti. Aşkın deryasını boylayan güzel başındaki kıvırcık
saçları sevdiğimiz afacan çocuk. Acaba bunca uğraş içinde koşuştururken o
sabah öleceğin aklının ucundan geçmiş miydi? Dilinde hangi türkü,
gönlünde hangi muradın vardı?
Ama
türkülerin, türkülerimiz bitmedi, bitmeyecek. Aşıladığın binlerce fidan
yeşerecek ardından, senden ileri, senden içeri. Senin gibi ömrünü
insanlığa kalıcı eserler bırakmaya adayan, gönüller yapan, insan olmaya
çalışan binlerce can... Şimdi bütün gidenler gibi dönülmez yoldasın. Ne
yapalım, buraya kadarmış. Zor gelse de yapmak zorunda olduğumuz tek şey o
kaçınılmaz son gelene dek hepimiz gibi ölecek olanlarla mutlu olmaya
çalışmak…
Güle güle canım ciğerim… Hizmetinle Hakk’a yara, halkın
zaten seni çok sevdi. Dilerim emeklerin zayi olmasın, yaktığın ışık
senden sonraki yeni ışıkları tutuştursun. Türkülere verdiğin can suyu
yeni canların canına car yetsin. Senin devralıp onurla taşıdığın gelenek
seni aşan kuşaklarca sürsün. Türküler ve o türküleri yakan yürekler
gibi sonsuz ol...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder