|
İnternet
kullanıcıları bilir, uzunca bir süredir en sık dolaşan ileti
“facebook’a katılmanı istiyorum” davetleri. Ülkenin sorunları ve
geleceğimiz sözkonusu olunca iki - üçü bir araya gel(e)meyen milyonlar
“ortak bir ruhta buluşmak”, “birlik olmak” için can atıyor, serden
geçiyorlar. Oysa sıra memleket meselelerine ya da sevdiklerimize
geldiğinde inadına tahammülsüz, cimri ve körüz.
Bir
ay kadar önce yıllık iznimde köyümdeydim. Gündüz işlerimizi tam ve
zamanında yapmanın gönül rahatlığı ile akşamları eş dostla, konu
komşuyla bir araya geldik. Bu buluşmalar bazen dünya işlerini inceden
kalına eleyen, bazen de yitirdiğimiz büyüklerimizi yâdeden sohbetlerle
bezendi. Bu sohbetlerden birkaçının öznesi köyümüzde Türk Halk Müziğine
kaynaklık etmiş, bugün hepsi Hakk’a yürüyen ozanlarımızdı. Birçok yerde
olduğu gibi köyümüzde de âşıklık geleneği Cemlerde saz çalıp nefes
söyleyen, “sazandar” ya da “güvende” denen insanlar dışında o sağlam
“Hak Âşıkları”yla birlikte bitti, gitti. Onların yerini ne yazık ki,
büyük çoğunluğunun meşgalesi; kahvede “masa çakmak” ya da “ekmeğini
taştan çıkarmak” diye mecazlanan kumar oyunları olan gençler ve
yetişkinler aldı.
Bu
sohbetlerden birinde kızlarından, aynı zamanda komşumuz da olan,
rahmetli Nuri TURAN’ı dinledik. O yıllarda çocuk olduğum için çok
ayırdında değildim, babamın “Palasaz” dediği Nuri Amca, gittiği bir
düğünde Kaş’lıları sazında kalan tek bir tele parmakları ile ritim
tutarak oynatan bir gönül insanıymış. Hayatı asaletle ve “Hey Hey, Naneli Dünya!”
naraları ile her dakikasından keyif alarak yaşamış. Küçük kızı olan
Zeynep Abla, konu inanç boyutuna gelince, soğuk bir kurban bayramı
arifesi akşamın alacalı karanlığında, evlerinin damında yaşadığı
olağanüstü bir anısını anlattı. O akşam, bugün köyümüzün girişinde
bulunan ve Bilkent Üniversitesince kazılan “Hacımusalar (Koma) Höyük”ün karşısındaki Çataltepe’den çıkan üç ışık, yolda eklenenlerle oniki ışık huzmesi olarak Abdal Musa Dergâhı’na
akmış. Bu olayı dualar ve gözyaşları ile kutsadıklarını anlatışı yeni
benzer anılara, anlatılara yol oldu. Öyle ki o vakitler neredeyse köyde
bu ışıkları görmeyen kimse yok gibiydi.
Bugün
o ışıkların düştüğü yerlerde açılan taşocaklarının tozları yükselirken
ışıkları görenlerin gözleri kızgın demirle dağlanmışçasına, zıngazınk
kapalı. Yanıbaşlarında yaşanan ve yaşanacak olanın gerisi geride bunca
doğa talanına üzülen, isyan eden ya da kılını kıpırdatan insan sayısı
bir elin parmaklarını geçmiyor. Hal böyle olunca da insan; “Bu “Işık Ülkesi”ne ve mucizelerine neler oldu?”
diye düşünüyor. “Acaba bugün o ışıkları sahte ışıklar mı gizler oldu?
Yoksa ışık içinde balkıyasıca o temiz insanlar giderken mi götürdü? Ya
da aslında hep oradalar da bunca ışık içinde biz mi körüz?” demeden
edemiyor.
Sanırım
bunun yanıtı özelde insanın, genelde ulusun aydınlanması meselesidir.
Yüzyıllardır genelde dünyada, özelde Anadolu’muzda bir yanda insanları
aydınlatmaya, yaşama aklı, bilgiyi ve sevgiyi egemen kılmaya, insanını,
doğasını ve değerlerini korumaya çalışan bilge insanların, diğer yanda
onları karalayan, susturmaya ve sindirmeye çalışan, bazen de canlarına
kıyan zihniyetler kadar “cesur” olup olamaması yani.
Şimdi sözün burasında bir söylenceye kulak verelim;
Abdal
Musa’nın gözde müridi, veliahtı, büyük tasavvuf şairi Gaygusuz Abdal
rivayete göre Abdal Musa Dergâhı’nda iyiden iyiye piştikten sonra piri
tarafından Mısır’da bir dergâh kurmakla görevlendirilir. Gidip
gitmeyeceğine karar verilme aşaması, yolculuğu da hayli ibretlik
öykülerle dolu olan bu gidişten sonra kırk yıl Mısır’da kalır Kaygusuz
Abdal.
Kurduğu
dergâhta başlangıçta ilim irfan yayar, inanç öğretirken sonraları
zevk-i sefaya dalar. Yaşamında çok önemli bir yeri olan, O’nu Abdal Musa
Dergâhı’na getiren av merakı da bu zevk-i sefa ile atbaşı devam eder.
Bu sırada dergâhında görevli özel bir uşağı vardır. Büyük bir sükûnetle
pirinin hizmetlerini yürüten bu uşağın içini günden güne kemiren bir
dileği vardır. Tutku derecesindeki bu dilek; Kaygusuz Abdal’ın dillere
destan, muhteşem yatağına bir kez olsun girip çıkmaktır.
Kaygusuz
Abdal’ın yakın arkadaşları ile ava gittiği bir gün bu dileğine gün
doğar ve muhteşem konutundaki yatağa hemencecik çıkmak üzere sessizce
süzülüverir. Süzülür süzülmesine de kuştüyü yatağın büyülü rahatlığı ile
uyuyakalır.
Kaygusuz
Abdal ve taifesi avdan dönünce adamları baksalar ki; “aslan yatağında
bir tilki yatıyor”. Uyur uykusunda hepsi birden üstüne çullanıp bu
kendini bilmezi adamakıllı benzetirler.
Bu
sırada canının yandığından beş beter ah-ı figan eder uşak. Seslerin
ulaştığı Kaygusuz Abdal olayı soruşturunca bu densize ötekilerden beter
çıkışır;
“Be
hey gafil, senin suçun çok büyük, her gün bir uzvun kesilmekle
üçyüzatmışbeş günde bitmez ama yine ucuz kurtulmuşsun. Niçin hâlâ
utanmadan ağlayıp çığırtkanlık yaparsın?”
Uşak orada bulunan herkesi şaşkına çeviren bir yanıt verir:
“Ben
kendime ağlamıyorum. Ben bu yatağa bir kez girip çıkmakla bu kadar
cezaya reva görüldüm. Sen kırk yıldır bu yatakta yatıyorsun, senin cezan
kimbilir ne kadardır, ben sana ağlıyorum.” der.
Bunun
üzerine kendine gelen Kaygusuz Abdal yanına bir at, bir hırka ve bir
keşkül alıp saltanatından ve benliğinden terki diyar eder.
Teşbihte hata olmaz, demem o ki canlar;
İnsanları
aydınlatmaya çalıştıkları için bunca cezaya reva görülen, ağır bedeller
ödeyen gerçek ışıklara ve onların sevgi dolu yüreklerine kıyanların
vicdanına ne vakit gerçek “ışık” düşer bilinmez ama biz yine bir türkü
tutturup Anadolu’yu yurt yapan, yaşanılır kılan o güzel insanlara bin
selam edelim;
“Başın Öne Eğilmesin, Aldırma Gönül Aldırma…”
|
18 Ocak 2013 Cuma
“BAŞIN ÖNE EĞİLMESİN, ALDIRMA GÖNÜL ALDIRMA…”
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder