“Zara’nın
önünden güldür güldür Kızılırmak akar. Bahar aylarında coşar, delirir,
ürkütür insanı. İşte böyle bir zamanda Kızılırmak’a bir tilki düşer,
akıntıya kapılır. Kıyıya ulaşmak için ne ettiyse olamaz, kurtulmayı
başaramaz. Ee, Kızılırmak büyük, tilki küçük. Çaresiz bilinmeze
sürüklenirken; ‘Zaten ben de Karadeniz’e gidecektim!’ der.” (Anonim)
Bu
talihsiz (!) varlığın aksine gönlümüzün akkınıyla, dereleri gibi
çağlayarak gidip geldik Karadeniz’e. Başta eşsiz doğası olmak üzere
insanının, özellikle kadınlarının acıyı bal eyleyen duruşu, kıvrak
zekâlarından süzülen söz ve davranışları ile bir başkadır Karadeniz.
Gülümseyen yüreklerinden türküler saçılan Kamil SÖNMEZ’i, Kazım
KOYUNCU’su, Volkan KONAK’ı ve daha yüzlerce ezgisi, ezgicisiyle
türkülere sevdalı yüreğimi hep ısıtmıştır. Bunun dışında fıkralarında
çoğu zaman tersi bir portre çizilse de Karadeniz ülkemizin düşün, bilim,
kültür ve sanat dünyasına katkı yapan birçok değer yetiştirmiştir.
(http://www.karalahana.com/karadeniz/kim_kimdir/kim_kimdir.htm)
Bu duygularla oraya gidip bir güzel de bakınca o kadar içime işledi ki
adeta oralı oldum. Gariptir -özellikle Ayder’de- öyle gönlüm kaldı ki
geldikten sonraki birkaç gün Antalya’da gezerken sanki tanıdığım
insanları tanımakta güçlük çekecekmişim gibi bir hisse bile kapıldım.
Üstelik daha gördüğümüz kısmı Karadeniz’in Ka’sı değildi. Sonradan
yaptığım araştırmada “yapmadan dönme” denenlerin ucunu anca delmiştik.
Umut garibin ekmeğidir, bir daha gitmeyi umarak kendimize teselli
verdik.
Gönlü yaylaları kadar geniş insanların, çayın, hamsinin,
fındık, mısır, kemençe ve horonların yurdunda doğuran ve doyuran Doğa
Ana bize –her zaman olduğu gibi- çok cömert davrandı... Turun sahibi ve
bizi diyar diyar gezdiren araç sürücümüz Musa Bey gezi boyunca; “Ver Allahım ver!”
deyip dursa da “hikmetinden sual olunmaz” her gittiğimiz yerde öyle
doyumsuz bir güneş sofrası açtı ki yağış hep ardımızda kaldı.
Karadeniz’i bilmezlerin (!) aklına uyup götürdüğümüz üstlükler sırtımıza
yük oldu. Şıralı bir tatlıya “Laz Böreği” diyen, ahşap bungalovlardan derlediği otele tahtadan yangın merdiveni yapan, lokantayı gösteren tabelaya; “... Restorant 200 m. geride!”
diye yazan hoş insanların diyarında doğanın en güzel yeşillerine sinmiş
ahşap evlerle bezenmiş yamaçları, enginindeki yolları baştanbaşa
saklambaç tadında seğirterek geçtik. Kulağımızdan dilimize akan
türküleriyle yaşam alanlarının, Karadeniz insanının yaşama bakışının,
gelenek ve inançlarının izini sürdük.
İşte
o günlerde, -hani insan istediği şeyi çeker ya- Çamlıhemşih’li bir
hemşerimizle tanıştım. (O Çamlıhemşin ki orada 27 Avrupa ülkesinin sahip
olduğu kadar canlı türü yaşıyormuş.) Kendisine Karadeniz’de görüp
etkilendiklerimi anlatırken bana bir halk kültürü deryası olan o diyarın
bilmediğim, öğrendiğimde içimi sıcacık eden yanlarını öğretti. Bunlardan biri onların “böbregidin”
dediği ancak yörede başka birçok adı olan “sıradışı” bir gelenek.
Sıradışı diyorum çünkü Anadolu’nun birçok yerinde Yaradan’a yağmur
vermesi için dua edilirken burada güneş için yakarılıyor. Anadolu’nun
birçok yerinde yazın kuraklık yüzünden yağmur duasına çıkılırken, Doğu
Karadeniz’in bazı yerlerinde insanlar bir araya gelerek, şarkı söyleyip
dua ederek güneşli havalar istiyorlar. Özellikle Rize’nin yüksek
kesimlerinde, yaylalarda yaşayan bu geleneğe göre; bölgede hava uzun
süre kapalı kaldığı zaman, sisin (bulutların) dağılması ve güneşin
yüzünü göstermesi için “güneş duası” yapılıyor. Bu geleneğin yaygın adı; “babra bubrik” ancak yer yer; ablik
bublik, heyva heyva, kukuçura, bubrik, ebe bubrik, bublik,
ablik-bublik, bubirdak, bobregidin ya da gusgusdera gibi farklı
şekillerde adlandırılıyor.
Adları
gibi çeşit çeşit de uygulamaları var. Bunlardan birinde; bir çalı
süpürgesine kollar takılıp elbise giydirilir (özellikle kırmızı olur) ve
başına puşi bağlanır. Hazırlanan bu kuklaya (korkuluğa) da; “bubirdak,
ebe bubrik, ablik-bublik” gibi isimler verilir. Çocuklar bubirdağı alıp
maniler söyleyerek kapı kapı dolaşır, un, yağ, tuz, şeker, kaymak gibi
yiyecekler toplarlar.
Baba bubrik ne ister? Allah’tan güneş ister.
Veren cennet hatuni, vermeyen cehennem kütuği…
Bubirdağım bur ister, kaşık kaşık yağ ister,
Kadelden kaymak ister, un torbasından un ister,
Kintamandan tuz ister, Allah’tan kırmızı güneş ister…
Ablik-bublik ne istersin? Bir kaşık yağ isterim,
Tekneden kaymak isterim, Verene bir koç oğlan,
Vermeyene kör, topal kız, O da yansın ateşe…
Toplanan yiyeceklerden helva ve höşmer yapılıp yenir. Yemekler pişerken yağından, suyundan çevreye ve havaya atılarak; “Allah’ım yarın kırmızı güneş ver!”
denir. Bir başka yerde; günlerce dinmeyen yağmurdan bıkıldığında, önce
köyün gençleri bir araya gelirler. Yanlarında gezdirmek üzere korkuluk
benzeri bir şey yaparlar (genellikle üzerine bez dolanmış çalı
süpürgesi). Ellerinde kaşık ve tencerelerle köyün evlerini bir bir
gezerler. Ev sahipleri âdet olduğu üzere topluluğu görünce;
- Babra bubrik ne ister?" diye sorar. Gençler şöyle cevap verir;
- Bir kaşık yağ isterim, tekneden kaymak isterim. Verene bir koç oğlan, vermeyene kör, topal kız, O da yansın ateşe..." Bu
şekilde her evden bir miktar un, kaymak, peynir ve tereyağı toplanır,
sonra bunlardan muhlama yapılıp birlikte yenir. Bir kısmı ateşe, bir
kısmı da tepe, vadi gibi yüksekçe bir yerden aşağı doğaya sunulur. Bu
tekerlemenin de her yöreye ait farklı biçimleri vardır. Örneğin:
Heyva heyva kış çıksın da yaz gelsin,
Tepeler güneş ister, İrmaklar serin ister,
Tekneler kaymak ister, Kaşık kaşık yağ ister,
Petek petek bal ister, Verenun ocağı şen olsun,
Vermiyenun ocağı siranluk kalksun.
***
Çamlıhemşinli
candan öğrendiğim diğer hikâyecik de Karadeniz insanının kıvrak
zekâsını ortaya koyan en çarpıcı örneklerden ve Doğu Karadeniz’in birçok
yerinde özellikle Rize’de yaşayan “Atma Türkü Geleneği” ile
ilgiliydi. Düğün, imece vb. yaşam aralarında coşagelen bu yaratılar
Karadenizlilerin yüreklerine adeta güneş açtırır. Bu türkü bir düğünde
karısı akıldan azıcık noksan Mustafa’ya atılır;
“Mustafa karun delu, halun beterdir beter!” Mustafa’nın cevabı gözünü budaktan sakınmayan, istediğini söyleyene istemediğini duyuran Anadolu insanının resmi gibidir; “Seninki akillidur, ikumuze de yeter…” Bu atma türkülerden bazıları da şöyle;
Geçurdi ayağina
Nağışlı çorabini
Gören der, yar okumiş
Sevdaluk kitabuni...
Oyle geluyi bağa
Sular bile güleyi
Kuzilar oğlacuklar
Sevda diye meleyi...
Fadim'un sesi bile
Yürağumi yakayi
Kuşağumun içinde
Dersun ateş çikayi...
Yuvarlanduk yerlere
Gaynadi ganlarumiz
Olduk bi gişi gibu
Garişdi canlarumuz..
***
- Pirinci
ile ünlü Terme’den otobüsle yüzerek geçip “sel aldı!” dedikleri, bir
damla düşmeyen Çarşamba’dan Samsun’a çıkmak, 2870 rakımlı Aygır Gölü’nde
yüzme keyfini yaşayan tek kadın olmak, Ayder’in doğasına sinip
kaplıcasından bardaklarca şifalı sıcak su içmek, bahtiyarlıklarımdan
sadece birkaçı. Ama -deyim yerindeyse- davulun bize uzaktan hoş gelen
sesini çıkaran tokmak yöre insanını yıllardır öyle çok sevmiş ki anca
çeken bilir...
Karadeniz karasun, daha kararmiyasun
Ayirdun sevenleru, senda duramiyasun… Halk Türküsü
Karadeniz
insanının en kara yazılarından biri gurbetliktir. 1940’lardan bu yana
bölgenin kaderini belirleyen çay dümeni döndermeye yetmeyince uşaklara
gurbet yolları görünür. Gurbet başka şehirler veya yurtdışıdır. Ancak bu
yazgı gurbete gidenden çok -ki gidenler genellikle erkeklerdir ve
yaptıkları iş çoğunlukla fırıncılık vb. olmuştur- kalan kadın ve
çocukları acıtır. Bu acının yine en güzel anlatımlarını; “Dertlerumi taşirum, dunyanin hamaliyim, her gelen kırdi beni, sanki incir daliyim…” ya da; “Çıktım yayla yoluna, dört yanım dolu çiçek. Yara mektup yolladum, o da bu yıl gelecek” örneklerinde olduğu gibi halk türkülerinde buluruz. “Dereden geliyorum, baluk geturuyorum. Sevdaluktan kim ölmüş, işte ben olüyorum”
deseler de sevdaluktan ölmezler ya bu dert de içlerinden çıkmaz.
Arkalarından değil su dökmek dereler çağlattıkları sevdaluklar ya gidip
gelmez, gelse de hiçbirşey eskisi gibi olmaz...
Sirlarumi soyledum, dağlara, dumanlara,
Ben yazarken ağladum, okurken da (oy oy) sen ağla...
“Bir bağa pirasiye”
verildikleri kocaları “kökleri Karadeniz’de kalan, dalları gurbete
uzanan ağaçlar gibi” uzanıp gittiklerinde yaşamın yaman zorluklarının
altından tek başına kalkmak zorunda kalırlar. Bu nedenle çok çektikleri,
bu dünyada çilelerini tamamladıkları için cennetlik olduklarına
inanılan yiğit Karadeniz kadınlarını en güzel anlatan görsellerden biri;
“İfakat Belgeseli”dir. İnternetten bulabileceğiniz ve teninin,
gözünün, ruhunun, rengi ne olursa olsun gözyaşı aynı renkte olan
bacılarımızın içler acısı halini ve olağanüstü direncini anlatan yaşama
bakışınızı değiştirecek bu belgeseli mutlaka izlemenizi öneririm...
Bölgenin
her köşesi ayrı bir cennet köşesi. Başta Ayder Yaylası olmak üzere Sis
Dağı, Erik Beli, Kalanima, Fırtına Deresi, Hıdır Nebi Yaylası, bir
gezginin; “Bulutların Öte Yanı” dediği yaylalarda birikmiş Balıklı ve Aygır Gölleri, Turnasuyu, Kiliseburnu Tüneli yörenin benim aklımda kalıp içimi ısıtan yer adlarından sadece birkaçı... Ancak
bölgede gözlediğimiz bütün güzellikleri bir çırpıda silebilecek öyle
olumsuzluklar da var ki bunları görmemek, görmezden gelmek olanaksız.
Anadolu birçok yöresinde olduğu gibi Karadeniz insanı da; “su gibi aziz ol!”
sözünü kendine yasa yapmışken Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi
Karadeniz’in benzersiz vadilerinde çağlayan derelerin suyu da borulara
alınarak 49 yıllığına uluslararası şirketlere verileli hayli zaman
olmuş. Yüzyıllardır dur-durak bilmeyen bir canlılığın hüküm sürdüğü
şenlikler diyarında gülmecelerin tadı kaçar türkülerin hüznü artar
olmuş. “Eskilerin” söylediğine göre; dağlarımızı unufak edip başımıza
taş yağdıran, ağaçlarımızın, çiçeklerimizin üstüne toz değil ölüm saçan,
arılarımızı kaçıran taş ocakları, vatan topraklarını ve şırıl şırıl
suların aktığı derelerimizi yâdların emrine sunan uygulamalarla güzelim
doğa şimdiden içler acısı hale gelmiş, böyle giderse tanınmaz hale
gelmesi kaçınılmazmış.
Bilindiği gibi güzelim yaşam pınarlarının ucunu ve gücünü çok uluslu şirketlere veren Hidroelektrik santralleri, kısaca Hes’ler,
Avrupalıların geçmişte Amerika’yı, Asya’yı, Afrika’yı, sömürmelerinin
bir örneği. Bu ruhsatı elden ele dolaşan Hes’ler atayurtlarında
insanların ellerinden sadece topraklarını ve sularını değil aynı zamanda
birçok yeraltı- yerüstü zenginliğini, madenlerini de yutan bir “gayya
kuyusu” adeta. İnsanları köylerinin işsiz gençlerinden kurdukları “özel
güvenlik birimleri” ile kendi evlatlarının hedef tahtasına koyan,
derenin kuşunu derenin taşı ile vurduran Hes’lerin Karadeniz’in
vadilerine döşenen dinamitleri patlayıp durmakta.
Su
enerjisinden elektrik enerjisi elde etmek üzere akarsuların borularda
toplanarak yükseğe çıkarıldıktan sonra buradan aşağı bırakılarak
elektrik üreten tribünlerin çalışmasını sağlayan düzenek olan Hes’lerden
Türkiye genelinde şu anda 2000 civarında yapılmış, yapılmakta, “2023
Vizyonu” olarak da 4000 Hes hedeflenmekteymiş. Oysa bir akarsu üzerinde
birbiri ardına yapılan Hes projelerinin o bölgede yaşayan tüm canlıların
gereksinimi olan suya ulaşıp yararlanmalarını engellediği (ki ora
insanı artık bu suların sadece %10’unu alabilecekmiş), bitki örtüsünü
yok ettiği ve canlı çeşitliliğini ortadan kaldırdığı bilinmekte.
İnsanların yaşamlarını adeta bıçak sırtında sürdüğü vadilerde patlayan
dinamitlerden ürken inekler uçurumlardan yuvarlanmaya, doğal yaşam
dengesi bozulan yaban hayvanları düze inmeye başlamış. Bir zamanlar
kuruyup göçmüş ağaçları kesmek için sabah ormana giderken bunu gören
gürgen, palamut vb. ağaçlar “beni kesecek!” sanıp korkmasın diye
baltasının ağzına çaputla bağlayan Karadeniz insanı geleceklerinin gün
görüp devran sürmüş milyonlarca ağaçlarla birlikte kesilmesine tanık
olup susmak zorunda bırakılmış.
Doğa
tatsız sürprizler yapsa da asla yılgınlığa pabuç bırakmayan bölge
insanı yemyeşil mücadelelerin diyarında insan eliyle yapılan korkunç
talan karşısında çaresiz. Yüzyıllardır bura insanının, özellikle de
bölgenin asıl sahibi kadınların önünde saygıyla eğilen suyundan ağacına,
böceğinden kuşuna bütün doğal varlıklar şimdi çokuluslu şirketlerin ali
menfaatlerine biat etmekle yaşam haklarını savunmak arasında sıkışmış
durumda. Anadolu Türkülerinde yıkılacak diye; “of çekilmeyen” dağlar
insanfsızca dinamitlenirken yakınındaki ağaçları kaplayan toz kelebek
etkisiyle adeta bilinçleri de köreltir olmuş. Rize’nin Senoz Vadisi’nde bu konuda yaşananlar “Vadi” belgeselinde
çarpıcı bir anlatımla gözler önüne seriliyor. Burada döşenen borularla
kuşatılıp tanınmaz hale gelen doğa harikası yaşam alanlarına baktıkları
her an kahrolan insanlar Hes ruhsatı verilen “insan”larla aralarındaki
farkı şöyle dile getiriyorlar; “Gelip suya bakıyor adam (!), dolar,
euro görüyor. Ben baktığımda; “ben bu sudan halk olmuşum, bundan
yaratılmışım” diyorum. Benim atam burda yaşamış, ben de burda yaşadım ve
burada ölmek istiyorum. Karşı tepelerde benim anamın, babamın teri,
kanı, gözyaşı var. Bana ne Kore’den Afganistan’dan? Ben kendi toprağım
için öleceğim, sıkıysa gelsinler!” Ama gelin görün ki “Hesss” felaketlerine “Ses” çıkardıkları, için “vatan haini” ilan edildiklerine mi, kendilerinin yok sayılarak yaşam alanlarının talan edilmesine mi yansınlar bilememişler...
...
Deremu (suyumi) çalanlara, canumi alanlara,
Ben nasul inanayum, kuyrukli yalanlara?...
“Gökyüzü
ağlamazsa yeryüzü gülmez. Böyle der büyüklerimiz. Bu gözyaşlarını
biriktiren dağlar doğa anamızın kalbi gibidir. Kalbimiz nasıl kan
pompalarsa bedenimize, dağlar da akarsuları pompalar, vadilere,
ormanlara... Gökyüzünün canı tüm canlılara akarsularla taşınır. Su
ulaştığı her yere can verip tekrar göğe döner. Doğa kusursuz bir beden
gibi çalışır. Bu bedeni var eden su’dur... Tüm Avrupa'da 12.000 bitki
yaşarken bu sayı, sadece Anadolu'da 10.000’dir. Ne var ki bu zenginliğe
can veren su kaynakları yanlış su politikaları yüzünden günden güne
azalmaktadır. Bu durum da Anadolu’yu su fakirliği sınırına getirmiştir.”
Bu cümleler de bu konuda verilen mücadelelerden birinin, “Anadolu’yu Vermecez Belgeseli”nin
girişinden. Üstelik tek tehlike sadece susuz kalma ihtimali de değil.
4-5 yıldır yapımı süren santrallerin somut sonuçları kendini günden güze
artan olumsuzluklarla gösteriyor. Trabzon'un Çaykara ilçesi sınırlarında yer alan ve 36 HES projesinin bulunduğu Solaklı Vadisi’nin Karaçam Köyü’nde yaşayan Murat SARI; "Bugün
sansarlarla köyün kedileri birlikte dolaşıyorlar. Çünkü HES’lerin
hayvanların geçiş yerlerini kapatmaları ve yarattığı gürültüden dolayı
vadinin yukarı bölgeleri yaban hayvanlarının barındığı tek bölge haline
geldi. Biz burada tarım yapabilmek için halen sırtımızda vadinin
yamaçlarına toprak taşıyoruz. Bu yıl tarlalarımızdan hiç bir ürün
alamadık. Ürünleri HES’lerden kaçan yaban hayvanları yedi. İsteyen gelip
bunları gözleriyle görsün!...”
Ardı arkası kesilmeyen ve “bunlar daha iyi günlerimiz” denen Hes kaynaklı bir başka doğa felaketi de Rize’nin Salarha Deresi’nden. Bölgenin en geniş alanı Salarha Vadisi’nde akan dere vadinin ‘içme suyu havzası’. Ancak yalnız içme suyu ile değil bünyesinde barındırdığı yılanbalığı, aynalı sazan, pullu ve kırmızı benekli alabalıklar, dere kunduzu gibi uluslararası
anlaşmalarla koruma altında olan çeşitli endemik türlerle de cana can
katan dereye üzerinde yapımı devam eden Hes inşaatından bırakılan beton
artıkları 10.000’in üzerinde balığın ölümüne neden olur. Ülkenin
bütün vadilerinde bu tür katliamların yaşandığını, Gümüşhane Aksu
Vadisi, Çayeli ve Güneysu’dan sonra Salarha Vadisi’nde yaşanan bu
vahşetin sorumlusunun HES projeleri olduğunu kaydeden bölge insanı bütün
bu yaşananların yanısıra yardıma çağırdıkları yetkililerin bütün
ısrarlarına karşın bölgeye gelip inceleme yapmadıklarından dertliler. “Bütün bu talan ve kıyımların sorumlusu kim, vebali kimin boynunda? Hesabını kim, nasıl ve kime verecek?” diye soruyorlar.
Atma felek o taşi, ağlatma kurdi kuşi,
Bu yağan yağmur değil, bulutların gözyaşı...
Aynı vadi üzerinde bulunan Ambarlık Hes Projesine karşı hukuk mücadelesi başlatan ve bunun için ineğini satıp, banka kredisi alan bölge sakinlerinden Kâzım DELAL, namıdiğer ‘Yurttaş Kâzım’ ise olanlara; “Bu
firmalar Çağıran Kaya Yaylası’na kadar ulaşan 60 km.’lik vadiyi boydan
boya perişan ettiler, şimdi de derelerimizde hayatı yok ediyorlar.
Deredeki tüm balıklar ölmüş, deremizde hayat bitmiştir. Artık yakamızı
bıraksınlar. Biz burada doğduk büyüdük! Biz değil onlar burayı terk
edecek. Sıra bizim hayatlarımıza gelmeden gitsinler!” diyerek tepki göstermiş.
Artvin’de
Çoruh Nehri ve Çoruh Vadisi boyunca 410 kilometrelik en değerli
toprakları baraj yatırımlarına feda edilmesi konusunda Yeşil Artvin
Derneği Başkanı Nur Neşe KARAHAN; “Planlanan toplam 176 adet HES
projesi ile bize ve doğamıza hayat veren derelerimize göz dikilmiştir.
Tüm bunlara ilaveten, bir de ilimiz genelinde 325 adet maden ruhsat
alanı tespit edilmiş ve bunlardan onlarcası için bu günlerde ihale
aşamasına gelinmiştir. Gelinen bu noktada, yaşam alanlarımızı tehdit
eden tüm bu müdahaleler ile bizce Artvin halkına iki seçenek
sunulmaktadır; Artvinliler ya mücadele edilecek ya da doğup yaşadığı bu
toprakları terk edeceklerdir. Oysaki bizler, Cerattepe ve diğer maden
sahalarının işletilmesi sonucunda bozulacak bir doğa, kirlenecek toprak
ve tarım alanları, zehirli ürünler, içilemeyecek hale gelecek su
kaynakları veya her gün ne zaman heyelan olacak korkusu ile yaşamak
istemiyoruz. Bizler, daha önce defalarca tekrar ettiğimiz gibi
Artvin’imizin bir eğitim, kültür, eko turizm ve sağlık kenti olması için
çalışmalar ve yatırımlar yapılmasını bekliyoruz” diyerek tercihin halklardan, yaşamdan, bilimden yana olduğu günler görmek istediklerini belirtiyor. Bilim
insanlarına göre zaten Hes’lerle üretilecek elektriğin ülkemizin enerji
potansiyeline (olası) katkısı %8, ancak kaçak elektrik önlen(ir)se
bütçeye (essahtan) getirisi %36...
Dumanliyim dumanli, dağlarun başi gibi,
Yosun tutti yüreğum, derenun taşi gibi.
Doğa
kıyımları çoğaldıkça yaşadıkları onca acıya ve zorluğa rağmen o güzelim
yaylaları insanca bir iyimserlikle ıslık çalarak kucaklayan kadınların
dillerindeki ağıtlar yüreklere daha bir sağlam çöreklenmeye başlamış.
Başta ağaçların birer adının olduğu Senoz Vadisi’nde Hes’lerle o
güzelim doğanın canına okunup can suları ellerinden alınmasın diye
cansiperane giriştikleri mücadelede kollarını, kanatlarını en çok kıran
ise karşılarında bu memleketin yüzlerce asker ve polisini yani kendi
çocuklarını bulmak olmuş. Yaşam kaynakları doğanın sunduğu herşeyi
değerlendirip israf etmeyen yöre halkı şimdi bir yandan Hes’ler ve
taşocakları ile katledilen güzelim vadilerin kadavralarına bakıp feryat
ederken bir yandan da umutlarını sonu belli olmayan hukuki mücadelelere
bağlayıp bekliyorlar. Adım başı açılıp doğaya onulmaz yaralar açan
Hes’lerle yağmuru çağıran dereler susunca yağmur da bu güzelim yurtları
terk edecektir. O zaman bu tablo günden güne daralan pirinç, tütün ve
çay alanları hakları için direnen Karadeniz köylüsü kadar onlara kalkan
elleri, karşı duran yürekleri de burkacaktır...
“Birbirimizi anlamamız için aynı dili konuşmamıza gerek yok. Ezildikten sonra hepimiz aynı şarabız…” Kazım KOYUNCU
Su
savaşlarının başladığı günümüzde Anadolu’nun bereketli sularını
kanallara hapsedip akkınının ucu ele verilerek canlar pahasına kazanılıp
irfanla yurt edilen, hepimize beşik, kaşık, ocak ve mezar (...) olmuş
bu topraklara da orada yaşayan insanlara da yazık edilmektedir. Dereler
susunca o vadilerde, ovalarda, dağlarda biten türlü çiçek, toprağın
altını üstünü gezerek havalandıran börtü böcek, göklerin süsü,
sevdaların ötüşü kuşlar da susacak, Kırşehir’in gülleri bitmez, şakıyık
dalında bülbüller ötmez olacaktır. Bundan geri sevdalarımız çöl,
türkülerimiz lâl olur. Bir yerde doğa ve canlı yaşamı bittikten sonra
kimin, neyin önemi kalır ki?
Verane kalsun dağlar, dereler çağlamasun,
Dertleruni ver bana, gözlerun ağlamasun… Halk Türküsü
Sinop’un
olmayasıca tarihi cezaevinin duvarında yazılı Shakespeare’in bir sözü
de yüzyıllar öncesinden bugünlerde Anadolu halkına dayatılan Hes
musibetine işaret eder gibidir; “Kan öçle değil, suyla temizlenir!...” Anadolu’da yıllardır kurutulan gölleri, susturulan dereleri ve şimdilerde Hes’ler vb. ile su
kaynaklarının kökünün kurutulması tehlikesini düşününce insan kendini;
“böyle giderse kanımız olmasa da –ki inşallah kimsenin burnu bile
kanamasın - donumuzu, yanımızı temizleyecek suyumuz kalmayacak!”
korkusuna kapılmaktan kurtaramıyor. Türkülerimizde “suları şarap, çiçeği
meze” sayılan dağlarımız delik deşik edilip özgür akan derelerimiz
birer birer tutsak edildikçe ciğeri yanacak olan da bizden başkası
değildir. Dert de derman da bizdedir.
Sözü
yol boyunca bize eşlik edip(!) gülmekten kırıp geçiren, Karadeniz’in
söz ustalarından Oflu Ali’den öğrendiğimiz bir Laz gülmecesi ile
bağlayalım;
Misyonerlik
faaliyetleri yapmak üzere Türkiye’ye gelen “özel yetkili”lerden bir
papaz bu amaçla Trabzon’a gider. Amacı malum, gençleri kandırıp dininden
döndürmektir. Görevini ifa edeceği yeri ararken on yaşındaki Küçük
Temel’e rastlar;
- Evlat,
der. Bana Ayasofya Kilisesi’nin yerini gösterir misin? (İstanbul’daki
ile karıştırılmasın, Trabzon’da da Ayasofya Kilisesi var.) Temelcik;
- Öyle
tariflan olmaz, gel ben seni götüreyum, der ve yola düşerler. Kiliseye
varınca o yaştaki çocuğun zekâsı papazın hoşuna gelir ve hemen göreve
başlar. Çantasından çıkardığı İncil’i Temel’e uzatıp;
- Evlat
der, bu kitabı oku, yarın gel ben de sana cennetin yönünü göstereceğim.
Temel boyuna erişemediği papazı boyuna kadar aşağı çağırıp cevabını
kulağına sakince yapıştırır;
- Ula kot kafalu, sen daha kilisenin yönünü bilmeyisun, cennetin yönünü nerden bilecesun?
Ne
demiş Kenya’nın kurucu devlet başkanı Jomo KENYATTA; “Avrupalılar
ülkemize geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde verimli
topraklarımız vardı. Bize gözümüzü kapatıp dua etmemizi söylediler.
Gözümüzü açtığımızda bizim elimizde İncil vardı, verimli topraklarımız
beyazların eline geçmişti...” Canlar biz biz olalım sözde cennet,
demokrasi, insan hakları (!) vaat edenlere kanmayalım. Kara ve
Akdeniz’imizle, Doğu’su Batı’sıyla bütün yurdumuz, Anadolu’muz zaten
cennet. Sadece bunun bilincinde olalım, yaşam alanlarımıza ve bizi biz
eden, bir, gür ve hür yapan değerlerimize sahip çıkalım yeter...
El ele, gönül gönüle güzel yarınlara, sağlıcakla...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder